RİSALE-İ NUR’DA ESMAÜL HÜSNA SİSTEMATİĞİ
Bismillahirrahmanirrahim
Bu sohbetimizin konusu Esma-ül Hüsna sistematiği ve hakikatleri. Burada üç tane vurgu var. Biz Esmâ-i Hüsna’yı Risale-i Nur ve Kur’an ışığında bütün yönleriyle tam olarak kavradığımız zaman onların hüsnalığını, en güzel mertebede olduklarını anlamış oluruz. Eğer bir insan kâinatta eğri büğrü şeyler görüyorsa, çirkin hadiselerden dolayı sıkıntı çekiyorsa, bedbînlik içinde bunalmışsa o, Esmâ-i Hüsna’nın hüsnalığını, en güzel mertebeliğini görmüyor ve ondan dolayı da mutlu olmuyor demektir.
Birinci olarak Esmâ-i Hüsna’nın en güzel mertebede oluşunu işleyeceğiz, sonra sistematiğini. Sistematiği; Esmâ-i Hüsna arası dengeler var. Cenab-ı Hakk’ın, Üstad’a göre de bir vecihten, İmam-ı Ali’ye göre bir vecihten, İmam-ı Azam Ebu Hanife’ye göre bütün yönlerden en büyük İsm-i Azam’ı; El Adl’dır. Yani denge. Bir şeyde denge varsa orda esma güzel olarak gözükür, var olur, varlığı netice verir. Eğer denge yoksa o esma tecelli edemiyor, varlık oluşmuyor, göreceli de olsa çirkinlik ortaya çıkıyor, o zaman Esmâ-i Hüsna, hüsna olmuyor. Ne zaman hüsna olur? Adalet ve denge dairesinde, adalet hakikati çerçevesi içinde. Sistematikten kastımız bu; bütünlüğünü görebilmek. Hakikatlerini anlamaktan kastımız da; Cenab-ı Hakk sıfat ve varlık olarak sonsuzdur. Sonsuz bir şey anlaşılmaz. Bir insan, peygamber de olsa sonsuzluğu tam kavrayamaz, ancak hisseder ve görür. Görmemiz ve hissetmemiz de yine sınırlı olur. Biz Allah’ı Esma-i Hüsna’sı ile bileceğiz. Esma demek; Allah’ın o sonsuz varlık deryasının damlaması veya yağmur gibi yağması veya memeler gibi, musluklar gibi hususi bir noktada tecelli etmesidir. Allah sonsuz imkânlara sıfatlara sahiptir fakat sonsuzluğu bize yedirmiyor. Bizim kapasitemiz yoktur, daha doğrusu. Onu, özel musluklarla, özel memelerle, yağmur tanecikleri ile, çiçek habbecikleri ile, hububat tanecikleri ile yediriyor. Biz de o noktalarda Allah’ın o sonsuz tecellisini görürüz ve o tecelliye biz isim takıyoruz. Yani insanoğlu tarafından isim takılıyor. Çünkü diller farklı. Esmâ-i Hüsna’nın Arapça’da literatürü farklı, Türkçe’de farklı, Farsça’da farklı İngilizce’de farklı. Diğer dünya dillerinde farklı ama hepsinin manası bir. Kelimelere takılmamak lazım, tecellileri bir çünkü. Bütün insanlık, bütün tarihlerde Cenab-ı Hakk’ın ikram için, rahmeti için açtığı o muslukcukları memecikleri hissetmiş, yapışmış, emmiş, beslenmiş ve ona kendi diline uygun bir kelime takmış. Kur’an-ı Kerim de gelirken Cenab-ı Hakk’kın Zatına layık bir şekilde Arap literatüründen münezzeh isimleri seçmiş, Kur’an’da bize öğretmiş. Sonra biz bu konuda değişik milletlerin ve değişik ekollerin Esmâ-i Hüsna konusunda nasıl ifade değişikliğine girdiğini göreceğiz.
Yani Esmâ-i Hüsna’dan kasıt; hakikatleri. Hakikat nedir? Allah sonsuzdur. Sonsuz olarak tecelli etmez, nokta olarak tecelli eder; kerem olarak, şifa olarak, rızık olarak, yaratıcı olarak, ilim olarak. Biz de o tecelli noktalarına dilimize uygun bir kelimeyle, münezzeh bir kelimeyle, ona isim takıyoruz. O ismin hakikati o olmuş oluyor. Bunu yaşarsak o hakikat bize de geçmiş olur. Önce isim koyarız kendimize mal ederiz, sonra onu yaşarız. Üstad hazretleri İşaretü’l- İ’caz’da “Allah Âdem’e insana Esmâ-i Hüsna’yı öğretti” derken insan bir şeye önce isim koymakla kendine mal eder sonra onun mahiyetini öğrenmekle yavaş yavaş onu yaşar ve o şey ona mal olur. İnsan sadece isim koyup orda durmamalı, aynı zamanda o hakikati kendi iç dünyasında, ailesinde, çevresinde yaşamalı ki Esma-ül Hüsna bize faydalı olsun. Bizim o hakikatleri yaşayıp, o hakikatlerle ebedileşmemiz sağlanmış olsun. Bu, konunun başlığıydı daha. Şimdi belli hakikatleri; hangi Söz’den hangi risaleden aldığımızı da hatırlatarak sırayla gideceğiz.
“İsim” etimolojik olarak, yani lügat kökü itibarıyla, bütün gramer kitaplarında ve Üstad’ın da Kızıl İ’caz ve taallukat kitabında geçiyor; ya “vesim” den veya “sumüv” den geliyor. Yani “vsm” kökünden veya “smv” kökünden türetilmiştir, iki ihtimal de var. Eğer “vesim” kökünden türetilmişse o zaman “damga” demektir isim. Allah’ın sonsuz tecellileri var, biz o tecellilerin nokta görüntülerine dilimizden bir kelimeyi ona damga yapıyoruz ki, onu hatırlayalım, bilelim, çocuklarımıza da çevremize de öğretelim. Damga öğreticidir. Eğer “sumüv”den ise “yükseklik” manasına gelir. Şöyle ki; Allah’ın varlığı sonsuzdur, nokta tecelli olarak hafif yükselme gösterir. Memecikler oluşur, çiçekler oluşur, taneler oluşur, yıldızlar oluşur; biz de o noktalardaki belirlenmiş, yükselmiş manalara yükseklik manasında bir kelime takıyoruz. İsim aynı zamanda, yüksek şey veya damga demektir, ikisi de doğrudur, ikisinin de manası var. İslam âlimleri Asr-ı Saadetten sonra ilk asırdan beri bu iki manayı işlemiş garmer kitaplarında. Bu etimolojik olarak. Hakikat olarak ise şöyledir: Diyorlar ki Allah’ın 99 ismi var, işte Cevşen’de 1001 ismi var, bazı ehl-i tasavvuf rivayetlerinde 4444 tane var. Aslında Allah’ın isimleri sonsuzdur. Hz. Peygamber bir hadisinde, 99 isim olarak anlatmış. Yani o Asr-ı Saadetteki sahabelerin ihtiyacını, çevresini aydınlatacak, bildirecek, yaşatacak isimleri, onlara lazım olanları anlatmış. Cevşen’de ehl-i beytine 1001 ismi anlatmış. Ve Ebu Hureyre diyor ki; çok daha fazla isim var. Ehl-i tasavvuf 4000 isim biliyor, belki melekler sonsuz isimler bilir. Nedir? Çünkü Allah’ın varlığı sonsuzdur, sonsuz varlık içinde sonsuz tecelli imkânları var. Ve her tecelliye biz bir isim takabiliriz. Onun için Cevşende bazı isimler birbiri ile eş manalı olur, müteratif olur. Çünkü ayrı ayrı tecelliler. Cevşen’in tertibi şöyledir; sadece manayı vermiyor, her ukdede 10 isim bir araya geliyor o isimlerin kombinezonundan, bütünlüğünden, nazm-ı meanisinden ayrı bir İsm-i Azam, bir tecelli ortaya çıkıyor. Dolayısıyla o nazm-ı meaniyi bilmeyenler Cevşen’i fuzuli tekrar yapmış gibi görebilirler. Ama Cevşende de aynı Kur’an gibi nazm-ı meani var. Yani her ismin arkasından tekrar edilen isimle bir bağlantısı, münasebeti, ayrı bir açılımı var. İsim aynı isim, açılımı farklı. Mesela Üstad bu açılımları, Hutbe-i Şâmiye’nin başında şöyle ifade ediyor; mesela Hâlık ismi bâis burcunda tecelli etti yarattı( ahiretteki dirilişi anlatıyor orada). Mesela Rahman ismi Rezzak burcunda, yani oradaki rahmetten kasıt rızk. Yani isimlerin manası var, bir de açılımları var. Değişik olur o açılımlar. Dolayısıyla isimlerin hakikati budur. Sonsuz varlık imkânlarının nokta içindeki tecellisidir. O noktada eğer ehadiyet cilvesi varsa bütün esma tecelli eder, o esma bütün olarak tecelli edince ve çap olarak da o tecelli biraz geniş olursa biz ona İsm-i Azam koyuyoruz. İsm-i Âzam esprisi de odur. Eğer bütün esma tecelli ederse ve tecelli alanı da biraz genişçe ise orada bir İsm-i Âzam oldu deriz. İsm-i Azam şudur; hem bütün esmayı içeriyor hem de geniş bir alana tecelli ediyor.
İsm-i Azam, kişilere göre, zaman ve zemine göre, oluşumlara göre değişir. Onun için İslam âlimleri belli bir isimde karar kılmamışlar. Herkesin İsm-i Azam’ı farklı olmuştur. Yani kimin memesi ne ise, o, o memeyi İsm-i âzam görmüş; oradan rızk almış, oradan tecelli almış, oradan feyiz almış. Bazen de insan gafildir, avamdır. Avam insanlar da olur; yani bir tas suyu deniz sanırlar. Çünkü denizi bilmezler. O bir tas suda boğulurlar, onun için helak olurlar. O ayrı bir seviye. Gene hakikatte Allah’a karşı bir sevgi taşır, bir yansıma taşır, bir yöneliş taşır ama memeyi inekle eşit tutmamak gerek. Üstad’ın tabiri güneşin ışınları diyor. Güneş sonsuz yeteneklere sahip kabul ediyor, her bir ışını onun bir ismi. Sen o ışık şuaına yapışıp ebedileşiyorsun, ısınıyorsun, rızkın oluyor, rengin oluyor. Ama ben avamileştirmek için; sonsuz deryadan damla, sonsuz bir süt varlığından bir meme, yani biz ağzımızla oradan besleniyoruz.
- İnek ve meme bir değil
- Yok, bir değil, meme ayrı inek ayrı. Hintlilerin de ineğe tapması boşuna değildir. Çünkü garibanlar avammış, inek çok bereketli bir tecelli her şeyi nimet; eti, sütü, gübresi, ekolojik denge sahipliği… Onu Allah’ın bir cilvesi olarak görmüşken zamanla kutsal olmuş. Bir şeyin kutsal olması onun tanrı olması manasına gelmez. Bir nesil sonra gelir, o kutsal şeyi tanrı yaparlar, putlaştırırlar. Maalesef. İslam veya diğer dinler tarihinde de bazı evliya ve peygamberler böyle tecelli iken, sonsuzdan sonlu bir damla iken zamanla sonsuz yerine konulmuş. İşte Hz. İsa’nın tanrılaştırılması odur. İsa Allah’tan bir damladır, kelimedir. Vahyi temsil ettiği için metafizik yani zaman üstü bir boyutu da var. Ama her şeye rağmen bir isimdir İsa. Sonsuz değil. İsim sonlu, varlık sonsuz. Sen sonlu ismi sonsuz varlıkla karıştırırsan şirk olur, küfür olur. Tabii bu küfür, dinsizler veya müşrikler gibi bir küfür değil; göreceli bir küfürdür. Yani biz de sebebe taparsak, sebepte boğulursak, memeyi inekle eşit görürsek bir nevi sınırlılık. Zaten en büyük küfür bence, sonsuza sınır tanımak. En büyük küfür, en büyük şirk budur. Risale-i Nur’un mesajının zaten hep tevhid üzere olması da bunu önlemek içindir. Tevhid, Risale-i Nur’un Üstad; bu asırdaki insanlar maddeci olduklarından, onları, o şirkin bataklığından, o bölücülüğün sonsuz tahribatından kurtarmak için tevhid gibi bir iksirden başka çare görmemiş. Zaten Risale-i Nur’a göre en büyük İsm-i Azam tevhiddir, Ehad’dir. Bir insan, bir Esma-i İlahiyenin Ehad isminin tecellisinden başka bir şey değildir der Üstad. “Madem O vardır ben yok olsam da olur”. Zaten bu, fedakârlık ölçüsüdür, mü’minleri buraya getiriyor. Bütün maddeciliği, nokta tecellileri aştırıyor seni sonsuzluğa götürüyor. Bu bir miraç. Ve diyor ki; sen olmasan da madem Allah var, senin varlığının yerine geçer. Madem O var her şey var. Buraya geldikten sonra bir mü’min miracını tamamlamış olur, keramet sahibi olmasa da veli olmuş olur, şeriatın sonsuz güzelliklerini tadabilir, yaşayabilir. Çünkü tevhiddir ve basit bir iş değildir. Adam materyalisttir, slogan gibi “la ilahe illallah” çekse, bir yığın korktuğu düşmanı varsa, kalbinde zerre kadar tevhidin ruhi rahatlığı yoksa ne anlamı var o zaman söylenilenin. Maalesef belli çevreler İslam âlemini politize edip bu sonsuz mucizevi, tevhid gibi mesajlarından, İsm-i Azam gibi büyük hakikatlerinden koparıp, dünyevi, siyasi bir rejimmiş gibi gösterip dar bir çerçevede onu boğup imha etmek istiyorlar. İslam âlemi uyanık olmalı, böyle oyunlara gelmemeli. Cenab-ı Hakk’ın zâti ve fiilî isimleri ve sıfatları. Genelde zâti isimler ayn kabul edilmiş. Ayn, özdeş manasında.Fiilî isimler gayr kabul edilmiş. Sıfatlar da, ne ayn ne gayr. Güneşin ışınları gibi, ne O, ne de O’nun dışında. 16.sözde Üstad bunu izah ediyor. Nurani ve ruhani şeylerin tecellisi, aksi, aynisidir. 32. Sözde de Üstad bütün kâinat bütün olaylarıyla birer isimdir yani adeta Allah’tır diyor. Peki, Allah’tan ne farkı varda başka yerde gayr deniyor? Şöyle ki: Ayndır; vücud itibariyle, Gayrdır; şekil ve sınırlılık itibariyle.
Allah sonsuzdur biz tecelli olarak sınırlı bir şekiliz. Şekil ve tecelli olarak Ondan geldik fakat vücud bizim değildir. Bizim kendimizi hakiki bir vücud kabul etmemiz bir yanılgıdır. Biz bir yazılım, bir şekil, formuz. Ama kendi kendimize yaratılmadık, Ondan geldik. Farkımız ne? O sonsuz, biz sınırlıyız. Haddimizi bilmemiz lazım.
Kur’an’da ve hadislerde Zat ismi geçmeyince neden kelamcılar illaki Zat ismini kullanırlar, bu şeriate aykırı değil mi diye düşünülecek olursa; Üstad gibi ehl-i kelamlar Zat kelimesini şu manada kullanırlar; Kur’an’ın Ehad ismine Zat diyorlar. Nasıl Ehad? Üstad bunu Risale-i Nur’un 31. Sözünde şerh ediyor ve diyor ki: Efendimiz( s.a.v ) miraçta Allah’ı gördü. E hani Allah sonsuzdu, görünmezdi? Ehadiyet tecellisi ile gördü. Bizim Zat dediğimiz tecelli gene ehadiyet tecellisi. Varlık Allah’ın sonsuz vücudu değil, O’nun ehadiyeti, yoğun bir tecellisidir. Bütün esmasının toplamının bir noktada geniş çapta tecellisidir. Ona Ehad diyor. Mesela sonsuz bir insanlık kavramı var ve bu sonsuz insanlık kavramı her birimizde ehadiyet tecellisiyle somutlaşmış. Efendimizin ( s.a.v ) miraçta gördüğü yine tecelli. Ayete muhalif olmaz, En'am suresinde var çünkü “Gözler O'nu görmez, O gözleri görür”. O tecelli-i ehadiyete mutasavvıflar, kelamcılar Zat demiş. Kur’an ve hadiste Ehad diyor, arada bir isim farkı var. Aslında “zat” kelime olarak kişilik manasına da geliyor ama tenzih makamında bunu şeriat kullanmıyor Ehad diyor, her yerde görünür bir kişiliği var diyor. Bu Zat ve Vacibü’l-vücud kelimelerini, Yunan felsefesi Abbasiler döneminde Allah’ı inkâr edince, kelamcılar Allah'ın kişiliğini ispat etmek için mecbur kalmış da kullanmışlar. Üstadında Vacibü’l-vücud dediği aslında bu sonsuz varlık demektir. Çünkü sonsuz varlık bir tanedir, diğer varlıklar şekildir, mecazen gölge varlıktır. Biz mecazen ene sahibiyiz, hakiki ene sahibi Allah’tır. Bize emaneten verilmiş, “Emaneti iade etmezsen hain olursun” diyor. Mü’minler emaneti güzelce iade edip, biz bir manaymışız, her şey Allah’ın tecelliymiş diyecekler. Dolayısıyla Zati isimler hadis ve Kur’anda geçmiyor. Bizim zati dediğimiz ehadiyet cilvesi ile ilgili Samed’dir. Nasıl Samed’dir? Bütün esma, bütün fonksiyonlarıyla geniş bir noktada tecelli edince o nokta öyle sonsuz bir imkân sahibi olur ki, hiçbir şeye muhtaç olmuyor ve her şey ona muhtaç oluyor... İşte Zat’ın Samediyet aynası... Ve o nokta tecelli o kadar çok imkânlar içeriyor ki adeta sonsuzluk ifade ediyor... İşte Vacib-ü’l Vücud... Hareketten, zaman ve zeminin tahribatından muhafaza olduğu için “Maddenin başına gelen kırık dökükler onun başına gelme” gibi tabirler o zata kelamcılar öyle anlatmışlardır ama biz maalesef yanlış yapıyoruz, bu ehli kelamın zorunlu olarak kullandıkları tabirler yanlış anlaşılıyor ve sanki kâinatın dışında ara sıra bize karışan bir Allah varmış gibi düşünülüyor. Kelam literatürü sırf ispat için kullanılır. İspattan sonra Üstad da asrın materyalizmini, dinsizliğini gördüğünden, onlara Allah’ı inandırabilmek için bu tabirleri kullanmış. Ama sonra 4. Şuada kendisi de bir açıdan diyor ki; Ben bir İsm-i İlahiden başka bir şey değilim ki kendi varlığımın varlığıyla yokluğuyla endişe edeyim. 2. Şuada da “Her canlı bir Şahsiyet-i İlahiyedir”. Ehad tecellisi ve her canlıda sonsuz imkânlar var. Sınırlı bir nokta ama sonsuz imkânlar var. Yani, mesela diyor ki; bir peygamber okuryazar olmadığı halde nasıl böyle işler becerir? Ahmet Cezeri Üstada naklediyor: Çünkü ehadiyet aynası oldu, Araplarda öyle bir nur oldu ki yansıması acem saraylarını dahi parçaladı, diyor. Orda Ahmet Cezeri bir keramet gösteriyor; İslamiyet Araplardan çıkacak ama asıl yansıması diğer milletlerde, acemlerde olacak diyor. Acem sadece İranlı demek değil; araplardan başka bütün milletlere acem denilir. Kelime olarak yabancı demek. Kur’an-ı Kerim ve Risale-i Nur’da müthiş bir tabir var ve bu tabir başlı başına bir mucize. Allah Aziz ve Hakîmdir. Allah’ı kastederken Allah’ın bir ehadiyet tecellisi, o da bir tecelli. Tüm Esma ile mabudiyetini gösteriyor. Her şeyin O’na bağlı olduğunu, O’na ibadet ettiğini… İşte o tecelliye de biz Allah diyoruz. Allah da bir isim. Sonra başına elif lam koyarak somut bir isim gibi sonsuz varlığına bir ad olarak koymuşuz.Aziz; arapçada sonsuz serbest, izzetli manasında. Bizim dilimize de geçmiş bu, mesela filan kişi izzetli derken yani hiçbir kayıt, esaret altına girmiyor. Ama Allah Hakîmdir aynı zamanda. Tecelli ederken isimleri belli oranlarda iç içe ve değişik renk, fon ve desenlerde ortaya çıkıyor. Hikmeti, Allah’ın sonsuzluğunu tecelli konusunda sınırlıyor. Bu Kur’an’a çok geçer: Allah Aziz ve Hakîmdir. Hani Allah sonsuzdu, her şeyi yapardı? Niye beni ısıran yılanı durdurmuyor? Orda hikmeti istiyor ki o yılan seni ısırsın, sen de imtihanını veresin. Hani sonsuz izzet sahibiydi, mikropları niye vücudundan temizlemiyor ki ben çok yaşayayım? Ama hikmeti senin ölümünü istiyor.
Risale-i Nur’da üstadın talebeleri için kullandığı aziz sıddık kardeşlerim tabiri buna benzetilerek yanlış anlaşılıyor. Burada üstadın kasteddiği; azizsiniz, son derece serbestsiniz, bana muhalif ne yaparsanız serbestsiniz ama bu dava öyle bir kudsiyet, haşmet ve güzellik taşıyor ki sadakatsizlik de yapmamalısınız, sıddık olmalısınız, diyor. Sıddıkiyet serbestiyeti durduruyor. Aslında üstadın en sevdiği şey hürriyettir. İnsanların hür olup sonsuz bir çiçek gibi açılıp Esma-i İlahiye’ye ayna olmalı. Şeyhler, tarikatlar haktır fakat ben onların müridi olmayacağım… Neden? Çünkü insanların çiçek gibi açılan yeteneklerinin üzerinde gölge yapıyor.
Söz besmele ile başlıyor. Besmele; Allah’ın ismiyle demek. Risale’nin bunu ilk önce almasının nedeni; çünkü ahiret inancı, ahireti hak etme, dünya saadeti, ilim ve irfanı elde etme yani ne kadar kemalat varsa hepsi besmele musluğundan, Allah’ın isimleri çeşmesinden geliyor. Dolayısıyla Üstad önce bizi böyle bir çeşmeye bağlatıyor ki; feyz, bereket, rızk, saadet, sonsuzluk gelsin sonra Risale’nin deryasında bizi yüzdürecek. Bir çeşmeye bağlandığın zaman sonsuz bir kuvvet eline geçiyor, sonsuz bir rızk, ilim kapısı açılıyor2. Sözde Üstad bir çeşmeye yapışmayan kâfirler için yetimler gibi, halet-i yetimane diyor. Kâfir yetimdir. Kâinatta herhangi bir musluktan beslenmediği için, ne rengi var ne ışığı var karanlık içinde, sarhoş bir vaziyette yaşayıp gidiyor. Kâfirler Müslümanlardan daha iyi yaşıyor diye bir düşünce olursa; bunu Üstad özellikle Lahikalarda imtihan sırrını anlatırken Zuhruf suresinin 33. ve devamı ayetlerini tefsir ediyor. Allah bizde olsun, Esmâü’l Hüsna bizde olsun, kısaca mecazen bütün çeşmeler bizde olsun ama aynı zamanda biz dünyada da kâfirden daha iyi yaşayalım diye düşünülürse; bu, imtihan skalasını bozar, dengesiz yapar. Dengelemek için Allah Müslümanlardan biraz maddi imkânları kısıyor. Vücudi şeyler zordur, tahribat kolaydır. Kâfirlerin elinde tahribat imkânı var. Onların o ademiyet tahribatını, şeytanlığını, cehennemini iptal etmek, susturmak için yani dünya imtihanını korumak için bizim bazen Allah’ın bin bir esmasına, çeşmesine ihtiyacımız olduğu gibi ayrıca kuvvete de ihtiyacımız var. Kuvvet de Allah’ın Kadir isminin bir cilvesidir. Bu, zaman ve zemine göre olan bir fetvadır ve Risale’de ne zaman kuvvete başvurulur, bunun ölçüsü vardır. Besmele Allah namıyla demektir. Onun namına yaptığın her iş seni sonsuza bağlıyor. Küçük bir amelin, okuman, küçük bir gayretin dahi sonsuz bir varlık manasını içeriyor, seni ebediyen yaşatıyor. Her nesne, her olay bir veya birçok ismin tecellisidir. Allah iki şekilde tecelli eder. Biri; standart, kurallı, sünnetullah çerçevesinde birisi de; mucizevi, extradan müdahele ederek. Biz de yanlış anlayarak sanki extra müdahelelerinde Allah’ın ismi tecelli ediyor da diğerlerini biz yapıyormuşuz gibi düşünüyoruz, öyle değil. Her işimiz, her olay her nesne bir veya birçok ismin tecellisidir. Dolayısıyla her şeyde Allah’a açılan bir pencere ve ahirete giden bir yol vardır. Çünkü Esma-ül Hüsna birer asansör gibidirler. Bizi Allah’a ve ebedi ahirete götürürler. Üstad 30. Sözde de her ayet bir asansördür diyor. Kur’an’da da her ayet bir isimdir zaten. Sonucu Esma-ül Hüsnaya bağlanmayan bir ayet yok Kur’an’da. Dolayısıyla Kur’an’daki ayetlerden, Risale-i Nurdaki izahlardan anlaşılıyor ki; her nesne her olay bir veya birçok isimdir ve bir asansör gibidir. Biz onlara binerek o sayede gelişiyor, ebedileşiyor ve ebedi hayatı kazanıyoruz. Hatta her veli ve her peygamber somut bir isimdir. Her peygamberde belli bir isim tecelli eder. Efendimiz (s.a.v)’de bütün esma tecelli etmiş. Öyle ki; İsa da, Musa da, Nuh da, İbrahim de hatta Meryem de o. Meryem’in temizliği Efendimiz (s.a.v) kalbinin temizliği itibariyle Meryem kadar bakireydi. Hiçbir ideoloji ve fikir onun kalbine girmemişti. Nasıl Meryem canlı vahiy İsa’yı doğurdu, dünyayı dinsizlikten, şirkten kurtardı, Efendimiz (s.a.v) de Kur’an’ı doğurdu, 1400 senedir bütün dinsizlik dünyasına meydan okuyor. Esma-ül Hüsna’nın güzelliği: Vahid; kuşatıcı ve sonsuz bir varlık anlamındadır. Bu sonsuz varlık içinde çirkin bir şey yok ve her şey sonsuzdur orda. Fakat isimler tecelli ederken hikmet gereği bazı şeyler kısılıyor. Bazen az tecelli ederek bu kadarcık sır diyor. O tecelli içinde dış cephe yönüyle, nefsimize bakan yönüyle dünya imtihanı gereği bazı şeyler çirkin durur, çünki sınırlıdır. Bakıyorsun ki açlıktan ölenler var, mağdur bir şekilde öldürülenler var, namussuzluklar yapılıyor gibi, bunlar bizim baktığımız yönden çirkin gözüküyor. Bunlar Esma’nın yetersizliğinden değil. Esma sınırsız yeteneğe sahip, çünkü kaynağı sınırsız. Ama oradaki aynanın yetersizliği o kadar gösteriyor. Aynanın çirkinliği, mazharın yetersizliğidir. Bunu nasıl telafi edebiliriz? İki yolla: Esma’nın aslı tevhiddir, vahiddir, ehaddır dedik ya; eğer bu daracık aynamızı, mazhariyeti sonsuza bağlayabilirsek, ahiretle beraber sonsuz esmanın sonsuz tecellisiyle beraber algılayabilirsek, anlarız ki; o mağdur öldürülen adam ebedi hayatı kazanmış, sonsuzlukta güzellik ortaya çıkmış. İkinci telafi: Adl ismine sığınmak. Çünkü her şeyin aslı adl, esmanın hakikati dengedir. Adl mekanizmasıyla o olayı cezalandırmak veya bir cehennemde onları yakıp gene güzelliğe güzellik katmak, şeriat, adalet budur. Risale-i Nur’un özeti budur. En büyük hakikat tevhiddir ve tevhid çerçevesi içinde her şey anlaşılır, her şey güzel görünür ve yaşanır. Eğer tevhid olmazsa, bu kâinat nedir, olayların aslı nedir, mekanizma nasıl işliyor? Bunlara hiçbir izah getirilemez, tamamıyla karanlığa düşülür.Üstad Risale’de, ayetinin özel bir manası var diyor. Burada iki vecih vardır. Nur gerçek varlıktır, enerji ve ışık demektir, varlığın özüdür. Yani kâinatta da, gaybde de, dünyada da gerçek varlık Allah’tır. Bir manası budur. Ehl-i tasavvuf daha çok bunu seçmiş. Ama Üstad başka bir manayı da seçiyor. Diyor ki; çünkü insan bütün esmaya mazhardır, bir isme yapışıp diğer isimleri ihmal ederse yine doğru yolu bulamaz. İşte bazı tarikatların sapıtması ondandır. Veya gölge isme yapışıp hakiki ismi unutursanız, gene eksik olur. Dar bir alana sığınıp sonsuzluğu göremeyince eksiklik olur. Kötülük nasıl oluyor? Kâinatta geçmiş ve gelecek diye iki uç var. Geçmiş; sonsuz bir bilinç, ruh ve varlığı taşır ve orda her şey güzele dönüşmüştür. Gelecek yine öyle, her şey güzele dönüşecek ve sonsuz bir varlık üretecek. Bizim, imtihan gereği bu daracık sınırlı dünyada pestilimiz çıkartılıyor. Pestilimiz çıkartılırken yani ürün elde edilmeye çalışılırken arada göreceli de olsa bazı çirkinlikler, nahoşluklar oluyor. İşte bu nahoşluklar ya sonsuz sisteme biraz daha entegre edilmekle telafi ediliyor veya bir cehennem adaletiyle sistem dışına eleniyor. Onun için cehennem de güzeldir. Peki, bu çirkinlikler olmasaydı olmaz mıydı? O zaman imtihan dünyası olmazdı ve imtihan amacı olan üretim, gelişim ve manalar eksik kalırdı. Ayrı bir cehennem olurdu o. Dolayısıyla 24. Sözün konusu İsm-i Azamdır. Yani diyor ki: Birincisi; bütün Esmayı beraber görmen lazım.İkincisi; gölgede ve dar alanda kalmayıp her ismin en geniş mertebesini görmeli ve yaşamalısın. Gölgesinden ziyade hakikatini görmelisin. Üçüncüsü; Esma-ül Hüsna’ya en büyük mazhariyet Efendimiz (s.a.v)’de elde edilmiş. Hem bütün olarak hem gölgesiz hem de geniş dairede. Mesela bazı ehl-i tarik şeyhini Allah yerinde görüp orda tıkanır kalır, bazıları bir çiçeği görür orada baharı görmez veya baharı görür ebediyeti görmez. Dar alanda kalır. Bundan kurtulmak için Hz. Muhammed(s.a.v)’in peşinde gidilmesi lazım. Sanki Efendimiz(s.a.v)’in bazı sözleri dar düşünceyi ifade ediyor gibi bir soru akla gelirse; bunun için Üstad der. Efendimiz (s.a.v)’in peşinden gidilirse bir bütünlükten sen Esma-ül Hüsna’ya mazhar olursun, bir gölgeden kurtulmak ve hakikate ulaşmak konusunda sonsuz tecelligah olursun. Ondan(s.a.v) alacağın sonsuz sevap ve feyzle de İsm-i Azam’a mazhar olursun. Dördüncüsü: Bütün kâinattaki İsm-i Azam’ların tecellisini anlatır. Müthiş bir sistem var ve kâinatın nasıl bir ordugâh gibi kullanıldığını anlatır. Çiçeği, böceği, gecesi, gündüzü, musibeti, rahmeti, şefkati vs. tüm sistem yerine oturuyor. Beşincisi: Herkesin gericilik dediği şeriat-i Muhammediyye içinde sonsuzluğa açılan İsm-i Azam mazhariyetlerini anlatır. Başta sevgi, sonra ibadet, virdler... Özetle Risale-i Nur bir bütündür. 32. Söz tevhidi anlatır. İmanın mucizeliği olarak 23. Söz insanı anlatır fakat İsm-i Azam’ın gerçek şerhi 24. Sözdedir. Literatür olarak isimler, mutasavvıfların Esma-ül Hüsnaları farklıdır. Onlar âşıktır, maşuktur. Hani Süleyman Çelebi diyor ya; Allah’ı konuşturuyor. Allah Peygamber(s.a.v)’e: Ben sana âşık olmuşum diyor bunlar mecazen caizdir. Zaten Esma-ül Hüsnanın hepsi mecazdır. Mesela Rahim derken kalp şefkatliğidir. Allah’ın maddi kalbi yok ki kalbi yumuşasın. Nasıl bir insanın kalbi yumuşayınca güzellikler yapar. Allah Rahmandır demek, hep güzellikler yapar demektir. Mecazen yani. Kelimeye gerçek manası dışında bir mana yüklemektir. Tasavvufta isimler böyle mecaz olarak ele alınsa da caizdir. Belki hadislerde, ayetlerde, şeriatte yeri yoktur ama caizdir. Çünkü onlar da bir mana. Her mana Allah'ın bir ismi. Hoş bir literatür oluşur. Bizim tarihimiz mutasavvufların divanları ile doludur. Leylası, Mecnunu..vs.. hep aşk dile gelmiş..Aşk şiddetli bağlantı demek aslında, cinsellik manasında kullanılıyor, o yanlıştır. O da ayrı bir tahriftir. Ehl-i tasavvuf yokluktan o kadar çok kaçmış ki, en ufak bir ismin en ufak bir görüntüsüne yapışmış ve bazen orda tıkanmış kalmış. Kelamın isimleri var; vacibü’l vücud, zat, kadim, ferd. Bunlar hadislerde ve Kur’an’da geçmiyor. Bunlarda caizdir ama belli bir teville caizdir. Nasıl ehl-i tasavvufun Esma-ül Hüsnasını şeriate uydurup tevil ediyoruz, kelamın kullandığı vacib-ül vücud, kadim gibi bazı sıfatları da tevil ediyoruz. Mesela Üstad ferdi Ehad manasında kullanmış. Ferd bireyselleşmek demek, peki sonsuz olan Allah'ı nasıl bireyselleştirmiş ?? Ehadiyet manasında.. Allah bütün esmasıyla yetenekleriyle bir noktada tecelli edince orda yetenekli bir nokta olur, o da ferd olur. Üstad bu şekilde bize yol gösteriyor. Vacib-ül vücud da; Allah fani bir şekil bir madde değildir manasında, bunun karşılığı da “Hakk”dır Kur’an’da. Kelamda kimse bunu anlamayınca vacib-ül vücud diyerek, kendi kendine yeterli olan, gerçek var olan O’dur demek istemişler. Kelimelerde tıkanmamak lazım. Kullanılmaz demiyorum kullanılır ama nasıl ehl-i tasavvufun literatürünü tevil ediyoruz, kelamın söylemlerini de belli bir tevile tabi tutup ancak öyle kullanırız. Yoksa Kur’an’ın ve hadisin öngördüğü ilahi tasavvuf biraz zedelenmiş olur. Gerçekten Kur’an’ın ve hadisin kullandığı Esma-ül Hüsna gerçek bir mucizedir. Bir bedevinin Allah hakkında o literatürü öyle güzel kullanması muhaldir, mümkün değildir. Sonsuz kâinatı, geçmiş ve geleceği sonsuz manalarıyla tecellileriyle bilmesi lazım ki Kur’an’daki o isimleri güzel olarak yerinde kullansın.
Kur’an’da Allah yaptı, etti, gitti gibi tabirler var. Onlar ehadiyet tecellisi ile. Çünkü Allah sonsuzdur, bir yere gelip gitmez fakat tecellisi gelir senin evini yıkar, gelir sana bir tokat atar veya gelir karşında Cebrail olur veya Muhammed (s.a.v) olur. Hz. Muhammed bir cilve-i ehadiyettir. Bazı yerde ehl-i tasavvuf kullanmış. Efendimiz (s.a.v) in yıktığı, yaptığı bazı işleri Allah yaptı diye de Kur'an'da geçer. Çünkü aynı el, aynı buyruktur. Mecazen kullanılır bunlar. Üstad 32. Sözde mertebe mertebe 70 ismin birbirinden nasıl çıktığını anlatırken en sonunda: Ey şiddeti zuhurundan gizlenmiş olan Allahım. Seni tenzih ederim, diyor. Yani bütün esma aslında O’dur. Aradaki fark sınırlılık ve sonsuzluk var. Ene’l Hakk diyeni boşuna şehit ettiler diyoruz ya..bir manada o da doğru aslında. Aradaki süreç, sonsuzu sonlu ile karıştırması.. idam edildi ama kalbi kafir değildi..ümmet ona yine saygı duydu. Ama küçük bir mertebedir o, daha yukarı mertebeler var. Üstad kelamcıların yaptığı gibi; Allah uzaklarda, sonsuz uzayın bir köşesinde, biçimsiz, şekilsiz, bize ara sıra karışan manada kuru bir kelamı savunmuyor. Üstad Risalede 32.sözde ispat etmiş ki her atomda, her harekette, her olayda Allah'ın izi, eseri, emri, buyruğu var. En sonunda da “Sen şiddetini zuhurunda gizlemişsin” diyor. Çünkü O’dur zaten. Biz O’dur diyemiyoruz çünkü sınırlıyız. Sınırlı olmasak O’dur diyeceğiz. Mesela Kur’an sonsuzdur. Arapçası itibariyle değil, manası itibariyle. Ruh bir açıdan ism-i Hay’a bakması hasebiyle mahlûktur. Mahlûk değildir ama şekil aldığı için mahlûktur, orda İbn-i Arabî eksik bırakmış diyor Üstad ve tabiat risalesinin sonunda ve 26. Lem’a’da “halk” şekil vermektir, yoktan yaratmak değildir ve Allah’ın ilminde her şey var, yokluk yok diyor. Kudretine ilmine şekil veriyor, kudretinden görünür hale getiriyor, gerçek varlığı da ilimdir ve ilim olarak her şey var zaten diyor. Yani yokluk denen şey yok. Vecede, vücüdü; rastgeldim, buldum, keşfettim demektir. Vücud kelimesi Kur’an’da geçmiyor. Bizim varlıklarımız şekildir, vücud değildir. Allah’ın bize emaneten verdiği vücuda mecazen biz vücud diyoruz. Aslında kâinatta her şey var biz bir şeyle karşılaşınca, keşif, inkişaf oluyor sadece. 25. Söz Risalenin temel bir risalesidir; Kur’an’ın her bir ayetinin bir İsm-i Azam’a dayandığını, bir isme dayandığını ve Kur’an’ın o isimle o olayları, Asr-ı Saadette bile olan bitenleri bir esmaya münasip bir şekilde bağlaması başlı başına mucizedir diyor. 2. Şule’de 10 tane örneğini vermiş. Üstad kelam ehlidir ama kelamı, klasik kelamdan farklıdır. Kelam silsile yapar, bu bunu yarattı, bu bunu yarattı en sonunda Allah yarattı, der, Üstad ise; Kur’an metoduyla gidiyor ki, Allah her şeyi bizzat kendi eliyle, gücüyle, ilmiyle yarattı diyor. 25. Sözün sonunda da; kelamcılar Kur’an talebesi olduğu halde metodları tam Kur’anî olmadığı için, Kur’an’ın on ayeti kadar irşada sebep olamamışlar diyor. Ortaçağın Yunan felsefesini dahi öğrenmiş, bütün Ortadoğu’nun fen ve felsefesini öğrenmiş kelamcılar Kur’an’ın on ayeti karşısında aciz kalmışlar. Aciz derken çağdışı yani. Kur’an mucize, onlar gene çağdışı. Hatta kelam literatürü ile kim Allah'ı ispata çalışırsa daha çok şüpheye düşer. Üstad kelam literatürüne taraftar değil. Üstad her sahada müceddid olduğu gibi bu sahada da müceddiddir, kelama yeni bir kılıf getirmiş. Esma-ül Hüsna’yı da yeni bir okuyuşa tabi tutmuş. Kur’an’ı Kerim’de de müceddid, yeni bir tefsir anlayışı getirmiş ama Üstadın zaman ve zemini dar olduğu için her şeyi tam açamamış, bazı şeyleri talebelerim yapsın demiş. Materyalizmi kırmak için Risale de Esma konusunda %20 ispattır, %80 – 90’ ı tevhiddir. Tevhid öyle bir mucizedir ki, onun tadını almadıkça zaten Allah’ın varlığına, birliğine de inanamazsın. Üstad o vesveseleri kovmak için önce bir ispat yapıyor sonra o sonsuz marifet deryasında seni yüzdürüyor. Risale-i Nur diğer kelam ve tasavvuf kitapları gibi sadece isimlere değinip bırakmamış. Ayrıca bu hakikatlerin Kur’an, ilim, kâinat açısından, enfüsi ve afakî açılardan ispatına da girişmiş. Yani her bir risale bir İsmin veya İsm-i Azamın ispatıdır aynı zamanda. Hem ispat ediyor hem de o ismin hakikatini insanlara yaşattırıyor. Bir mürşiddir risale, bir müsbit bir felsefedir. Fakat insanların çoğu avam olduğu için ve bu asırda insanları kurtarmak en acil birinci vazife olduğu için Üstad bu yüksek hakikatlere avami bir üslup giydirmiş ki herkes istifade edebilsin... Bu ispatları sadece 30. Lem’a çapında özetlersek, Risalenin güzel bir söylemi var. Her ismin hakikatini ispat eder. Mesela besmelede. ilk girişinde 14. Lem’a’dan bir makam girmiş, orda rahmetin sonsuzluğunu, nasıl tecelli ettiğini anlatmış.. ve yaşattırıyor da.. burada Allah üç isimle tecelli etmiş.Bismillah; Allah ismiyle. Allah bütün kâinatta, mabudiyet, ulviyet olarak tecelli ediyor. Yani sonsuz, tapılan, yüce hakikat sadece Kendisi olan. Rahman; bir buçuk milyon türün trilyonlarca efradını karada denizde, geçmişte gelecekte besleyip onları rızıklandırması, kâfiriyle müminiyle, fakiriyle zenginiyle hepsini besleyen bir rahmet.Rahim; İnsanları şefkatkarane bir şekilde yaratan, besleyen. Yani besmele: Kâ”inatı yeryüzüne, yeryüzünü de insana bağlayan arada bir ip gibi... İbn-i Arabî o yolla eşya arasında ince münasebetler var, ruhlar ve melekler o yollardan uruc ediyor diyor. İnsan besmele sayesinde kendi daracık alanından sonsuz varlığa yükselebilir. Besmele başlı başına bir mucizedir. Onun için her şeyin başında kullanılır.
Üstad, Risalenin özeti olarak en son 30. Lem’a ve 2. Şua’yı beraber yazmış. 30. Lem’a’da özellikle İmam Ali’nin İsm-i Azam dediği ve Nur talebelerinin sekinede tekrar ettiği Ferdün Hayyün Hakemün Adlün Kayyumün ve Kuddüs ismini kâinattaki delillere dayanarak tek tek hakikatlerini, mahiyetlerini anlatıyor ve ispat ediyor. İmam Ali Ferd’ten başlıyor çünkü ferdiyet ehadiyetin temsili.
Üstad ise Kuddüs’ten başlamış sonunda 2. Şuada Ehad ile bitiriyor. Orada ince münasebetler ve sırlar var. Çünkü bu asır kirli bir asır; kalpler, beyinler, aileler, çevre hep kirlenmiş... Üstad insanların en uyanabileceği, görebileceği temizlik hakikatini gösteriyor. Kâinatta atomdan galaksilere kadar hiç bir yerde kirlilik yok. İnsanların yaptığı kirlilik hariç. Çünkü insanlar serbest ve Kuddüs ismi onlarda tam yansımıyor. Onların kuddusiyeti cehennemde tam olarak tecelli eder. Gerçekten bu bir mucizedir. Bitkiler, hayvanlar, galaksiler, yıldızlar arası, denizlerin içi, üstü, tuzluluk oranları, dağların tepelerin eğilim oranları, dengelenmeleri... Müthiş bir temizlik var ve bu inkâr edilmez. Kim Allah'ı inkâr etse dahi tabiatın böyle temizleyici bir fonksiyonu olduğunu inkâr edemez. Anca tanrı tabiattır der, yanlış bir isim koyar.
Zaten Üstad da; kimse Allah’ı inkâr edemez ancak esması konusunda dalalete düşer, yanlış isim koyar diyor. Sonsuzu idrak edemez, kudreti görür ilmi göremez, temizliği görür Âlim ismini göremez, o Kuddüs ismi içinde eğer Âlim ismini de görse, Mürid ismini, idrak sıfatını da görse Allah’a tapmış olacak ama kördür, tek noktadan baktığı için kâfir oluyor. Çünkü kalbi, vicdanı kirli. Eğer temiz olsa da bu ecdadından, anasından babasından aldığı geçici bir iman halidir, onu sermayeden tüketiyor. Bir iki nesil sonra dinsiz insanlar hepten anarşist, Ye’cüc Me’cüc olur, asıl gerçek kirlilik o zaman olur. Amerikalılar bunu keşfettiği için bu konuda bir film çekmişler. 2150 senesinde 400 milyon nüfus 1 milyona iniyor, herkes birbirini öldürüyor, hiçbir fabrika çalışmıyor, hiçbir çöp kaldırılmıyor, kim kimi nerde görse öldürüyor, aile hayatı bitmiş, gemilerde yaşayan insan görüntüleri... 2150 senesi için böyle bir dünya görüntüsü tasarlamışlar. Kıyamet tarihi ile de örtüşen bir tarihtir.
Üstad neden İmam Ali'nin tertibini kullanmadı? Bunun ilk izahı şudur: Kâinatta onların tecellisi kalbine sırayla tecelli etmiş. Önce Kuddüs ismi tecelli etmiş, sonra Adl, Ferd, Hakem, Hayy, Kayyum… sırayla tecelli etmiş. Üstad kıyametin nasıl kopacağını bu altı ismin tecellisiyle anlatıyor. Rastgele bir sıralama değil bu. Kıyametin kopması olayında önce temizlik kalkacak, kudsiyet bitecek. Kalpte, bedende, yuvada, çevrede, toplumda temizlik bitince kıyametin ilk çanları çalmış olacak.. Temizlik bitince Adl ismi yani adalet ve denge kayboluyor, bu sefer birçok şeyde iki kere iki dört etmeyebilir, belki ilaçtan beklediğin şifayı alamayacaksın, yediğin bir gıdadan beslenme oranını alamayacaksın. Dengeler kaybolduktan sonra kimyada ve fizikte bilinen kurallar işlememiş olacak. Bütün ilimler Hakîm isminin bir tecellisidir. Bir şeyin orantılı yapıda oluşması ve faydalı bir şekilde olması Hakîm ismidir. Denge kaybolunca hikmet yani ilim, Hakîm ismi tecelli etmeyecek. Fizik fizik olmaktan, kimya kimya olmaktan çıkacak, insanlar ilim yapamamış olacak çünkü artık hiçbir yerde kurallar tutmayacak.. sonra birlik bozulacak. Ehad, yani Ferd. İlimler kainattan çekilince birlik bozulacak.. birlik bozulduktan sonra canlılık bozulacak. Canlılığı birlik ayakta tutuyor çünkü canlılığın gerçek tarifi birliktir.Dünyada binlerce mütefekkir, mutasavvıflar düşünmüşler bu canlılık, Hayy nedir diye.. Üstad; hayat, cilve-i ehadiyettir diyor. Yani birlik bozulunca canlılık dağılıyor. Canlılık bitince Allah kâinattan kayyumiyet tecellisini kesecek, kâinat yok olacak. Bu şekiller, işler, güçler yok olacak. İşte gerçek kıyamet o zaman olacak. Sonra ne olur? Allah boş durmaz, bir ceset ölür bin ceset diriltir. Bir kainat kopar, 2. Şua’da gelen Ehad ismi tecelli eder her insanı bir kainat yapar, sonsuz kainatlar yaratır.. Ahireti, cenneti, cehennemi yaratır gene Esması tecelli eder. Çünkü esma ezeli ebedidir, ezeli ve ebedi bir şekilde tecelli etmek ister. Hatta İbn-i Arabî der ki: Hz. İlyas ile görüştüm, bu kâinat ne zaman başladı, ne zaman bitecek diye. O da: “Başı sonu yok, Allah bir kâinat yaratır kıyametini koparır sonra yeni bir kâinat daha yaratır onun da kıyametini koparır.” Bunu da bazı felsefeciler, düşünürler sorar; Allah eskiden ne yapardı diye. Allah'ın tecelli etmediği bir an yok ki, O hep yaratır. Mesela bizim kâinatın yaratma süresi belli, işte 20 milyar sene önce... 150-200 sene sonra da kıyameti kopacak. Ama başka âlemlerde belki yeni yeni filiz veren kâinatlar var.
Bu konuda Üstad ehadiyet cilvesiyle kapıyı açık bırakıyor ve bizim kâinat için ölçü veriyor diğer kâinatları biz bilemeyiz, gaybdır. Ama kapı açıktır, biz Allah'ın ezeliyetinden ve ebediyetinden onu anlıyoruz ki; Allah her zaman tecellidedir. "Külle yevmin hüve fi şe'n" ayeti Üstad Kayyum isminde kullanıyor. Üstad da o ayetin farkında, kayyumiyet her zaman var diyor. Kayyumiyet; ayakta tutmak demektir. Bir kâinat kayyumiyet alanından çıkmış, kıyameti kopmuş olabilir, başka bir kâinat o alana girer onu ayakta tutar. Mesela ben ölürüm yerime 50 tane diriltir onları ayakta tutar, sürekli şe'nler değiştirir. Onları da israf etmiyor, kıyamet kopunca bu kâinatı çöpe atmayacak, bütün olan bitenleri değerlendirecek, hesap, kitap, ahiret var orda esma biraz daha tecelli eder çünkü imtihan sırrı, sınırlılık kalkmış, belki burada bir senede olan işler ahirette bir anda olur. Çünkü burada imtihan var onun bir senede olması gerekir. Belki burada bir trilyona yapılacak bir masrafla olacak iş orda bir dua ile olur, ahireti biz bilemeyiz..ama şunu bilelim ki, nasıl dünya ; bütün varlıkları, olayları, hakikatleri ile birer ismin aynası, göstergesi, ölçüsü, yaşanılan halidir, ahiret de bundan farklı değildir. Hatta İmam Rabbani cennet güzellikleri somutlaşmış esma-i İlahiyedir demiş. Bu İmam Rabbani'nin sözü ama Kur'an'da daha açık olarak var. Rahman suresinde iyi kötü bütün hakikatler dualite olarak anlatıldıktan sonra, "Tebare kesmüke zül celali vel ikram" "Senin rabbinin ismi ne yücedir." Çünkü bütün bu olan bitenler senin rabbinin ismidir, yalnız O “zül celali vel ikram”dır, O hep dualite yapar. O'nun iki eli var, geçmiş ve gelecek. Sağ ve sol, cennet ve cehennem, dünya ve ahiret, ruh ve beden. Fabrikası bu şekilde çalışıyor ve bu fabrika ne üretse güzel üretir.
Üstad 30. Lem’a 2. sırada ism-i Adl’i ispat eder, denizlerden, bitkilerden, yıldızlardan... Sanıyorum ki Üstad 70’li yıllardan sonra yaşamış olsaydı ism-i Adl'in konusunda sibernetik teknolojisini kullanırdı. Çünkü onun zamanında sibernetik keşfedilmemişti. Ama Üstad aynı sistemi vermiş. Mesela balıklar; denizin içinde binlerce tür var, milyarlarca ürün veriyorlar ve dengeleri muhal. Nasıl muhafaza edilir? Birbirini dengeleyerek yani sibernetik olarak. Hatta Üstad yer yer risalede bu sibernetik hakikatlere değinir, "Zalim Allah'ın kılıcıdır, önce onunla intikamını alır adaletini yerine getirir sonra döner zalimden de intikamını alır yine adaletini yerine getirir."
Adalet üzerinde çok durmak lazım. Adalet ismini bilirsek, az bir kuvvet ile çok şey elde edilebilir. Bugün batı medeniyetinde küçük dengeler üzerine kurulmuş, onun için çok şey elde ediyorlar. Peki İslam alemi ?? İslam alemi diye bir şey kalmamış ki denge olsun.. Önce temel doneler olacak ki biz o doneleri dengeleyelim, maalesef bizim her şeyimiz çalınmış. Bizim elimizde varsa yoksa Kur'an'a dayalı olan ism-i Adl var, biz bu ismi yeniden keşfetmemiz lazım. Mesela bunu keşfetsek bilgisayar teknolojisini elde ederiz. Bir millet bu teknolojiyi veya yazılımını elde etse, ki bu da ism-i Adl'in tecellisidir ve Üstad onu kainat çapında 30. Lem’a 2. nüktede anlatıyor, dünyanın en zengin milleti olur. İşte İrlandalılar öyle… Avrupa’nın en zengin milleti oldular 20 senede.. Bugün Amerika'nın bilgisayar teknolojisi bir tarafa, bütün ekonomisi petrolüyle, tarımıyla bir tarafa, o kadar zenginlik üretiyor. İşte ism-i Adl, her şeyin hakikati, özü.Denge olmazsa elde olanın da bir kıymeti olmuyor. Müslümanlar 1400 sene dünyada hükmetmiş ise de başta çok acemilik çekmişler. Çünkü Kur'an ve Hz. Peygamber'in (s.a.v) mucizeliği tam anlaşılmamış. Ama adalet ve şeriat hakikatine çok iyi yapışmışlar. Onlar için adalet her şeydi. Osmanlı 600 sene, Abbasi 500 sene, diğer devletler 100 er sene kalmış ise bunun tek bir izahı var. Hıristiyanlarda, Yahudilerde, İranlılarda, Ruslarda, denge adalet kalmamıştı. İslam’ın adaleti tecelli edince herkes dört elle sarıldıysa bu Müslümanların becerisinden değil..Adalet vardı. Biz o adaleti dengeyi kaybettik. Mesela Osmanlı dini ilimlere fazla ağırlık verip fen ilimlerini ihmal edince dengesizlik oldu.Gelecekte her şey gıdada saklıdır. Kim gıdayı ele alırsa en büyük zengin o olacak çünkü artık bilgisayar şu..bu..da para etmeyecek, beslenme çok önemli olacak. Gıdanın sağlıklı oluşu dengedir. Ama bugün ilaçlarla, hormonlarla, gübrelerle biz o dengeyi bozuyoruz. Denge öyle büyük bir mucizedir ki, bir yerde bozulduğu zaman mesela atmosferde ozon tabakasında, bütün insanlar bir araya geliyor telafi edemiyor.. Bir hücre bozuluyor kanser oluyor bütün tıp birleşse tedavi edemiyor. Temizlik çok önemli ama ondan daha da önemlisi denge. Üstad 30. Lem’a’da bunun ana hatlarını anlatmış. Belki örnekleri yeterli olmayabilir ama mantığını vermiş. Hikmet… Kur’an-ı Kerim’de en çok kullanılan isimdir Hakîm ismi. Yararlı, ölçülü iş yapan manasında. Müslümanların durumuna bakarsak neyimiz yararlı, ölçülü! Hikmet aslında bilimsel demek. Üstad bütün ilimleri örnek vererek diyor ki: “Ey Müslümanlar, Kur’an’a sahip insanlar, Allah’ın en büyük ism-i Azam’ına mazhar olmaya çalışanlar! Şu hikmet çerçevesi içinde bari dünyanın keşfettiği şu bilimsel hakikatlerden geri kalmayın!” Maalesef bugün bizim hiçbir şeyimiz bilimsel değil. Biz bir tek dinî bilgiler biliriz, onunda %80’ini hurafeye dönüştürürüz. Yaradılış teorimiz yok, kimyada fizikte bir icadımız yok, ciddi bir okulumuz yok. Bazıları Müslümanlar gericidir diyor ama Müslüman yok ki gerici olsun... Hiçbir ismini yaşamasak Hakîm ismini yaşamamız lazım çünkü kâinatta anlamsız, verimsiz, faydasız bir nesne yok. İlimle izah edilemeyecek bir hakikat yok. Hani bizde ilim ? Bizim ilim ehlimiz dinsiz oluyor, Avrupa’nın ilim ehli dindar oluyor. Burada bir yanlışlık var. Demek ki biz dini yanlış anlatıyoruz. Niye Üstad her şeyi açıklıkla anlatmamış diyen olursa; çünkü vakti yoktu dinsizlik gelmişti ve Üstad bazı hakikatleri anlatarak bunu durdurdu. Üstad boşuna fiziği, kimyayı, jeolojiyi anlatmadı. “Ey talebelerim siz bunun örneklerini yapmalısınız” diyor.
İspat meselesinde; Allah bir canlı mıdır yoksa soyut bir kavram mıdır? Üstad ism-i Hayy’da hayatın bin bir somut renginden Allah’ın böyle kuru bir kavram bir cisim olmadığını anlatmış. Hayatta ne kadar kavram varsa hepsinin Zat-ı vahidden tecelli ettiğini anlatmış. Ferd isminde ehadiyeti anlatmış. Birliği... Ama bugün İslam âlemindeki bölücülük tevhide aykırıdır. Biz ehl-i tevhidiz diye kendi kendimizi kandırıyoruz. Türkü, Kürdü, Alevisi, Çerkezi diye bölerek... Yok, tarikatlısı, tarikatsızı vs. Evet renklilik olacak ama biz bir bütün olmalıyız. Sünni Aleviyi, Alevi Sünniyi kucaklayacak ki denge olsun, birbirine hayat versin, renk versin. Aslında bütün insanlık İslam’dan medet bekliyor. Avrupa İncil’i anlamadığı için uyuşturucu belasına, aile yıkımına, sarhoşluğa müptela. Onlar da bizden medet bekliyor. Birleştirici olmamız lazım. Sulh esastır. Savaş ne zaman olur? Karşı taraf senin sözünü bile bile reddettiği zaman savaş yaparsın. Reddetmediği müddetçe savaş yok İslam’da. Bugün kapılarını açıyorlar, gelin bize doğruyu anlatın diye. Ama biz adam öldürmeyi seçiyoruz ondan sonra Müslüman’ın adı terörist oluyor. Bu sefer Avrupa bu teröristleri kökten kazımalıyız diyor. Çok acı bir durum.
Risale-i Nur sulh-u umumiyeyi ikame etmekle mükelleftir manasında Üstadın yayınlanmış ve yayınlanmamış mektupları, lahikaları var. Ama neyle Risale ikame edecek. Üstadın üniversitesi mi var? Yok. Dünyada Nobel ödülü almış talebesi mi var? Hayır. Yeni bir felsefe icat etmiş talebesi mi var? Yok. Üstadın gene himmeti. İnşallah dünya Risale-i Nur’daki Esmaü’l Hüsna mantığını keşfedecek bu sayede artık Nurcudur, şucudur bucudur demeden bütün dünya insanlarına mal olur, dünyaya yeni bir birlik, yeni bir canlılık, anlayışlı hikmetli yeni ilimler, yeni bir düzen ayakta olur yoksa kıyamet kopar başka alternatif yok.
Üstad Risale-i Nur’da birliği esas alarak bütün esmayı tevhide dayandırıyor. Çünkü biliyor bu asırda insanlar dağılmış, bölünmüş, kâinatta ne kadar sebepler varsa o kadar tanrılar edinilmiş. Eskiden 5-6 puta tapılırmış ama şimdi her şey put olmuş.. kafalar çok dağılmış. Bunun telafisi yine Risale’nin Esmaü'l Hüsna mantığıdır ve onda ispatı vardır. Risale talebeleri şimdi ne fakülte kurmakla uğraşsın ne kimya öğrensin, bunların şimdiye kadar olması gerekirdi, artık geçti. Bundan sonra bu Esmaü’l Hüsna hakikatlerini bütün insanlara götürmeliyiz ki bir kıyametin kopuşunu engelleyelim. Esmaü’l Hüsna dinler üstüdür. Yahudi’si de, Hıristiyan’ı da, Budist’i de aynı Esma’ya inanıyor. Üstad kıyametin erken de kopabileceğini söylüyor gecikebileceğini de. Tarihi belliyse bile şartlıdır. Yeni bir hayat, yeni bir anlayış, imanı insanlığa sunarsan ki Risalede ispatı var. İspatı olmasaydı sofilerin, kelamcıların kitapları var derdim ama onlar yetmiyor, bu asrın insanı ispat, delil istiyor. Akla girecek şekilde mantıklı, somut bir veri istiyor. Bunlar fazlası ile Risale’de mevcut. Belki üslubu, kelam üslubu veya Osmanlıcadır veya memleketinin üslubu ile örnekleri kullanmıştır ama “Hiçbir zaman elbiseye bakmayın, içindeki cevhere bakın” diyor.
Ehadiyet tecellisi esastır. Allah bir yerde tecelli edince bölünmeden tecelli eder. Nasıl ki devlet karakolda tecelli ettiği zaman, karakolda; Milli Eğitimin de, Sağlık Bakanlığının da, Gıda Bakanlığının da parmağı var aynı şekilde bir isim tecelli ettiği zaman ayrılma ve bölünme olmadan bütün isimler tecelli eder. Mesela, devleti karakoldan ibaret bilmemek lazım. Üstad Esmaü'l Hüsna’da seyr-ü sulük yapın diyor. Ne demektir bu? Yukarıya doğru çıkılma manasında değildir, 24. Sözde izah ediyor. Yatay gelişme. Örneğin; tek bir çiçekte baharın, yeryüzünün, güneş sisteminin, galaksimizin halikını görün manasında. Allah yukarıda bir yerde değil ki sadece oraya gidelim. O her yerdedir. Nasıl O’na ulaşırız? Yatay büyümeyi, gelişmeyi sağladıkça. Her bir isim bir penceredir, yatay gelişme oldukça Allah’a yaraşır bir görüntü kalbimize yansır, biz de huzur içinde ebedi bir cennet içinde yaşamış oluruz.
BAHAEDDİN SAĞLAM
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder