16 Ocak 2008 Çarşamba

BESMELE' NİN SIRLARI

Kadir Bey’in Soruları;

Muhterem Hocam gönderdiğiniz cevabı ve makaleleri okudum. Üzerinde tetkikatım sürüyor. Bu arada bu sabah 14.Lem'a’nın 2. Makamı’nı okumaya başladım. Sizinle müzâkere ettiğimiz konular ve esmâ-i hüsnâ ile alakadâr sesli dersinizi arabada müteaddit defalar dinledikten sonra bu dersi okurken daha değişik tarzda mütalaa ederek okuma ihtiyacı hâsıl oldu ve birçok soru çıktı. Bunları size sıralamak istiyorum.

1) Besmele için Üstad; “ Sahife-i âlemde bir satır-ı nurânî teşkil eden üç sikke-i Ehadiyyetin kudsî ünvanıdır. Ve kuvvetli bir haytıdır ve parlak bir hattıdır ” diyor. Ve “ İnsânî arşa çıkmağa bir yol olur ” diyor. Gerçi üç sikke-i Ehadiyyeti önceki paragrafta açıklıyor ama “ hayt ve hat olması ve insânî arşa çıkmak ” konularını biraz daha açar mısınız?

2) “ Vâhidiyyet içinde ukùlü boğmamak ” hakikati acaba “ Şiddet-i zuhûrundan gizlenmiş ” hakikatı ile açıklanabilir mi?

3) “ Vâhidiyyet içinde ukùlü boğmamak ve kalpler Zât-ı Akdes' i unutmamak için ” cümlesinde “ Zât-ı Akdes ” kavramı ve “ unutulması ” kavramı üzerinde durabilir misiniz?

4) “ O Sultan'a muhatab ve halil ve dost olmak ” ne demektir? Sizin hep söylediğiniz “ Sonsuzluğa entegre olmak ” la açıklanabilir mi?

5) “ Kendi istiğnâ-yı mutlakına karşı Rahmetini ihtiyac-ı mutlak içindeki zîhayata ve insana makbul bir şefaatçi yapmış ” ifadesinde “ Kendi rahmetinin ”, “ Kendi istiğnâ-yı mutlakına karşı ” insan için şefaatçi olması ne demektir?


14. Lem’anın 2. Makamı ile Alâkalı Notlarım


Pek değerli Kadir Ağabey!

Hatırlıyorsun, Fâik Ağabey daima 14. Lem’anın 2. Makamı ile ilgili rüyasını anlatırdı. Şöyle ki: “ Üstadı görmüş. Üstad büyük bir cemaate hitap ediyormuş. Ve seyr u sülûk ile, maneviyât ile ilgili her şeyi Risâle-i Nur’da serpiştirdiğini, özellikle 18. Söz ile bu 2. Makam’da açıkça anlattığını söylemiş. ”

Ben yıllar sonra ve muhterem Ağabey’in vefatından çok sonra bu rüyanın yorumunu anladım. Yani eğer 18. Söz’deki 1. Nokta ile “ Nefsin mâhiyetini ” bilsen; 2. Nokta ile “ Tabiatı ” tanısan yani hem nefis, hem tabiatta zâhiren görünen çirkinliklerin aslında çirkin olmadığını ve bizim onu çirkin ettiğimizi anlasan, ve 3. Nokta’daki bilgi ile, “ Ubûdiyet dairesinde güzelleşip İlahî muhabbete ersen ” işte seyr u sülûkun 1. basamağı biter, dindâr bir sûfi olursun. Ve eğer 14. Lem’anın 2. Makamı’ndaki sırları da tam anlayıp yaşasan, insan-ı kâmil ve ârif bir asfiya olursun.

Değerli Ağabeyim! Benim bu makamdaki manevi açılımları tam aktarma gücüm yok. Fakat tasavvufla, felsefe ile meşguliyetten ve çokça şüpheleri def etmek zorunda kaldığımdan ve Kur’an tefsiri ile çok meşgul olduğumdan belli kavramları anladığımı söyleyebilirim. Fakat Üstad, “ Bu makam, fikirden ziyade hisse bakar ” demekle, bilgiden ziyade yaşanılması gerektiğini söylüyor.

1) Kâinat, ( Varlık ) faaliyet ve tekerrür-ü vücûduyla sonsuz olduğundan Allah ona bakar. Allah kelime olarak Mâbud ( tapılan ) demektir.

Yani eğer bir hakikat, bir varlık sonsuz olmazsa, tapılmaya layık değildir. Ve eğer insan, sınırlı şeylere tapsa, bir nevi putperest olur. Çünkü sınırlı şeyler, sonsuzun yanında geçicidirler, fânidirler, esmâdırlar; sonsuz bir bilgi ve bilinç ifade etmezler.

2) Rahman ise yeryüzü ve yeryüzündeki diyalektik süreç sonucu olan faaliyetler, demektir. Daha doğrusu bu hakikati bütün somut, küreler, varlıklar, baharlar, çiçekler ve rızıklar şeklinde ifade edebiliriz. Ki, bu faaliyet somut olarak en güzel şekliyle yeryüzünde tecelli etmiştir.

Demek, kâinatı, mutlak varlığı, sonsuzluğu, sınırsız bilinci anlarsan, bu sefer sıra, insana gelir. İnsan ise bir mûcize-i hilkàttir.

İnsan, sınırlı, küçücük bir varlık olduğu halde sonsuz bir bilgiye, bir güce, bir iradeye, özel inâyet ( ilgi ) ve kerâmetlere, İlahî müdahalelere mazhardır.

İşte, eğer Allah’ı ( soyut ve sonsuz bilinci ) ve Rahman’ı ( somut ve sayıları ile sınırsız verileri ) ve ardında bu iki açılı sonsuzu ispat eden Rahimiyet’i görüp yaşarsan, insan-ı kâmil olursun, insâniyet arşına ( zirvesine ) çıkarsın, Vâhidiyet ile Ehadiyet’i bir görürsün.

3) Allah, sonsuz olarak bir bilinç, bir gerçek ( vâcib ) varlıktır. Buna Vâhidiyet ( geniş birlik ve bilinç tecellisi ) diyebilirsin.

Sonra somut olarak da değişik varlıklar ve benlikler olarak, maddî ve şehâdet âleminde, esmâları sayesinde görünür. Fakat bu da bir derece sonsuz olduğundan, insan için algılanması ve muhatap alınması yine zordur.

Bu Bilinç ve Gerçek Benlik, Kur’anda Taha sûresinde “ Ben, Ben’im. Ben, Allah’ım ” şeklinde ifade edilmiştir.

Yani Gerçek Bilinç ve Gerçek Varlık ve Gerçek Benlik, ( Ene ) ancak Allah’tır. Ki, Muhammed İkbal psikolojik ilme dayanarak, Allah’ın “ Büyük Ben ” olduğunu, diğer varlıkların ve özellikle şuurluların “ Ona tâbi benlikler ”[1] olduğunu söylemiştir. Hem Avrupa’da, hem Asya’da bir büyük tesir göstermiştir.

İşte insan Allah Benliği’ni, Rahman Benliği’ni düşündüğünde bunlar sınırsız olduğundan, fikir onları kuşatamaz.[2] Fakat bir bahçede, bir şeyhte, bir peygamberde, insanın yüzü ve sesi gibi bir şuurlu fiilde küçük çapta o Sonsuz Ben’in bir monadını ( Ehadiyet tecellisini ) görür, arkasındaki gerçeğin sonsuz olduğuna intikal eder, “ İyyâke Na’budu ” der.

Hülasa Zât-ı Akdes bu sonsuz Vâhidiyet ve sonsuz Ehadiyet cilvelerinin ismidir. İlahî Benliğe verilmiş, tasavvûfî bir kavramdır. Kur’an daha çok bu benliğe “ Vahid ve Ehad ” der.

Yoksa kâinat ayrı, Zât-ı Akdes ayrı ve ötelerde hayalî bir varlık değildir. Bu bizi batıl ve Vahhâbîce bir inanca götürür, ehl-i ilmi de dinden küstürür.
Üstad, Ahmed-i Hànî, Ahmed-i Cezerî, Mevlanâ ve İbn-i Arabî, “ Vahidiyet de, Ehadiyet de birdir, sadece çap farkı var. Su ile buzun birliği gibi ” demişler.

Fakat bu bilgiler seni eksik bir Vahdetü’l-Vücûda götürmesin… Çünkü onlar, sınırlı ( ismin tecellisi ) olan nesneleri —ki gayrdırlar— sonsuz Ulûhiyet ve Rahmâniyet ile iltibas etmişler. İnsanın sîmasına “ Sûretu’r-Rahman ” demişler.

Benim entegrasyondan kastım, insan gibi sınırlı bir ben’e sahip kişi; eğer Ulûhiyet ve Rahmâniyet’e teslimiyet tarzında entegre olursa sınırlı ve fâni olmaktan kurtulur, ebedîlik kazanır, demektir.[3]

Ene’nin hayalî birliğinden ( ki insan beyni ve ben’i 10 milyar hücrenin nisbî bir birliğinden ibarettir ) kurtulur, insan-ı kâmil olur.

Hatırla ki, Kur’an putlar için “ Sadece birer isimdirler ” diyor. Biz de ben olarak bir isimiz. Evet, karakol devlettendir. Devletin savunma isminin bir noktasıdır. Ama devlet sadece karakoldan ibaret değildir. Hatta devlet bir açıdan sonsuz ve soyuttur.

4) Allah sonsuz yetkinliğiyle aslında, sınırlı ve geçici varlıklar olarak görünmek istemez. Fakat mana ve şefkat ve rahmet, yani tenezzül edip somutlaşma eseri olarak, maddiyâtı, olayları yaratmıştır. ( Onlara şekil vermiştir, onları birer dosya, birer ben yapmıştır. )

Onun için, Üstad, “ Yeryüzünü, uzayı, insanlık âlemini özellikle yavrular dünyasını şenlendiren rahmettir ” diyor.

Demek rahmet mübalağa ve sonsuzluğu ifade eden Rahman olarak, kendini tabiat yasaları olarak gösteriyor. Fakat insanın, özellikle ehl-i imanın yükü çok ağır olduğundan ve çokça ezildiğinden Rahimiyet devreye girer, onları özel inâyetlerle kurtarır.

Demek Risale-i Nur, sırr-ı hilkàt-ı âlemi keşfettiğinden, İsm-i Hakîm’e ve yüzlerce kerâmet, tevâfuk, destek ve İlahî inâyet ile muvaffak olduğundan İsm-i Rahîm’e mazhar olmuştur.

5) İşte Rahmâniyet yani âlem-i şehâdet cem’-i ezdad üzere tertip edildiğinden ve bu görevde somut icraatı en yüksek seviyede icra eden, Hz. Muhammed olduğundan, O’nu ( A.S.M. ) başarı için, icraatın sağlığı için kendimize şefaatçi etmeliyiz.

Ve O şefaatçiye ulaşmak için de O’na destek ve dua manasına gelen rahmet ve salavât okumayı çokça yapmalıyız.

Fakat dikkat etmek lazım, Hıristiyanlar gibi, ehadiyet ve esmâ cilvelerinde boğulmamalıyız. Tevhidi, Sonsuzluğu esas alıp, onlara göre entegre olmayı elden ve hesaptan hiç çıkarmamalıyız. Biz esmâda değil de esmânın manasında yüzmeliyiz. Hz. Muhammed’e layık bir ümmet olmalıyız. Üstad’ın, Hat ve Hayt ( ip ) dediği hakikat bu tevhid hakikatidir. Bizim için bütünlük ve sonsuzluk önemlidir. Yoksa herhangi bir makamda kalır, boğuluruz. Besmele ise, zirveye çıkmanın sembolüdür; ipi ve asansörüdür.

Bilmem kaç milyar senedir, varlık bu noktaya gelmek için çırpınmıştır. Çırpınış, bir duadır, bir rahmettir, varlık ve manadan daha çok pay almaktır. Şimdilik bu kadar… Mârifet-i İlahîye ile ilgili notları okusan ve Tevhid Tarihçesi adındaki sohbeti dinlesen daha net olarak bu hakikatleri görebilirsin. Selamlar!..


Son Bir Hatırlatma

Bismi ( İsmi ile ): Yani kâinattaki bütün reel varlıklar ve olaylar birer gerçek ve birer kavramdırlar. İsim, kabarmış, belirmiş yani taayyün etmiş nokta demektir. Belirlenim demektir. Esmâ ise isimler demektir. Yani varlıkların ve olayların gerçekleşmesi için, şu şartlar gerekli:

a) O isim bir belirginlik olmalı.

b) Diğer isimlere aykırı olmamalı.

c) Ve Allah’ın ismi olmalı. [ Yani, sonsuza, hakka ( gerçeğe) dayalı olmalı.]

İnsanoğlu da, bu belirginleşmiş gerçeklere kendi ilmi ve kendi diliyle bir isim ( bir ad ) koyar. Onlara sahip olur. Diğer varlıklar ad koymayı yapamadıklarından, mülkiyet kavramı onlarda oluşmamıştır.

“ Allah ” ( Yani sonsuz, yani saf bilinç ve bilgi, yani yasa… )

İşte Türkçede Tanrı dediğimiz bu hakikat böyle temel niteliklere sahip olduğundan, hem çok isim ve fonksiyonlara sahiptir. Hem birbirine zıt olabilecek gerçekleri sonsuzluk potasında birleştirip onları gerçekleştiriyor.

“ Rahman ” ( Somut ve yasal tecelli; ve somut olmakla beraber, sonsuz örneklerle sonsuz ve yasal olmaya sahip Hak ve Gerçek… )

Rahman sûresinden ve “ Cennetin damı Arşu’r-Rahman’dır ” hadisinden anlaşılan iyi-kötü, Cennet-Cehennem dahi Rahmâniyet’in tecellisidir. Bu makamda tevhidi bilip yaşamak, lütfu da kahrı da, hayatı da ölümü de Allah’tan bilip, onları bir görüp sonsuz bir saadeti hissedip yaşamaktır.

İslam’da, Rahmâniyet’in diyalektik ve somut realiteleri asla değişmez. Herkes ve her şey bu cendereden geçmek zorundadır. Ve asıl olan, mûcize ve kerâmet değil de, İlahî yasalara ayak uydurmaktır. Fakat eğer bazı gerçekler ve insan gibi zayıf yaratıkların varlığına aykırı bir durum ve yasa olursa bu sefer:

Rahimiyet devreye girer. Evet, insanlık ve özellikle inançlı olanlar, sonsuzluğu isteyen, zirveyi isteyen, zıtların çatışmasından kurtulmak isteyen harika bir mûcizedir ki onlarda soyutlama ve ilim ve teknoloji ve nice soyut değerler gelişmiş, insan en zavallı varlık iken, en zirve yaratık olmuştur.

Fakat dinde ve varlıkta asıl olan diyalektik yapı ve yasal yapıdır. Mûcize ve kerâmet ancak Allah’ın ( sonsuz sistemin ) izin vermesiyle ara sıra, çok ihtiyaç anında gerçekleşir. Yani eğer mûcize ve kerâmet, olağanüstülük kurumlaşırsa ( bazı Hıristiyanların yaptığı gibi ) kendi özüne zarar verir. Kendi kendiyle çelişir. Yani meşiet-i İlâhiyeye aykırı olur. Meşiet ve emir âlemi, Sünnetullah ve halk âleminden önde gelirler.

Yunus Emre “ Ben cenneti istemem. Bana Seni, gerek Seni ” demesi, bu sonsuzluğu, Rahimiyeti, saadet-i ebediyeyi istemesi demektir. Hâşâ, cenneti hafife almak demek değildir.

Evet, nice köprü altında yatan sultanlar var ki, saraylarda vicdan cehenneminde kavrulan krallardan daha mutlu olmuşlardır.

Hülasa, her şeyin aslı dengedir. Ve örnek şahsiyet Hz. Muhammed’dir. Ve en temel hakikat, vahiydir. Ve bunların ismi ve amblemi Besmele’dir. Yani Tevhid ve Sonsuzluktur. Orada, o âlemde, Cennet de Cehennem de, köle de kral da güzeldirler.

Ve insanoğlu bunu anladığı için meleklerden üstün oldu. Eğer dengeler bozulmazsa yine üstün kalacaktır!

Dua ve Rahmâniyet hakkında dediklerimizin delili, Meryem sûresinin Cehennemin en zirvesini Rahman ismine bağlaması ( 19/ 69 ) ve Furkan sûresinin, ibâdeti, dengeyi, sırât-ı müstakîmi ve duayı, Rahman’a ilintilemesidir.

Hülasa: O Sultan’a dost ve halil olmak, Ona yakın olmak, mekân olarak ve dikey şekilde değildir. Geçmiş ve geleceği de içine alacak biçimde, tevhidi, sonsuzluğu bilip yaşamak, ardında velâyet olarak Ehadiyet tecellisi ile Ondan vahiy ve ilham almaktır. Miracın da bir açıdan mâhiyeti budur.

Eski insanlar, akılları tevhidi ve sonsuzluğu algılamasa da bu Ehadiyet tecellisine kalpleriyle bağlanmışlar, âdem olmuşlar.

Fakat bir kısmı gaybî ve metafizik gitmişler, O Sultan’ı bir Kral olarak görmüşler. Bir kısmı da fizikî ve maddî olarak gitmişler, Onu Güneş şeklinde görmüşler. Arketip ve sembol olarak insanın derin bilincinde bu iki formda yazılıdır. Risale-i Nur, ikisini de kullanıyor. Fakat Kur’an indikten sonra sonsuzluk ve tevhid anlaşıldığından, eski inançlar neshedilmiş ve bölücü olduğundan onları şirk saymıştır. Demek herkes bir şeylere tapıyor. Fakat sınırlı, fâni, somut maddî şeylere tapmak artık insanlık için en büyük suçtur. Yani çocuklar için gerekli olan bir şey bu gün büyükler için en büyük günah sayılıyor. İbn-i Arabî ve dindar sosyolog ve antropologlar bu görüştedir. Zaten hıllet, iç içe ve entegre olmak, dost ise el ele olmak demektir.

24. 07. 2007
Bahaeddin SAĞLAM
[1] Hakikî Benlik, Samed’dir... Başkasının varlığıyla kàim olan, bizzat kàim olmayan, “ Gerçek Benlik ” olamaz.
[2] Tabir caizse Allah “ El-Muhît ” ismiyle Matematikteki “ Evrensel Küme ” gibidir. Alt kümeler, bu Evrensel Üst Benliği asla kuşatamaz.
[3] Hasbiye Risalesi’nin 1. Mertebesi baştan sona bu entegrasyonu anlatır ve işlettirir.

Hiç yorum yok: