16 Ocak 2008 Çarşamba

KÜÇÜK SÖZLERİN ANAHTAR KELİMELERİ

بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِ

KÜÇÜK SÖZLERİN ANAHTAR KELİMELERİ

“ Asker ”: İbâdet ve abd kelimeleri Arapça’da ve İslamiyet’te, efendisine tamamıyla bağlı olan manasındadır. Efendisinden farkı, kendi başına bir mala sahip olamıyor. Efendisinin izni olmadan bir iş yapamıyor. Fakat yemek, içmek ve evlenmek konularında şahsî hayata sahiptir.

Bu “ abd ” kelimesi sonra tarihte, çok işkence çektirilen ve hiç bir hayat hakkı tanınmayan bir şekilde icra olduğundan Üstad, “ Allah’ın abdi ” ifadesi yerine “ Allah’ın askeri ” ifadesini seçiyor. Çünkü asker abd gibi, bir şeye sahip olmadığı gibi, sadece devlet nâmına hareket eder.

İşte Üstad bu kelimeyi seçmekle hem tarihî, hem dinî, hem ontolojik bir realiteyi düzeltir, tashih eder. Ve eğer kölelik varsa, o da askerlik gibi olmalı. Şerefli bir şekilde işlenmeli. Su-i istimal edilmemeli!

Asker kelimesi, Farsça etimolojisiyle emektâr, işçi demektir. Ve Türk milletinde çok şerefli bir mefhumdur.

“ Temsil ”: Bazı lügatçiler, analoji yani kıyas diye çeviriyorlar. Bazıları sembolik ifade diye anlatıyorlar. Fakat ikisi de eksik kalır.

Çünkü temsil, dağınık veya gizli bir manayı somutlaştırmak, görünür hale getirmek demektir. Ve temsil ile, hakkında temsil getirilen mana, kanun ve realite olarak aynı gerçeği taşıdığından, temsil, mantık kıyaslarından çok daha güçlü bir delil olur.

Mesela 32. Söz’de anlatıldığı gibi, mantık kıyasının 1. şekli olan: “ Güneş doğarsa gündüz olur. Gündüz olmuşsa demek güneş doğmuştur ” kıyası, iki zaaf yönü içerir. Çünkü, bazen güneş doğar, ama zifirî bir engel varsa gündüz olmaz. ( Ay tutulması gibi ) Veya başka bir sebepten yeryüzü, gece aydınlanır, ama güneş doğmamıştır.

Halbuki, kanun-u ilim, kanun-u intizam, kanun-u cemal, kanun-u imtisal, kanun-u kerem, kanun-u vazife, kanun-u hakkaniyet ve benzeri bine yakın kanun Risâle-i Nûr’da temsil ile gözlere de gösterilmiştir. Avam dahi bunları anlıyor.

Demek “ avam diliyle ” ifadesi, bu somut yönü göstermek içindir. Ve bütün romanlar, piyesler, filimler, bu temsil gerçeğinin ifadesidirler. Bunlara belagatta “ istiâre-i mürekkebe ” ( çok yönlü, çok katmanlı bir mecaz ifade ) söyleniliyor.

Kur’anın da temsilâtı bu çeşit realitelerdir. Onun için, Aristo mantığına karşı gelenler olmuş; fakat bu temsillere itiraz olamamıştır.

“ Hayır ”: Seçkin ve seçilmiş iş ve nesne demektir. Demek faydalı ve seçkin her işte besmele çekilmeli. Besmele yani Allah’ın adını söyleme, zikretme, o işin bütün kâinatın hayırlı bir meyvesi olarak gerçekleşmesi demektir. Bu kaideden üç sonuç çıkar:

1) Kâinata entegre olmayan, yani Allah nâmına olmayan işler, hadisin ifadesiyle bereketsizdir, hayırsızdır.

2) Günah ve masiyet olan işlerde “ Allah’ın ismi ile ” denmez.

3) Bir şey yaratıldıktan sonra, Kastamonu Lahikası’nda ifade edildiği gibi artık o “ El-Hayru fîma vakaa ” ( Gerçekleşen ne ise hayırlı odur ) hükmü altına girer. Dönüp o işe karşı Allah nâmına, ya doğrusunu yapmak veya o olan şeyi hayra çevirmek veya hayra yormak gerekir.

“ Vird-i zebân ”( Dillerden düşmeyen zikir ): Yani mevcudat, varlıkta, var olmakta, hayırlı işlerinde daima Allah nâmına muhtaçtırlar. Yani Allah’ın sonsuz sistemine entegre olmaları gerekir. Yoksa yok olurlar. Sistem onları diskalifiye eder.

Evet eğer eşyanın mahiyetini bilip onları çalıştırmak istersek, onların bu sonsuz entegrasyon dillerini öğrenmemiz lazım yoksa, onlar kendi âlemlerinde Allah nâmına, Sonsuz’a entegrasyon şeklinde iş görürken, bize bakan yönüyle biz o hallerini bilmediğimiz için, bize zarar verirler. Hayırları ve hayırlı işleri ise bize yansımaz.

“ Vird ” otomatik olarak hatıra gelen sözcüklerdir. “ Zeban ” da, dil demektir.

İşte, her insanın, her varlığın, her sistemin bir dili var. Ve bu dil “ Allah nâmına olunca ( sisteme entegre olunca ) gerçek olur, nimet olur. ”

“ Nefsime temsil ile söyledim ”: Temsil somut ifade tarzıdır. Ve nefis de mücerred hakikatlerde kördür, ancak somut şeyleri görebilir. Avuçlayarak öğrenebilir.

Yani akıl ve kalb ve ruh, soyut hakikatleri anladıkları, gördükleri halde, nefis, ancak avucuyla meseleleri avuçlayarak görebilir.

Risâle-i Nûr’un değişik yerlerinde ifade edildiği gibi; bu asırda akıl gözlere inmiş, manevi bir hamakat var, onun için temsiller ve ilmî müşahhas hakikatler Risâlelerde çokça kullanılmıştır.

Eskiden, Sahra-i Kebir ve Arabistan yemyeşil idiler, meskûn ve medenî bir diyar idiler. Sonra çölleştiler. Tıpkı dünyamız da inanç, edebiyat ve dinî vecibeler olarak daha önce yemyeşil idi, fakat Ahirzaman’da çöle dönmüşler. İşte insan bu çölün zararlarından yine Besmele ile ancak kurtulabilir.

“ Şaki, eşkıya ”: Evet dünya çöl olunca, rızık ve nimetler azalınca onda, kanundışı, haramlarla beslenen birileri çoğalır. Bu da insanların niyet ve hallerinin çevreye ve tabiata sirayet ettiğini gösterir. Hadis-i şerifte açıkça ifade edildiği gibi...

“ Dilencilik ”: Yani, rızık imkanları azalınca veya maişet ihtiyaçları çoğalınca, insanoğlu kendi şahsî sa’yiyle onları temin edemeyince, hayata karşı insanoğlu bir nevi dilenci olur.

Halbuki dilencilik, insanın, gücüne, şerefine sa’y ve sermayesine asla yakışmayan bir zillettir. Üstad Hz.leri, değişik Risâlelerde, insanın kapitalist olmadan, helal sa’yi ve mesleğiyle rahat geçinebileceğini söylüyor. Fakat sa’y sistemi zarar görmüşse, insan ya zâhidâne yaşayacak veya dilenci olacaktır.

Bu iki halet de fıtrî değil. Onun için maddi ve manevi dua kapılarını çalmalı! Bu devlette olmuyorsa başka çadıra ( devlete ) gitmeli!

Evet sembol ilminde, özellikle Tevrat metinlerinde çadır, şehir veya devlet demektir. Ve çare de:

“ Kadir-i Rahim ” dir.

Kudret, enerji, mal, somut üretimlere işarettir. Bu kudret nimetiyle, biz aczimizi tedavi etmiş oluruz. Eğer, enerji, mal, somut ürünler elde edemiyorsak ikinci çare “ Rahimiyet ” tir. Yani dinî, ilmî ve yazılım tarzında olan ürünlere başvuracağız, fakirliğimizi gidereceğiz.

Bu “ Kadir-i Rahim ” ifadesinden sonra gelen “ iki paragraf ” bu iki hakikati gözlere dahi gösterir.

1) Devletleşmek, organize olmak, insanlığı düzene sokmak tarzında; bir insan, bir devlet kadar, güç kazanır. İngilizlerin 300.000 adamıyla 300 sene, 300 milyon Müslümana hükmettiği gibi. ( Münâzarât )

2) Yazılım ve ilmî ve soyut dosyaları üretmek. Buğday tanesi kadar bir tohumun, yazılım ve DNA düzeni sayesinde, dağ gibi ağaçları başlarında taşımaları gibi.

Bu iki kapıda da bir ürün elde edemezsek, şehir hayatından çekilip kırsal kesimde, organik bostan yetiştirmeliyiz. Bu, ürün ve nicelik olarak belki de az bir iş olur. Fakat nitelik ve kalite olarak çok kazanç sağlar. Üstad bu üçüncü şıkka da “ Bostanın muhtelif lezzetli taamları ” diye işaret ediyor.

Yani burada üç zenginlik imkanı var.

1) Az ama çok çeşit üretmek.

2) Organik yapıları ile lezzet üretip satmak.

3) Satamazsan, onları yemek çeşitlerine dönüştürüp pazarlamak.

[ Bu gün bir gram domates tohumu 3 gram altından daha değerlidir. ]

Başkaları bu genetik yöntemlerle yapıyor. Fakat biz ekolojik yöntem yardımıyla, o nimetleri zenginleştirmeliyiz...

Burada ekolojik sisteme “ Allah nâmına ” ifadesi bakıyor. Bilinçli diyalektik etkilere de “ Rahman nâmına ” ifadesi bakar.

Tabiatçılar, bu sistemi, ısı, sertlik gibi materyalize edilmiş kavramlarla izah ediyorlar. Fakat işin aslı öyle değildir. İşin aslı “ Allah’ın iki elinden ibaret olan, ısı ve biyolojik serinlik, sertlik ve bitkisel yumuşaklık olarak hayat fabrikasının çalışması ve İlâhî sonsuz sistemin bir avucu gibi olan ekolojik ortamda gelişmesidir. ”
Kâfir Tabiiyyûn, bu sistemin içinde saklı olan ve üç sac ayağı üzere kurulu olan bu düzeni görmeyip, işi, ısı ve sertlik ile izah etmeye çalışıyorlar, fakat izah yetersiz olduğundan, adeta dilsiz kalıyorlar, ve varlıktaki özellikle botanik dünyasındaki sonsuz bilinci göremeyip kör kalıyorlar.

Hz. Musa’nın bir asası olan insanın, âlem-i vücûb[1] ile temasındaki, sonsuz dinî ve insanî değerleri göremeyip, o emir seslerini işitmeyip, “ Summun, bukmun, umyun ” ( Sağır, dilsiz ve kör ) ifadesine layık oluyorlar.

Bu ekolojik bilinç sistemi, belli botanik yasalarla kurulmuş İlâhî bir sofradır. Bunların DNA ve tekâmül kanunları ile izah edilmeleri, İlâhî kudrete, ilme ve irâdeye aykırı değildir.

1. Söz’ün son kelimesi, “ Vesselam ” dır. Selam, barış ve dengeleme demektir. Yani:

Biz Risâle-i Nûr talebeleri; kanun ile mucizeyi, beden ile ruhu, dünya ile ahireti, patron ile işçiyi, ilim ile işi ve benzeri binlerce zıtları tevhid potasında erittiğimiz zaman Hz. İbrahim gibi oluruz. O zaman ateş dahi bizim için serinlik olur, fakat fazla üşütmemesi için de selam olur.

İşte başta Hz. İbrahim, sonra Hz. Süleyman ve sonra Hz. Muhammed bu barışı ve selam ve dengeyi ve sırât-ı müstakîmi getirdiklerinden, “ Kuran, Hz. İbrahim için ‘ İlk müslüman ’, Hz. Süleyman için ‘ İlk Besmeleyi kullanan kişi ’ ve H.z Muhammed için, ‘ İnsanlığın son peygamberi ’” diyor.

“ Süleyman’ın imanı ile Belkıs’ın maddesi birleşince saadet ve saltanat dünyaya hükmetti ” diye işaret ediyor.

“ Başta zikir ”: Yani, bu nimetleri ve özellikle meyveleri ancak sonsuz güce sahip olan, bütün kâinatı elinde tutan bir Kadir-i Rahim verebilir, diye Onu anmak, Onun sonsuz sıfatlarının gereğini yaşamak zikirdir.

“ Sonunda şükür ”: Şükür kelimesinin bizim bugünkü dildeki tam karşılığı memnuniyet demektir. Sükkar ve şeker de aynı kökten gelen birer kelimedirler.

Şeker ve tatlılar, insanı tam doyurduğundan, onlara bu isim takılmıştır. Zaten memnuniyet de doyup, yemek ihtiyacından kesilmek demektir.

“ Ortada düşünmek ve idrak etmek ”: Burada beş önemli ip ucu var;

A) “ San’at harikası ”: San’at, özene bezene yapmak demektir. Ki yemeklerin ve meyvelerin benzeri henüz bulunamamıştır.

B) “ Ehad ” yani Allah, sonsuz ehadiyet tecellilerine sahiptir. Dolayısıyla, bunlar bitecek diye korkmamak gerektir.

C) “ Samed ”: Evet o nimetler tükenmezler. Çünkü onları yaratan Samed’dir, yani hiç bir eksiği ve kusuru yoktur.

D) “ Mucize-i kudret ”: Kudret, bilinçli güç demektir. Kuvvet ise, herhangi bir güç demektir. Bu kelime bize diyor ki: “ Cenab-ı Hakk, her şeye hâkim olarak, bilerek ve kasden inâyet ederek bu nimetleri yaratmıştır. ”

E) Siz de eğer Onun yasalarına ve sünnetine tâbi olursanız, topraktan ve taşlardan gıda üretebilirsiniz.

O zaman anlayacaksınız ki, bu nimetler, Allah’ın rahmetinin birer hediyesidirler. Kendi kendilerine olmaları mümkün değiller.

Evet hediyedirler. Çünkü bir tek elma bütün dünyaya bedeldir. Onlar gerçek fiyat ve değerleriyle satın alınamazlar.

“ Son paragraf ”: Dilencilik tarzında esbaba perestiş etmek, ahmaklık ( eblehiyet ) olduğu gibi, kâinat sisteminin gazabına da sebep olur.


Son Bir Değerlendirme:

Maddi tabiatın iki ana damarı vardır:

a) Somut atomlar.

b) Enerji ve kuvvetler.

Hayat ve biyolojinin ise iki temel dayanağı var:

a) Organize olmak, hücre olmak. İçten yönetmek.

b) Başta karbon asitleri olmak üzere, asitlerle devam etmek.

İşte, canlılar özellikle bitki kökleri, ihtiyaca göre asit çeşitlerini üretirler. O asit hammaddesi gider, sert toprak ve kayaları deler.

Ve hücre mucizevi bir şekilde organize olmasıyla 40 derecelik sıcak altında 6 ay gibi uzun bir zaman dayanır, kurumaz.

İşte hayat mucizesi, ısıyı ve sertliği yendiği gibi, Allah’ın ehadiyetini ve samediyetini açıkça gösterir.

Öyle ki, hayatın asıl unsuru olan karbon yani şeker ve yağ, imanın, hayatın, zenginliğin sembolü olmuştur, ki kâinatta az bulunûr.

Tıpkı taş ve camın ve kumun asıl unsuru olan silisyumun, cansızlığın, değersizliğin, nicelik olarak çokluğun remzi olmaları gibi.

Bu son hakikat, Üstad Hz.lerinin, elmas ve cam parçalarını kıyas etmesinden anlaşıldığı gibi, başta İbn-i Arabî’nin keşfi olmak üzere 4-5 arkadaşın rüyasından anlaşılmıştır.
* * *
Besmele’nin sırları bir arkadaşın sorularına verdiğim cevapta yeteri kadar anlattığımdan işi oraya havale ediyorum. Şimdilik rahmetin üç özelliğini yazacağız.

1) “ Allah insanı Rahman sûretinde yarattı ”: Çünkü Rahman, cem’-i ezdâdı, müşahhas varlığı, rızkı ve bedeni temsil eder.

2) Beşinci Sır’daki duada, Üstad, rahmete mazhariyeti “ Rahimiyete ” bağlamış, Besmeleyi anlamayı da “ Rahmaniyete ” bağlamıştır. ” Evet, insanoğlunun, rahmete, rızka, şefkate, imana mazhariyeti, Rahimiyet iledir. Fakat, ilmi, diyalektiği ve gerçekleri anlamak ise, Allah, Rahman ve Rahimiyetin gerçeklerini ayrı ayrı bilmekle olur.

3) Üstad, وَ لِلّهِ الْمَثَلُ اْلاَعْلَى ifadesini mesel ve temsil, diye tefsir ettiği halde, Nûrcular, Üstadlarını anlamayıp, Elmalı’yı esas aldıklarından “ En yüce sıfatlar Allah’a mahsustur ” diye siyak ve sibaka ters olarak çeviriyorlar. Halbuki Üstad’ın anlattığı şekilde bu ayetin meali şöyle olur:

“ En yüce misal ve temsil Allah’a mahsustur. Onun Zat’ının misal ve temsili olmaz. Fakat sıfat ve şuunat olarak Onun hakkında misal ve temsil kullanılabilir. ”

Besmelenin Sırları ( Kadir Bey )






























2. SÖZ

“ Onlar ki, gayba ( görünmeyen âleme, geçmiş ve geleceğe ) inanırlar. ( Yani ona karşı emniyettedirler. ) ”

Kur’anın 4 yerinde bütün psikolojinin temeli olan iki duygudan söz edilir:

a) Müminler geçmişe karşı, insanın elinden çıkan şeylere karşı üzülmezler.

b) Geleceğe karşı korkmazlar.

Yani her iki temel duygularını Allah’ın kudret ve rahmetiyle tatmin ederler.

Bu iki duygu bütün ruhî hastalıkların temelidirler. Ve onların tatmin edilmesi, gerçeğiyle mutluluğun aslıdırlar.

“ İman, saadet ve nimettir. ” ( Yani kayıp duygusunu tatmin etmekle hayat gerçek bir saadet ( mutluluk ) ve nimet olur. )

“ İman, lezzet ve rahattır. ” ( Yani nimetin bitmeyeceğine inanmakla da, gerçek lezzet ve rahat etme temin edilmiş olur. )

Bu iki temel duygudan sonra, hayatın iki temel karakteri gelir:

“ Keyif ” yani hayat bir organizmadır. Her şeyi kendine mal eder, her şeyden keyif alır, eğlenerek yaşar ve öğrenir.

“ Ticaret ” yani bu alıcı ve sindirici özellik yanında, verici ve bağışlayıcı yönü de var. Alıcı ve yiyici yönünden lezzet aldığı gibi, verici yönünden de lezzet alır.

Ve asıl genişlik ve şanslı olmak, alıcılıkta değil de vericiliktedir.

“ Hodbin ”: Hayat organizmasının daima kendini görmesi ve kendini düşünmesi demektir. Fakat bu duyguda genişlik ve yayılma olmadığından, tali’ ve dışardan gelen şans olmaz.

“ Hudabin ”: Yani başkasını, çevreyi, Allah’ı görüyor ve ona göre davrandığı için, tali’li ve bahtiyar olur.

“ Baht ”, Farsça’da tali’ demektir. “ Yâr ” da insanın lehine olan dost ve ona faydalı olan gerçek demektir.

* Hayatın organizma olarak bu iki temel yönü yanında iki temel soyut düşüncesi de vardır:

a) Gelen nimetlerin bir gün biteceğini bilip, nimet yerine elem ve acı çekmek.

b) Dış âlemin ne yapacağını, veya neye yaradığını bilmemekle, onları karanlık olarak görmek.

Bu iki temel bakış yanında, varlıklar daima ona şu 3 şekilde görünürler:

a) Cansız cenâzeler olarak.

b) Ümitsiz bir savaş içindedirler.

c) Ve sahipleri olmadığından yetimdirler.

İşte size ölüm, ümitsizlik ve yetimlik karanlıkları!

Baştaki iki temel düşünce içinde, bu üç haleti yaşayan ve hisseden bir vicdan, sarhoşluktan başka çare bulamaz. Onun için, bunlar neden içiyorlar, diye sormayın!

İmanı bırakıp küfre saplanan Rus ve Türk milleti de sarhoşlukta dünyada ilk sıraları alıyorlar.

“ Vicdan ”: Algılama duyusu; fikir, irade, his ve kalpten oluşan temel bir duygu...

Evet, kâfir insan, sağlıklı düşünemez, sağlıklı bir şekilde işlere girişemez, aşık olamaz, dengeli davranamaz. Böyle olduğu için de sürekli azap çeker.

“ Kâfirlerin çoğu böyle değildir ” diye söyleseniz de, “ Onlar, ya sarhoşturlar, veya gizli bir inanışları ve gizli değerleri var ” diye cevap verilebilir.

Bilindiği gibi hayat dengeden ibarettir. Denge kaybolduğu zaman, zulüm ve dengesizlik başlar, bunun sonucu olarak da derin ve daimî acılar baş gösterir.

Burada ölçü, başkasını düşünmek, onların lezzeti ile lezzetlenmek, sonsuz bir sevinç ve ferahı duymaktır. Yani bu ölçü dışına çıkıldığı zaman vicdan yanmaya başlar, cehennemden daha beter bir hal gelir.

Bunun da en temel çaresi, Tevhid yani kâinatla kardeşâne bir birlik kurup, onlara bir şeyler verip bir şeyler kazanmaktır.

Demek ticaret doğal bir duygudur, gerçek bir işbirliğidir. Materyalistlerin sandığı gibi, hile ve tuzak değildir. Hile ve tuzak olmayı içeren ticaret haramdır.

Bu temel duygular dışında yaşayan insanlar eğer sarhoşlukla işi geçiştirmeseler, divane olurlar. Her şey musibetli bir perde olur. İşte Üstad, 20. Asrı, bu iki kelime ile özetlemiştir:

a) Delilik, 20. asrın yaygın hastalığı.

b) Musibetli perde... Evet sinemalar ve beyaz perde bu asrın karakterlerini, çıkmazlarını çok güzel ve somut olarak gösteriyorlar.

Ve son paragrafta, bu asrın başka müzmin bir hastalığını tedavi eder. Bilindiği gibi, insanı delirten en büyük faktörlerden biri de, ekonomi ve bürokrasinin, işlemezliğidir. İşte Üstad bu gelen iki kelime ile tedavi ediyor:

a) “ Görevli olduklarının bilincinde olan asker ve işçiler. ”

b) “ Müstakim ( dürüst ) memnun ( aşkla çalışan ) memurlar. ”

Bunlar da ancak iman ile olur.

İmanı bırakan sistemlerin gözünde varlık ve hayat bir vehimden ibaret kalır, bir müddet sonra uçar gider.

İnsan kâinatın çekirdeği olduğundan, varlık ve dış dünya onun düşüncesi ve hissiyatı üzere şekillenir. Ya cehennem olur. Veya cennet ağacı olur.

Kuru Kelam düşüncesinde ise Allah uzaklardadır. Ara sıra insanlara karışır, diye bir inanç olduğundan, o iman tarzı da tam meyve vermez.

Bunun da çaresi, zıtları ve zıtmış gibi görünen kavramları İslam hakikati içinde barıştırıp onları Allah’ın birer eli olarak görmek... Tevhidi, sonsuzluğu, Allah’ın kemalâtını iyi bilmek olduğundan, Üstad bu sözü, “ İslam dininden ( barıştırmasından ) ve imanın kemalinden dolayı Allah’a sonsuz hamd etmek, Onun kemalâtını görmek, yaşamaktır ” diye dua ile hitam vermiştir.


3. SÖZ

İman ve Tevhid’den sonra insanoğlu için en önemli değer ibâdettir. İbadet bazılarının sandığı gibi, kişilik sönmesi ve aşağılık duygusu değildir. İbâdet insanoğlunun bütün kâinat ile yaptığı hayat işlevidir. Mümin-kâfir herkes Allah’ın kuludur. Onun için “ Ey bütün insanlar ibâdet edin! ” diye olan ayet bu Söz’ün başına konulmuştur.

Demek herkes Allah’ın kuludur. Sadece roller değişiktir.

Biz burada bu kavramın anahtar yönlerinden 23 kelimeyi seçip izah edeceğiz. Asıl izahı 23. Söz’e, 23. Mektub’a havale edip inşaallah görevimizi yerine getirmiş oluruz.

“ Ticaret ve Saadet ”: Yani eğer insanoğlu başta diğer insanlar olmak üzere bazı değerleri verip, bir kısım değeri alıyorsa ve bu işte zevk alıp mutlu oluyorsa işte ibâdet görevini yerine getirmiş olur. Mesela: İnsanlara karşı sosyal görevlerini güzelce ifa ettiği gibi, Allah’a ve kâinata karşı da manevi ödevlerini yerine getiriyorsa işte o, tam abddir. Kârlı ve mutlu bir üyedir. Yeryüzünün halifesidir.

İbâdetin en önemli özelliği, kısa bir hayat içinde sonsuz bir kâr ve varlığı kazanmasıdır. Çünkü risk taşıyan bir hakikat kısa da olsa sonsuz bir kâr sağlayabilir.

İşte bu gelen 6 kelime risk karakterini güzel bir şekilde bize çiziyorlar:

a) Ticaret

b) Saadet. Evet mutluluk da bir risk taşır. Ve risk taşıdığı için insana mutluluk verir.

c) İki asker. İki yönlü savaş, iki görev.

d) Yol ikileşir. Demek insan bilerek riski seçer.

e) Risk oranı 10’da 1’dir. Kazanç ihtimali 10’da 9’dur.

f) Askerin yükü 8 kiloyu geçmemeli. Dört kilo gıda. ( celb-i menâfi ) Dört kilo silah ( def’-i mefâsid )

7) İbâdette asıl olan düzen ve güven... İşte bu gerçeğe de “ devlet ” kelimesi ile işaret edilmiştir.

8) İbâdet ve görevlerin kazanılmasının en önemli şartı da “ moral ” gücüdür. Yani asker ve abdin, kalb ve ruhunun güven içinde olmasıdır.

9) İnsanın temel karakterini temsil eden, ve ona izzet ve güven veren, aşağılayıcı minnetlerden kurtulmasıdır.

10) Ruhunun korkulardan kurtulmasıdır.

11) Mükâfât ve ödüllerle onore edilmesidir.

12) Kanun ve düzene itaat etmek en büyük şeref ve değerdir. Namuslu olmaktır. Namus, bir düzine görev ile işi düzenli yapmaktır. Zaten kelime olarak da kanun demektir.

13) Bu kanunun çift başlı bir silahı var. Olumlu işler yapmak. Olumsuz işlerden korunmak.

14) Birincisinin dindeki ismi dua ve eylemdir. İkincisinin ismi de takva ve sakınmaktır.

15) İnsan bu iki silah ile sağlam bir kaleye sığınır. Osmanlıca tabir ile tahassun eder. Kaleye girer, korunûr.

16) Demek ancak bu görevlerle cesaret elde edilebilir. Yoksa insanın ruhu daima korkular ( cebânet ) içinde ezilir. Demek kâfir kişi korkak olur. 12. Söz’ün 2. ve 3. Esaslarına bakınız!

17) “ Küre-i arz bomba olup patlasa abid kişi korkmaz. ”

Dünyanın patlaması ya 10-12 derecede bir deprem ile olur. Veya merkezindeki manyetik gücün dışarı fırlayıp, yeryüzünde canlılığa ve hayatın imkanlarına son vermesidir.

18) “ Münevverü’l-akıl ( aklı aydın ) bir feylesof ”

Yani aklı aydın olup da kalbi karanlıklar içinde kalan bir Avrupa’lı, çok korkak olur.

Bu meselede, 2500 senedir, düşünce dünyasının gerçek feylesofları, kâinatta düzensizlik yoktur, diye felsefelerini savunuyorlardı. Fakat 1700’lü yıllarda kuyruklu yıldızların bir derece düzen dışı hareketleri görününce, dinsizler, “ İşte biz haklı çıktık ” diye iddialarda bulundular. Halbuki sonra anlaşıldı. Kuyruklu yıldızlar düzeni bozmuyorlar. Asıl düzeni, özellikle aile düzenini bozanlar, kuyruklu sanat starlarıdır.

Ve bu asrın insanları, halen o dinsiz absürt, karışık anlayışa göre inanır. Ve 20. asrın bireylerini deli eder. Çünkü, insan bir yandan bu küfür gözünde, sonsuz ihtiyaçlar içinde kıvranırken, öbür taraftan sonsuz düşmanları var görünüyor.

19) İşte, % 1 de olsa, bunun tek çaresi; ibâdet, tevekkül, tevhid ve teslimdir.

20) Halbuki, bu yolda kazanç ihtimali % 90’dır. Bunun binler delili ve şâhidi vardır. Yani % 10 kaybetme korkusu da sadece imtihan mekanizmasının işlemesi içindir.

21) Ehl-i ihtisas ( uzmanlar ) ve ehl-i keşiften ( görüş sahiplerinden ) oluşan milyonlar delil var.

[ Maalesef bir kısım Nûrcular dahi bu meseleye dikkat etmiyorlar. “ Ehl-i ihtisas ” kelimesini “ duygusal kişiler ” diye çevirmişlerdir. ]

22) Hatta bir kısım dinsizler dahi İslam’ın taat ve ibâdetine taraftardırlar. Düzeni ve değerleri koruduğu için...

23) Fakat onlar sadece dünyevi olduklarından muvaffak olamıyorlar.

Demek en büyük saadet ve en büyük kâr ve varlık, insanın imandan sonra, düzene ve ibâdete göre yaşamasıdır. Ve bu konuda hedefi yakalamakla muvaffak olmasıdır. Onun bu Söz’de son cümle, “ İbâdet, itaat ve muvaffakiyet için Allah’a hamd olsun ” diye bitmiştir.

29. 12 2007 Bahaeddin SAĞLAM
[1] Taş, âlem-i vücûbdan kinâyedir.

Hiç yorum yok: