16 Ocak 2008 Çarşamba

EMİR ÂLEMİ —MÂNEVİYATIN GÜCÜ—

EMİR ÂLEMİ —MÂNEVİYATIN GÜCÜ—

Bismillâhirrâhmânirrâhim
Bir buçuk senedir bu sohbetlere başlayalı 25 tane yapıldı, kaydedildi. İşte dinleyiciler memnun şimdiye kadar elhamdülillah. Fakat bu 25 programda biz daima belli bir kalıp içinde kaldık; ispat kalıbı. Yani iddialar oldu, ispatlar geldi, deliller geldi. Hep o kalıp içinde kaldık. Bir nevi determinizm çerçevesi içinde kaldık, dışarı çıkamadık. Canım çok sıkılıyordu. Dedim ki; böyle bir program yapsak, artık kalıplar içinde kalmasak, böyle sonsuzluğa doğru bir teneffüs, bir rûhî açılım yapsak diye. Bazı notlar; Kur’an’dan, Risale-i Nur’dan, hadisten bazı notlar aldık. Başlık şu;
Emir ve halk kavramı

Biz şimdiye kadar ilmî çerçeve içinde kaldık, hep hâlk kavramı içinde. “Halk” demek; şekli, kalıbı belli olan nesne demek kelime olarak. “Halk” şekli, şemâili belli nesne demek. Yani avama da halk denilmesi; fikir yapıları belli, çıkabildikleri mesafe belli, açılabildikleri saha belli, dolayısıyla da onlara halk denilmiş, yani avama halk denilmiş. Emir âlemi ise çok sonsuzluk ifade eder. Maneviyatın, ilmin sonsuzluğunu ve etkinliğini ve derinliğini ifade ettiği için bu gün daha çok “emir” kavramı üzerinde duracağız. Hatta “emir” kelimesi de emirden gelir. Hani yetkili kişi, yetkili kişi sonsuz fırsatlara sahiptir, sonsuz açılımlara sahiptir. Derinlemesine sonsuzluğa doğru istediği kadar genişleyebilir. Onun için emir demişler, yönetici manâsında. Kur’an-ı Kerim’de bu emir kavramı, başta yönetim, sonra olağanüstü durum, azap, kıyâmet, ölüm gibi değişik manâlara geliyor. Biz bu mânâları incelerken işin esprisini açmaya çalışacağım. Hepsinde bu incelik vardır. Ölümde de, kıyamette de, azap manâsına gelen yönüyle dahi bu emrin, mâneviyatın etkinliği, sonsuzluğu ve derinliği anlaşılıyor. Meselâ; emir kavramı Âl-i İmran 128’de, 154’de, 159’da açıkça yönetim manâsına gelmiş. Bizim bazı müfessir ve meâlciler yönetim mânasına geldiğini bilmedikleri için oradaki emir kavramını iş manâsında anlamışlar. Âyete bakıyorsun iş ne demek burada, hiçbir şey anlaşılmıyor. Halbuki yönetim manâsı verilseydi, o Âl-i İmran 154, 128 ve 159 net anlaşılmış olurdu. Biz şuradan hemen bir çağrışım, çıkarım yapabiliriz. Eğer biz emir âleminde mâneviyatın gücünü yakalayabilirsek, mâneviyatta etkin olabilirsek, ilim -ki ilim de mâneviyatın bir kolu sayılır, sırf kalıpları belli çerçeve değildir ilim- emir olmuş oluruz, yönetici olmuş oluruz. Sonsuz imkanlara sahip olmuş oluruz, nefes alabiliriz. Yoksa idare edilen mahluk, halk gibi sürü kültürü içinde kalırız.

Kıyamet ve ölüme de emir denmesi bu münasebettendir. Kıyamet, bu daracık dünyanın yıkılması demektir. Burada kalıplar belli. Yaşayabileceğimiz imkanlar belli, çerçeve belli o çerçevenin dışına çıkamıyoruz. Kıyamet koptu mu yeni âleme çıkıyorsun, sonsuzluğa açılım oluyor, mâneviyatın gücü netleşmiş oluyor. Dolayısıyla kıyamete de Kur’an, “eta emru’llâhi: Allah’ın emri gelecektir, Felâ testa’cilûn; acele istemeyin” diyor. Aman kıyamet ne zaman kopacak gibi bir acelecilik yapmayın diyor. 72 yerde bu emir kavramı geçmiş. Ben hepsini not edemedim. Fakat bu azap mânâsına gelen Mâide:52, Âraf:8, Hûd:43 gibi örnekler verebiliriz. Onun için ölüm de emir kavramıdır. Ölümün bir ismi de Kur’an’da emirdir. Allah’ın emri geldi, ruhları aldı diyor. Çünkü ölüm de dünyanın dar çerçevesi dışına çıkmaktır, sonsuzluğa açılmaktır, başka geniş bir âleme çıkmak demektir.

Tipik bir kalıp, Kur’an’da çok sık zikredilir; Cenâb-ı Hakk arşa oturmuş, emri yönetiyor, bir âyet var çok yerde geçiyor. Meselâ Yunus:3.’de, 31.’de, Ra’d:31. ve 11.’de, Nahl:33’te. Kâinat sınırlıdır, arş sınırlıdır. Fakat arşı yönetmek sonsuzdur. Bak oradaki münasebet gene öyledir. Allah arşa oturmuş emrini yönetiyor. Yani burada bir kalıp var; daima sonluyla sonsuz, dar dünya ile sonsuz dünya, sıkışmış kurallarla kurallar üstü yaşam bu âyetlerde hep zihnimize görünüyor.

Ruh da emirdendir, İsra 85’te geçiyor; ruh Allah’ın emrindendir. İşte emri biz tam anlarsak, ruhun emirden olmasının ne demek olduğu anlaşılır o zaman. Ruhta sonsuzluk var. Bedende kalıplar belli; işte 60kg, 100 kg ne ise, kalıplarımız belli, ağırlığımız belli, imkanlarımız belli. Fakat ruhta sonsuzluk. Ruh emir âleminden geldiği için, ruhta sonsuz bir açılım, sonsuz imkanlar elde edilir, açılabilir, yapılabilir. Yani emir şu; çerçevesi belli olmayan, sonsuz bir açılıma, imkana sahip olan âlem demektir, “emir âlemi” diye sık sık geçer tasavvuf kitaplarında. Ruh da emir âlemindendir deniliyor. Yani ruhta sonsuzluk var, sonsuz imkanlar var, sonsuz açılımlar olur. Kim sonsuzluğu istiyorsa, açılımı istiyorsa, ebediyeti istiyorsa ruhu bedene tercih etmeli. Ruhun bedene tercihini anlattık değişik sohbetlerimizde. Meselâ; 2x2=4 eder bir ruhtur, bir kanundur. Bütün kanunlar emir âleminden geçmiş. Yani Allah emretmiş ki; iki tane 2 bir araya geldi mi 4 etsin. Bu bir emirdir. Ama 4 kalem bir araya geldiği zaman o emrin halk kısmı, yani şekil kısmı bir araya gelmiş olur. Şimdi 2x2=4 formülü bir rûhâni boyuttur, bir kanundur, Allah’ın bir emridir. Allah öyle dilemiş, onun için kâinatta, her yerde 2x2=4 ediyor. Bunu satın almak mümkün değil. Bütün kâinatı satın almak kadar değerlidir. Fakat 4 kalemimizde bunu görebiliriz somut olarak. Dört insan bir araya geldi mi işte onu somut olarak görebiliriz. Somut, beden gibidir. Emir; ruh gibidir, kanun; ruh gibidir. Biri sonsuzdur, biri sonludur. Ruhta kabiliyet itibariyle bu sonsuzluk olduğu için ruh yaratılmış değildir demiş İbni Arabi gibi bazı âlimler. Üstad Bediüzzaman da; bir açıdan mahluk değildir diyor. Onun için bizim bugün konumuz daha çok şeye dayanacak; keramet, mucize, metafizik dünyanın açılımları.

İlk etapta insan irkiliyor. Acaba biz bilim dışına mı çıkıyoruz, gerçeğin dışına mı çıkıyoruz? Hurafelere mi inanıyoruz? Hayır, ruh seviyesine çıkmış bir insan, rûhi âlemle içli dışlı olmuş bir insan, mucize de gösterebilir, keramet de gösterebilir, olağanüstü her şey yapabilir Allah’ın izin verdiği kadar. Nisa:83. âyette şöyle diyor: “Eğer karışık olan bir konu onlara gelse, Allah’a ve Resulü’ne danışmak tarzıyla onların bilgisine başvurmak tarzıyla, ulu’l emr, emir âlemi, emir yetkisi olan kişiler onu bilir.” Bu ulu’l emr kavramı şimdiye kadar hep siyasi yöneticiler anlaşılmış. Üstad Bediüzzaman onu müctehitler olarak çeviriyor. Çünkü müctehitlerin sonsuzluğa açılmış kafaları var, bir rûhî yapıları var, engin bir dünyaları vardır. Onlar işin geçmişle gelecekle ilgili irtibatını kurarlar, derinlemesine nüfuza sahiptirler. Ve bilirler, o işin özü nedir. Onun için müctehid, ancak ulu’l emr. Biraz sonra o şeriatla olan ilgisini anlatacağım emrin. Rûhî âlemle içli dışlı olan, rûhî fonksiyonları olan, ilimde râsih olmuş kök salmış insanlar ancak ictihat edebilir. Böyle olmayanlar ictihat yapamaz. Yapsa da yüzeysel kalır, gerçeği göstermez. Neml Suresi 33’te yetki manâsında gelmiş bu emir kavramı. Ruh mânâsına Secde:5’te, Talak:12’de ve Câsiye:18’de gelir. Meselâ; Cenâb-ı Hakk, Talak sûresi 12. âyette; “Allah O’dur ki yedi kat göğü ve yerden de bir o kadarını yaratandır. Allah’ın emri, (Cebrail vahiy getirerek) onların arasında iner (çıkar). Ki Allah’ın herşeye güç yetirdiğini ve Allah’ın herşeyi ilmiyle kuşattığını bilesiniz” buyuruyor. Gökler, sınırlı, sabit bir kalıp. Fakat aralarındaki emirlerin işlevleri, gidiş-gelişleri, inişi-çıkışı sonsuz. Sürekli bir faaliyet, etkinlik ve sonsuzluk var.

Şeriat de, hani bazılarına göre gericilik sayılır şeriat. İşte şeriat deyince örtü, çarşaf, cami, minare böyle orta çağın kültürü gibi anlaşılır. Fakat Kur’an, şeriat kavramını, emirden bir şeriat olarak çeviriyor, tarif ediyor. Yani İslâm şeriatında sonsuzluk var, rûhânilik var, metafizik boyut var. Dolayısıyla şeriat hiçbir zaman gericilik olmaz. Bak “Sümme cealnake âlâ şeriâtun mine’l emri...” diyor Câsiye 18’de. Seni emir âleminden bir şeriat üzere kıldık, meâlen böyledir. İslâm şeriati ruhâni âlemle içli dışlı olduğu için, kutsallık boyutu olduğu için, sonsuzluk ifade eden emir âleminden geldiği için, İslâm şeriatı hiçbir zaman eskimez. Eskiyen sadece şekillerdir, formlardır. Yani halk kavramıdır, onlar içtihatla, zamanla değişebilir. Fakat o şeriatin ruhu, ilkesi, temel prensipleri asla değişmez. Çünkü onlar emir âleminden, sonsuzluk âleminden, vahiy âlemindendirler.
Kur’an-ı Kerim, Şûra:52’de;
Ve kezalike evhaynâ ileyke rûhen min emrinâ diye açıkça ifade ediyor. Buradaki ruh, vahiy manâsında. Emirden bir ruh sana indirdik. Nasıl oluyor emirden bir ruh? Ruh, Allah’ın sonsuz yetkisini taşıyan, sonsuz ilmini taşıyan ve içinize girdiği zaman düzenleme özelliği olan bir ruh indirdik. Vahiy, bir ruhtur aynı zamanda. Girdiği aileye bir düzen verir. Girdiği topluma düzen verir. Girdiği kalbe düzen verir, sıkıntı kalmaz, problem kalmaz, anarşizm kalmaz. Yani bu çok müthiş bir âyettir. Vahye ruh ismini veriyor. O ruhu da emir âleminden. Yani sınırlı bir espiri, sınırlı bir ilham değil o vahiy. Sonsuz emir âleminden gelmiş. Dolayısıyla İslâm’daki vahiy de sonsuzluk ifade ediyor, Allah’ın sonsuz yetkisini ifade ediyor. Onun için eskimez ve her zaman canlıdır, verimlidir. Biyolojik hayat da öyledir. O da emir âleminden gelmiş. (Bilmiyorum biraz kapalı kalıyor. Ama başka çarem de yok.)


Soru: Şimdi şeriat emir âleminden dediniz ya. Burada Kur’an’ın lafzının Peygamber (Sallallahu Aleyhi Vesellem)’e, manâsının Allah’a ait olması gibi şeriatın da o usulî bilgilerinin Allah’a ait olması, emir âleminden olduğunu, ama bazı kurallarının çünkü evrensel ama yine de toplumlara hitap eden ve insanlara hitap eden şekilde geldiği için bir mânâda somutlaşmış oluyor şeriat. O manâda şeriatın ruhu emir âleminden ama bazı ilkelerin yansıması halk âleminden olabilir mi?

B. Sağlam: Şimdi, bir örnek. Bak Pakistanlılar ayrı örtünür, Araplar ayrı örtünür, Türkler ayrı örtünür. Ama hepsinde namusu muhafaza, kadını koruma manası var. Burada şekil çok önemli değil. Kimisi camiyi dört köşe yapar, kimisi yuvarlak yapar, kimisi üçgen yapar. Burada şekil önemli değil. Yani hepsinde ibadet manâsı, rûhâni açılım varsa, bu emir âleminden bir şeriat demektir. Onun için şeriat eskimez diyor Üstad Bediüzzaman muhtelif risalelerinde. Emir âlemini içeriyor. Emir âlemi de sonsuz yetki ve açılım demektir. Sonsuz boyutları taşıyor. Dolayısıyla şeriat daima geçerlidir. Yani 1000 sene önceki güller şimdiki güllerden kötü değillerdi. Gül güldür. İşte mevsimine göre, iklimine göre şekil değiştirir sadece. Gülün kalitesi her zaman aynıdır.

Fussilet:12’de, Talak:12’de gene semâvattan bahsediyor. On iki hani 12 aya işaret ediyor ya. Bu semâvat bahsi genelde hem Talak Suresinde hem Fussilet Suresinde 12. âyette geçmiş: Her göğe emrini Allah vahy ediyor. Burada Allah’ın yaratma biçimleri, her semâ bir âlemdir. İnsan da bir âlemdir, onun göğü beynidir. Dünyanın göğü atmosferdir. İşte galaksinin göğü belki başka bir âlemdir. Daima Allah, bu iki kavramı üst üste getirir. Altta; şekli belli olmuş bir âlem, üstte; sonsuzluk ifade eden yuvarlağımsı bir beyin veya bir atmosfer veya bir semâvat. Ve orayı devamlı Allah yönetiyor. Allah vahiy ediyor onun yönetimini, onun düzenini Allah yönetiyor.

Emrin zıddı sünnetullahtır; değişmeyen yasalar. Ve Kur’an’da Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi Vesellem)’e dahi diyor; “sen, Allah’ın sünnetini değiştiremezsin.” Ama bakıyoruz, Hz. Peygamber(Sallallahu Aleyhi Vesellem) mucizeler göstermiş, kerametler göstermiş. O Allah’ın tabii kanunlarını, sünnetlerini değiştirmiş. Nasıl olacak?
Eğer mahlukat seviyesinde isen değiştiremezsin. Ama emir âlemi ile temasa geçmişsen, ulu’l emr olmuşsan değiştirmeye yetkin oluyor, değiştirebiliyorsun. Peygamber beşer olarak, insan olarak Allah’ın tabii kanunlarını değiştiremez. Fakat ulu’l emr yetkisiyle, peygamber kişiliğiyle değiştirebilmiş. Bu çok önemlidir. Yukarıda da hani ulu’l emr içtihat edebilir dedik ya. Yani biz mahlukat olduğumuz itibariyle, Allah’ın yerçekimini hiçbir zaman değiştiremeyiz. Fakat veli olursak, o sonsuz âlemle temasa geçebilirsek, emir kavramından bize de bir nasip gelmiş olursa, o zaman biz hiçbir zaman sıkışmayız. İstediğimiz zaman görürüz, istediğimiz zaman uçarız. O fırsat var yalnız. İşte uçan insanlar olur mu olmaz mı? Olmuş, tarihte milyonlarca örneği vardır.

Emrin zıddı sünnetullahtır dedik. Sünnetullah, bir alttaki insanlar tarafından değiştirilemez. Fakat emir kavramıyla, emir hakikatiyle, emir âlemiyle temasa geçmiş insanlar, sünnetullahı değiştirme yetkisine sahiptir. Çünkü onlar kendi nâmına yapmazlar. Gene emir sahibi olan Allah nâmına o işi yaparlar.

Bizim “Vahiy ve Medeniyet” diye bir kitabımız var. Orada Ra’d sûresinin tefsirinde; kâinatta işte ne kadar mucize, ne kadar sünnetullah, böyle dengeli bir şekilde anlatılmış Kur’an tefsiri içinde. Yani şöyle sûreyi okursanız baştan sona kadar, demek ki kâinatta işler yarı yarıya sünnetullah çerçevesi içinde oluyor. Yarı yarıya da mucize tarzında oluyor. Yani Cenâb-ı Hakk âdildir, her şeyi dengeliyor. Bir el sağ, bir el sol, bir işi mucizeli, bir işi sünnetullah, kanun çerçevesi içinde. Fakat bir açıdan bakarsanız o mucizevi işlerin de kendine göre bir kanunu var. O kanun olan sünnetullahın da mucizevi boyutları var. Yani bugün yerçekimi bir kanundur, her zaman her yerde çeker ama yerçekimi öyle büyük bir nimettir ki, o nimetler içinde ayrı bir mucizelik var. İşi gene Cenâb-ı Hakk her şeyde dengeliyor. Yani meselâ sağ elimiz kesildi, yemek yiyemiyoruz, yazı yazamıyoruz. Beyin hemen bir keramet gösteriyor; sol ele o yetkileri, o imkanları veriyor. Dolayısıyla sol elle yemeye başlıyorsun, sol elle yazmaya başlıyorsun. Sol elini sağ elinden daha fonksiyonel bir halde kullanma imkanına sahip olabiliyorsun. Çünkü sağda sol var, solda sağ var. Her kadın biraz erkektir, her erkek biraz dişidir, doğurgandır. Yani kâinatta böyle zıtlık var, kavramlar var, dualite var. Ama böyle bu taraf %100 bu şekilde, bu taraf %100 bu şekildedir diyemiyoruz. Her işin içinde o % 50 %50 oranlar gene muhafaza ediliyor.

Meselâ size bir tipik örnek, beyinle ilgili: Her hücremiz bir beyin gibidir. Vücudumuz halk, kalıbı belli, şekli bellidir. Mahlukattır, yaratılmıştır. Fakat beynimiz yuvarlak olduğu için, beyin emir âleminden. Yani neyin ne zaman hatırına geleceği, hafızayı koruyup koruyamayacağı, bilgi sahibi olup olamayacağı tamamıyla Allah’ın elinde. Beyinde pek kurallar belli değil. Beyin yuvarlaktır. Beynin çalışması da emir âlemine aittir pek kuralları belli değildir. Onun için meselâ; sinir hastaları dualarla, türbelerle, veliler tarafından okunmakla iyileşebiliyor bu emir âlemiyle temas ettikleri için. Ama meselâ; kanserli bir durum iyileşmiyor. Çünkü kanser, emir âlemiyle ilgili değil. O daha çok şekli şemâili belli bir hastalıktır, maddi bir özelliktir. Gerçi orada da meselâ Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi Vesellem) öyle hastalara dua etmiş ki; onlar maddeten de hastaymışlar iyileşmişler. Ama Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi Vesellem)’in emir âlemi ile olan teması çok yüksek. Yani maddeye de, şekli belli olan âleme de tamamıyla hâkimdi. Fakat işte ölçüleri biz burada tam bulamıyoruz. Onun için ölçüler koymayalım ki biraz rahat nefes alalım. Biz de o emir âlemine doğru engin bir seyahat yapabilelim, bugünkü konumuzun da amacı yerine gelmiş olsun.

Bak dünyanın şekli şemâili belli. Fakat atmosferin şekli şemâili belli değil. Nerede ne zaman fırtına esecek, nasıl yön değiştirecek, nerede yağmur yağacak, ancak Allah biliyor, O yönlendiriyor. Dolayısıyla meselâ Kur’an-ı Kerim’de; yeryüzünde olan işler, sünnetullah tarafından oluyor diyor, hava âleminde olan işler (eskiden gemiler yelkenliydi yelken de rüzgâra bağlıydı) gemiler diyor, Allah’ın emriyle giderler. Kur’an’ın tâbiriyle atmosfer bir nevi Allah’ın emridir, askeridir. Daima kâidesi ve kuralı belli değil ama, istediği şekilde Allah onu yönlendiriyor. Hayat da böyle. Meselâ hücre içinde bu DNA tarafından insanın geçmiş ve geleceği hatta bütün varlığın geçmiş ve geleceği kayıtlıdır, intizamlıdır. Neyi ne zaman doğuracağı bellidir. Hayat, emir âlemindendir. Onun için biz hayata müdahale edemeyiz. Atmosferin oluşumu da rahmetli Nurbaki hoca çok güzel anlatmıştı kendi kitabında. Yani o gazların oranları, gazın dünya üzerine çökmesi veya uzaya uçması. O oranların, hayata elverişli olması. Belki yüzlerce, binlerce böyle mucizevi boyutlar var atmosferde. Onun için hava, Üstad Bediüzzaman da diyor; hava emir âlemidir, toprak hıfz âlemidir, ışık ilim âlemidir, su rahmet âlemidir. Yani biz mümin olarak önce kendimizi şu şekilde şartlandıracağız. Kâinatta halk var, emir var. Oranlar %50, %50’dir. Fakat nerede ne zaman işi birbirine karışık olduğu için ölçüyü tam tutturamayabiliriz. Daima maddeten sebeplere başvuracağız, halkın gereği, sünnetullahın gereği ne ise onu yerine getireceğiz. İmkanımız bittiği zaman şifaya, olağanüstü duruma, emir âlemine, mucizeye, keramete başvuracağız. Meselâ bir hastalığımız olduğu zaman doktora gideceğiz, bu Allah’ın bir emridir, yasasıdır diyeceğiz. Ama şifayı Allah’tan bileceğiz. Çünkü şifa içinde öyle sonsuz kompozisyonlar var ki, ancak bakıyorsun emir âleminden bir yetkiyle, bir telsizle olabilmiş. İlaç orada bahane kalıyor.

Dualar da öyle. Asıl olan fiilî duadır. Çünkü biz dünyada yaşıyoruz; dünyanın kalıpları, kanunları, çerçevesi belli. Fakat fiilî dua bittikten sonra manevi duanın da sonsuzluğa açılan bir kapı olduğunu bilmemiz lâzım. O sonsuzluk içinde nefes almamız lâzım. Ve bizim şeye inanmamız lâzım ki; asıl yetki Allah’ın elindedir, o vermedikten sonra o işler olmaz. Kerametler, mucizeler haktır, emir âlemindendirler, sonsuz bir âlemin belirtileridirler. Ama Cenâb-ı Hakk, kerametlerle yaşayın, mucizelerle yaşayın demediği için biz Allah’ın emrine uyarak fiilî dualarımızı, pratik dualarımızı yapacağız. Sıkıştığımız zaman olağanüstü bir icraat isteriz Allah’tan, bir kapı isteriz bize tecelli etsin diye.

Bu kuantum fiziğiyle ilgili bugünlerde belki radyolardan değişik kitaplardan öğrenmişsiniz. Birkaç kitap da çıktı piyasaya. Atomun fizik olarak kalıbı belli, enerjisi belli, protonları belli, elektronları belli. Fakat atomun parçacıklar kısmında kuantum fiziği dedikleri alanda, orada hangi parçacık ne zaman, hangi şekilde görüneceği belli değil. Bir parçacık var bir an çoğul gibi gözükür, 1 saniye sonra yuvarlak olarak gözükür. 1 saniye sonra dalga olarak gözükür. Bir bakıyorsun parçacık olarak gözüküyor. Sürekli şekil değiştiren ve emir âlemini bildiren, emir âlemine bakan bir boyut var her şeyde. Atomda bile. Hatta çok ilginç, araştırmacılar o parçacıklara işte sen onlara dalga olarak bakmak istiyorsan dalga oluyor. Parçacık olarak görmek istiyorsan sana kendini parçacık olarak gösteriyor. Çubuk olarak görmek istiyorsan çubuk olarak gözüküyor. Beynindeki talebin, niyetin, duan onun o âlemini etkiliyor. Bu çok önemli. Yani burada biz fiziği inkar etmiyoruz, fizik var. Altın altındır, karbon karbondur, hidrojen hidrojendir, oksijen oksijendir. Fakat bu altınların sabit, şekli belli, halk dediğimiz çerçevesi dışında hemen bir altında, arkasında sonsuz bir âlem var, parçacıklar âlemi; adeta emir âlemiyle hareket ediyorlar; geziyorlar, tozuyorlar, kâinatın bütün diğer atomlarıyla etkileşim içindedirler. Onun için materyalizmin temeli yıkıldı yani bu kuantum fiziğiyle. Gerçekten yıkıldı. Eski insanlar sanıyordu ki; her şeyin kalıbı belli, her şeyin kuralı belli, sebep-sonuç %100 birbirini etkiliyor, gerektiriyor. Öyle değil sadece. Sebep de sonucu etkiliyor. Sonuç da sebebi etkiliyor. Yani iş gene emir âlemine, son karar emir âlemine kalıyor.

Dolayısıyla bir duayla şifa olur mu? Olur, ama biz gene de ilâç almalıyız, doktora gitmeliyiz. Çünkü o da Allah’ın bir emridir. Yani atomun sabit kısmı da Allah’ın bir emridir, ona da riayet etmemiz lâzım. Hiç bir zaman Cenâb-ı Hakk altını karbon yapmıyor. Milyarlarca senedir altın altındır, karbon karbondur. Ama o atomların bir ilk alt dünyasına bakıyorsun ki; sürekli bir etki, sürekli bir tesir, metafizik âlemden bir beslenme var. Bizim dünya işlerimizde de aynı atom gibi; bir açıdan kuralı belli, kaidesi belli, kim alacak, kim verecek, kimin rızkı dar, kimin rızkı bol, hepsinin kalıpları belli. Fakat bu kalıplar bellidir diye hepten kendimizi mahpus görüp hiç nefes almayacak değiliz. Sonsuz bir âlem var önümüzde, bir emir âlemi var. Onunla temasa geçersek, ibadetle, duayla, diyanetle, çileyle değişik başka imkanlarla, işte bizim elimiz de şifa verir Peygamber eli gibi ki evliyalarda olur. Bizim duamız da tesir eder. Hatta çok ilginçtir ki; iman başlı başına bir mucizedir zaten. Sen inansan ki yarın bu işin olacak. Beklenmedik bir şekilde senin o işlerin oluyor. Ama ümitsiz olursan, ya galiba olmayacak. Olmuyor. Senin imanın yarınki işlerin koordinasyonunda tesirli olabiliyor.

Hulâsa; kâinat sınırlıdır, maddi şekliyle, kalıplarıyla. Fakat kâinatta olan biten işler sonsuzdur.
Ve Kur’an-ı Kerim Allah’ı tarif ederken; O her gün yeni bir şe’ndedir diyor. İşte harikalık burada. Kâinat sınırlı olduğu halde açılımlar, işler, şuunat, dualar emir âlemine açıldığı için orada emir âleminin etkinliği sonsuzdur. Ve kâinat sınırlılığıyla beraber, Allah’ın sonsuzluğuna bir âyine olabiliyor.

Ayhan Songar’ın bir kitabında okumuştum: Vücudumuzdaki bilgi işlem hacmi 10 üzeri 179 muydu neydi. Kâinattaki bütün atomlardan fazladır. Atomlar sabit, halk; kuralı, çerçevesi belli. Fakat bilgi işlem; emir âlemiyle olduğu için sonsuzluk ifade ediyor âdeta, sonsuza açılıyor.

Yani bu beyin emir âlemindendir derken, beyinde hiçbir sabit kaide, kural yoktur demek istemiyoruz. Beynin de kendine göre sabit bir kâidesi, kuralı vardır. Hatta atmosferin de bu sene ne kadar yağmur yağma ihtimali var, az çok bilinir. Ama tutmuyor yani. Bulutlar Türkiye üzerinden gelirken, Ege’ye gelirken, birden başka bir alandan bir fırtına eser, o bulutları Yunanistan’a götürebilir. Beynimiz de öyle, aldığımız gıdaya göre şekil alır, şifa bulur, ilaçlara göre şekil alır. Ama hiç beklenmedik bir yerde bir bakıyorsun önüne bir güzellik çıktı, seni âşık etti, evliya etti. Bir kelimeyle bile, bir duayla bile beyin etkilenebilir. Onun için hadiste; kalp Allah’ın iki parmağı arasındadır, denilir. Hatta kalbe kalp denmesinin sebebi, sürekli değişebilir özelliği vardır. Kalp, inkilâp aynı kökten gelir. Sürekli değişebiliyor.

Bu emir âlemine temas etmiş, emir âlemiyle içli dışlı yaşamış büyük evliya insanlar var. Onların hâlen türbeleri var Türkiye’de, değişik İslâm âleminde. Meselâ ben bir tanesini Ayhan Songar’ın kitabında okumuştum. Kendisi inanıyor buna. Bak, fizikçi, fizyoloji ilmini almış bir insan ve biyoloji üzere tedavi yapan bir insan olduğu hâlde kendi bazı hastalarını Afyon’daki Karaca Ahmet türbesine gönderiyordu. Bu türbenin bir benzeri bizim köyde var. Benim 18. kuşaktan dedem. Şöyle bir türbesi var; bir oda gibi, karanlık bir yer. Bir zincir var, eski insanlar öğrenmişler. Böyle şizofren insanlar gelir. Çırılçıplak elbiselerini çıkarıp, atıyorlar. Bir gece o zincire bağlarlar. Sabahleyin, artık elbisem nerede, ben örtünmek istiyorum, böyle şifa bulup çıkıyorlar. Belki ben 10 kere çocukluğumda kendi gözümle gördüm. Çocukluğumda diyorum çünkü ben 12 yaşından 13 yaşından itibaren köyde değildim. Ama on kereye yakın ben gördüm köyde. Onun için türbeler şifa verir mi vermez mi tartışması şeye benzer, komünistlere göre, ateistlere göre şifa vermez. Çünkü her şey kaidesi kuralı belli. Onlara göre karbon karbondur, altın altındır. Atomda hiç değişme olmaz. Fakat kuantum fiziğine göre bakarsan her an her şey değişiyor. Ve metafizik bir âlemde gaybî bir el tarafından sonsuz bir kudret ve güçle her an her şey değişebilir. Onun için ümitsizlik kadar kötü bir şey yok. Ümitsizlik şeytandandır, umut rahmandandır, hadisi var.

Ümitsizlik şudur; kendini sabit kâideler içinde hapsolmuş olarak görüyorsun. Hiç çıkış imkanı yok. Artık bir ebedi hapisteyim diye inanmaktır ümitsizlik. Ama emir âlemine göre bakarsan; biz şimdi hapse de düşsek, ömür boyu hapis cezasını da alsak, sürekli inanacaksın ki; metafizik bir sebep, bir etken gelir beni bu hapisten çıkartır, ben gene hürriyetime kavuşurum diyebilirsin.

Geçen Nedâ soruyordu, bizim bir kızımız. Şimdi mutasavvıf bir kadıncağız var, Moral fm’de program yapıyor, o söylemiş; “sır” insanda sır diye bir latife var, en derinlerde böyle. Sır, emir âlemindendir, akıl halk âlemindendir. Şimdi aklın ölçüleri belli. Bak, çok ilginç. Belki o kadıncağız farkında değil ne dediğinin. Ama tasavvuf kültüründe böyle bir bilginin olması ilginç. Aklın kalıpları belli, şekli belli, gideceği alan belli, yapacağı işler belli, imkanları belli. Fakat sır ve kalbin içi sonsuz âleme açılıyor, emir âlemine açılıyor, Allah’ın mucizelerine, kerametlerine açılan bir bağlantısı var. Orada, o sırda her an her şey olabiliyor ve hep güzel şeyler oluyor. Yani emir âleminden bir şey geldiği zaman sonsuzluktan geldiği için hep güzeldir. Çirkinlik mahlukatın dar çerçevesi içinde vardır. Sonsuzlukta çirkinlik yoktur. Sonsuzlukta öyle bir güzellik var ki; o mahlukatın daracık şekillerini, çirkinliklerini de giderebiliyor, tedavi edebiliyor, güzelliğe çevirebiliyor.

Ben ilâç alan bir insanım. Kemal Ayyıldız kardeşim; bu adam bu kadar bilgilidir, bu kadar inançlıdır, Risale-i Nur okumuş, Kur’an okumuş, tefsir yazmış niye ilaç alıyor?

Samimi söyleyeyim, ben şimdiye kadar bu ilim uğruna hep kendimi sabit kurallar, ispat edilmiş bir çerçeve içinde hapsettim. Hiçbir zaman keramete, mucizeye, metafizik eğilimlere açılmayı düşünmedim. Artık geçen hafta bu programı hazırlarken tak etti kafam, bırakıyorum dedim her şeyi. Sebebi de, parayı da, dükkanı da, çoluğu da çocuğu da her şeyi bırakıyorum. Kendimi emir âleminin sonsuz dünyasına bırakıyorum. Ya Rabbi! Sen sonsuzsun, inanıyorum ki gerçekten inanıyorum şimdi, her an her şey olabilir. Yani bugün fakirsin yarın zengin olabilirsin. Bugün hastasın, anında şifa bulabilirsin. Bu iman dahi sonsuz bir hazinedir benim için. Ve ben yani bunu da ispat edebilirim de kendimi yine kalıplara atmak istemiyorum. Paradoks gibi olur o zaman da, o zaman paradoks gibi olur.

Gerçekten, bak camiye gittiğiniz zaman, işi düşünmediğiniz zaman, o caminin manevi atmosferi içinde bir Kur’an dinlediğiniz zaman, o ölümü, kıyameti, metafizik âlemi düşündüğünüz zaman, önünüzde sonsuz bir âlem, sonsuz bir imkan açılıyor. Sonsuz imkanlar açılıyor. Bir üfürükle işler dönebiliyor, bir dua ile işler düzelebiliyor. Bir inançla işler düzelebiliyor. Eşiniz kötüdür, bir dua edersiniz iyi olur. İşiniz doğru gitmiyor, bir dua edersiniz iyi gider. Yani bu inanç bizde olsa, fakat tabii arkada sünnetullahın da bir realite olduğunu unutmamamız lâzım. Ama bilin ki sünnetullah dar bir çerçevedir, dünya kalıpları içindedir. Dünya, kâinat içinde çok küçüktür. 20 milyar ışık yılı mesafe var, dünyamız işte 40.000 km’dir. Yani ışık yılı bir kere 1 saniyede 8 kere dolaşıyor, düşün. 1 saniyede dünyamızı 8 kere ışık dolaşabiliyor. Kâinatın büyüklüğünü düşünün. 20 milyar ışık yılı mesafe var. Yani bizim, dünyada kendimizi boğdurmamız sıkıştırmamız, bu sebepler hapsinde kendimizi ezmemiz yanlıştır. İslâm, vahiy, şeriat bize emir âlemini gösteriyor, sonsuz bir âlemi gösteriyor, ucu bucağı olmayan bir mutluluk gösteriyor. Ciddi söylüyorum. Yani bu sırf bir tercih meselesi değil.

Bak Nurcular, ben bu konuda biraz da şunu düşündüm. Nurcular, mahlukat itibariyle, yani şekli şemali belli olmuş ölçüler itibariyle gariban bir cemaat, zavallı bir cemaat. Kimseye elleri kalkmaz, imkanları dar, çoğu fakir, bilgileri kıt çoğu cahil, ciddi söylüyorum. Fakat bu adamların kalp kuvveti çok güçlü, imanları çok güçlü. Bu 20. asrın materyalizmini Nur cemaati paramparça etti. Sırf o iman gücüyle, sırf o iman gücüyle. Yani kalp hayatı akıl gibi değil yani. Akıl güzeldir, ölçüler bellidir, kaidesi bellidir. Ama kalple kıyas edildiği zaman, vücudumuzda galiba aklî fonksiyonlarımızı 5-10 tane hücre idare ediyor. Ama kalp dedin mi ,bütün beden kalp oluyor. Hatta senin geçmiş geleceğin, bütün varlığın, bütün ecdadın, bütün nesillerin, bütün okudukların, bütün işlediklerin, bütün yediklerin içtiklerin, senin kalp hayatın oluyor. Kalp hayatı sonsuzdur. İşte kalp gücüyle. Ben ilimle kendimi tartıyorum; benden daha bilgili kimse kalmıyor Türkiye’de. Ama kalp hayatına vurdum, baktım ben Nurcuların en âdisiyim, en küçüğüyüm. Ciddi söylüyorum, bunu ben samimi olarak itiraf ediyorum. Onun için kalbin gücü çok önemlidir, kalp hayatı çok önemlidir. Ve bu iş zaten kalp hayatıyla giderse yaşayabilir. Akıl gider gider, işte ben bildim, bir şeyler yazdım. Bir sonraki nesil anlamadı mı iş biter, gider. Fakat kalp ölmüyor, kalp hayatı ölmüyor. Çünkü kalp hayatı sonsuzdur.

Hadi size bir fıkra da anlatayım. Köylüye sormuşlar;
Atla katır arasındaki fark nedir? Bilememiş katırın babası eşektir, atınki attır. Aklı yetmemiş köylünün. Bu sefer kalbiyle cevap vermiş, vallahi demiş fark bilmiyorum ama atın hâli bambaşka demiş.
Yani kalp seziyor. Gerçekten bu asrın en büyük bedbahtlığı, kalp hayatının, manevi hayatın, emir âlemiyle ilişkilerin sıfır olmasıdır. Yani ben şimdi size bilimsel bir nükte anlattım kuantum fiziğinden, hoşunuza gider çünkü nasılsa bilim dünyası kuantumu kabul ediyor. Yâ milyonlarca veli gelmiş, 124.000 tane peygamber gelmiş. Hepsi mucize göstermiş, hepsi uçmuş, hepsi metafizik icraatlar yapmış, hepsi cemaatler yetiştirmiş. Hayvan olan o vahşi insanları melekler seviyesine çıkartmışlar. Bunu anlattığım zaman, ya acaba acaba gene deriz. Çünkü bu asır bizi materyalist yapmış, halkın en süfli tabakasına indirmiş. Hepimizde bu hastalık var. Maneviyatımız, kalbimiz kördür. Ben kendi nâmıma itiraf ediyorum, bilmiyorum sizi.

Bu asır materyalist bir asırdır, deccal asrıdır, kör asırdır. Maneviyat gözükmüyor, emir âlemi gözükmüyor, sonsuzluk gözükmüyor. Gözükse de hani biz ona yorum getiriyoruz kendimize göre. Bir yorum getirmek demek, o kerametin, o mucizenin, o manevi gücün kerametini azaltmaz. Ben ne dedim? Mahlukatın da içinde mucizeler var. Yani her mahlukun, şekli, kâidesi, kuralı belli. Her şeyin bir mucizevi boyutu olduğu gibi her kerametin, her manevi emrin de bir kuralı kâidesi olabilir. Bu, onun sonsuzluğunu, güzelliğini ve harika olağanüstülüğünü bozmaz, ona aykırı değildir. Yani ne dedik; sağ da var sol da var. Ama sağ içinde bir sol el var, sol el içinde de saklı bir sağ el var. Kâinat böyledir. Dünyada âhiret hayatını yaşayabilirsiniz, cennet hayatını yaşayabilirsiniz. Âhirette de istediğiniz zaman, özlediğiniz zaman dünya hayatını yaşayabilirmişiz. Benim canım dünya hayatıydı, al yaşa der Allah. Öyle mümkündür yani. Evet, ne demiştik? Bak, hepimiz genciz, burada pek ihtiyar kimse yok benden başka. İnsan dost arar. Eşten, akrabadan ayrı olarak bir dost arar insan, gönlünü onunla paylaşacağı bir dost arar. Çünkü dostluk, metafizik bir kavramdır, manevi bir kavramdır, kâidesi kuralı belli değil. Yani hanginiz dostunuzu kâidelere göre seçiyorsunuz? Hayır. Bir insanı gönül sevdi mi onu dost yapıyorsunuz. İşte en büyük dost Allah’tır. Bu maneviyata açılırsanız, keramete, metafiziğe, gaybî boyutlara, sonsuz varlığın enginliğine inanırsanız, sonsuz varlıklı bir dost bulmuş olursunuz. Ölümünüze de çare, hastalığınıza da çare, derdinize de çare, bilgisizliğinize de çare. Sırf bu imanla bir insan yaşadığı zaman, bütün duyguları açılmaya başlar. Şimdi bizde bir duygu hep bir çiçek gibi saklı olarak filizlenmek bekliyor. Ama ümitsizlik, o dar dünyanın kalıpları sürekli o çiçeği eziyor, çıkma diyor yukarı. Çiçek çünkü sonsuzluk ifade ediyor ya, sonsuzluğa açılıyor böyle. Ama şartlar, sıkıntılar, borçlar harçlar, kredi kartları, yok dedikodularla, dünyanın o şeytanî daracık kalıpları, sürekli o çiçekleri (meselâ zekâ bir çiçek, sevgi bir çiçek, bilmem binbir tane ismini bilmediğim çiçekler var vücudumuzda) hep o çiçekleri öldürüyor veya taş altında bırakıyor. İman geldiği zaman o ümitsizlik, o dar kalıplar kırıldığı zaman zekâ 1 milimse, 1gr. ise 100 kg.’a çıkıyor. Şefkat, sanat 1 gr. ise 100 tona çıkıyor. Sonsuz bir açılım var. Ve insanın gerçekten insan olduğu ancak o şekilde anlaşılır.

Ben eskiden beri çok merak ederdim. Bu kadar din sahipsiz, bu kadar hurafeler bulaşmış, bu kadar yanlış insanlar dini su-î istimal ediyor. Her gelen içine biraz pislik atıyor, bir bozukluk atıyor. Buna rağmen din nasıl ayakta duruyor? İşte din bu şekilde ayakta durmuş. Metafiziğe açılan bir boyutu var, kutsallık boyutu var, emir âlemiyle temas eden bir boyutu var. Hiç bir şey onu öldüremez. Bütün insanlar birleşse, yeryüzündeki sinek türünü mahvedemezler. Amerikan ordusu, Rus ordusu, hepsi bir araya gelse yeryüzündeki sinekleri imha edemezler. Bu bir kâidedir, herkes bunu biliyor. Çünkü hayat da emir âleminden geliyor, metafizik bir boyutu var. Bütün dünyanın ilaçlarını al, ben kalbimdeki bu sevgiyi veya düşmanlık duygusunu imha edeyim, edemezsin. Yani bütün doktorlara gitsen, bütün eczaneleri tüketsen kalbindeki o ilâhi yazılımı silemezsin. Kutsîlik, metafizik âlemle temas ihtiyacı, bir yazılımdır. Allah insanı yaratırken, onun beyninde, kalbinde; bu mutlaka kutsala inanmalı, bu metafizik bir âleme açılım yapmalı, emir âlemiyle temasa geçmeli, kendini düzenlemeli diye Cenâb-ı Hakk beynimizde bir yazılım yazmış. Biz o yazılımı hiçbir zaman silemediğimiz için din ayakta duruyor ve din hiçbir zaman ölmüyor, hatta gittikçe genişliyor. Bunu dinsizler bildiği için, fikren dini öldüremedikleri için bu sefer ahlâksızlıkla, çırılçıplaklıkla, rüşvetle, siyasetle, başka ayaklarla, başka oyunlarla dini öldürmeye çalışıyorlar. Fikren öldüremediler. Beşerin kalbindeki o yazılımı silemediler. Sen arıları durdurabildiğin kadar durdur, arı gene gidip bal yapacak. Gene 1 km’lik mesafeye gidecek, çiçeklerden bal toplayacak, su içecek gelecek. Çünkü beyninde o bir yazılımdır. O yazılımı kimse silemez. İnsanın kalbindeki inanç da, din de, emir âlemiyle temas da kutsal bir değer de, ihtiyacı da aynı o şekilde bir yazılımdır. O yazılımı silemedikleri müddetçe kıyamet kopmaz ve din ölmez. Bir şartla şey yapabilirler; alternatifi cinselliği devreye sokuyorlar, açık saçıklığı. Çünkü o da bir yazılımdır. Allah insanı yaratırken cinsellik yazılımı da var. Adam onu tahrik ediyor, ajite ediyor, şırınga yapıyor, reklam yapıyor, bir sürü propaganda yapıyor. O cinsellik yazılımı, inanç yazılımını devre dışı bırakabiliyor bazen. Yoksa başka bir silahla ona karşı koyamazlar. Yani toplarla tüfeklerle atom bombasıyla insanın kalbindeki inanç ihtiyacını, metafizik âleme açılımını silemediler. Mecburen insanın bedeninde yazılmış başka bir programı ajite ederek yıpratarak insanı öldürmeye çalışıyorlar. Onun için ne deccal, ne kâfirler, ne Ebu Cehiller, ne Ebu Lehebler, hiç kimse dini öldüremedi ama Ye’cüc Me’cüc tehlikesi var. Üstad Bediüzzaman da ondan çok bahsediyor, ahirzamanda Ye’cüc Me’cüc tehlikesiyle din elden gider diye korkuyorum, diyor. En büyük tehlike Ye’cüc Me’cüc. En büyük mesele şimdi. Ye’cüc Me’cüc şu; tamamıyla hayvâni yaşayan, insanî değerleri unutmuş, günü birlik yaşayan, namussuz, düğünsüz, evliliksiz, işte dinsiz, ailesiz bir toplum. Yecüc mecüc o. Anlattıkları gibi yecüc mecüc böyle hurafevârî bir şey değil. Gene insandan çıkacak Ye’cüc Me’cüc. Ye’cüc Me’cücün aslı gene insan kabileleridir, insan topluluklarıdır. Ama kutsal değerleri, emir âlemini sildikleri zaman, o zaman insanlığın kıyameti o şekilde kopmuş olur.

Kur’an-ı Kerim’de bize iki temel kavram işleniyor; biri takva, birisi iman. Takva, halk âlemine göredir. Çünkü dünyada kaide kural belli. Mesela bir insanın alabileceği zenginlik belli, yiyebileceği yemek belli, yatması belli, kalkması belli, yaşam süresi belli, günahlar belli, sevaplar belli. Bu dünyada biz takvadan sorumluyuz. Onun için Kur’an takva üzerinde çok duruyor. Takva, dünya içindir, ahirette takva diye bir kavram yok. “Aman ben günah işlemeyeyim, aman ben sınırı aşmayayım.” Zaten istesen de aşamıyorsun orada. Orada takva kavramı yok. “Takva” korunmak, sınırı aşmamak demektir. O, bu dünya içindir, sınırı belli dünyada takva lazım. Takvası olmayanın imanı da olmaz. Çünkü 1. sınıfı atlamayan, 2. sınıfa geçememiş olur. Önce sebeplere başvuruyoruz, dünyanın çizgilerini tanıyoruz, o çizgilere göre adım atıyoruz sonra imana geçiyoruz. İman, emir âlemiyle ilgilidir, sonsuzlukla ilgilidir ve sonsuzdur iman. Bir iman ki sonlu ise, işte o iman geçerli bir iman değil, emir âlemiyle ilişkisi yoktur. Size bir örnek vereyim: Hıristiyanlar niye sapıttı; İsa Allah’tır dediler. İsa sınırlıdır, evet büyük bir peygamber, herşeyi mucize, herşeyi emir âlemi, o kadar şekilsiz biçimsiz yaşamış ki sonsuzluk ifade ediyor. Ama onlar bedene ruh dedikleri için, İsa Allah’tır dedikleri için cehennemlik oluyorlar.

Bir iman ki sonsuz değilse o insanı kurtarmıyor. Bu çok önemli. Onun için biz işte böyle, Allah hakkındaki diğer sohbetleri de hatırlatalım, diğer makaleleri de hatırlatalım. Eğer biz bir Allah’a inanıyorsak; O’nun sonsuz gücüne, sonsuz emir âlemine, sonsuz imkanlarına, sonsuz ahiretine inanmamız lazım. Ve O’nu itham etmememiz lazım; acaba bana yardım eder mi? Sen bu âlemle temasa geçtiğin zaman zaten sonsuz imkanlar sahibi oluyorsun, herşey senin oluyor. İman öyle bir güç ki (Risale-i Nur’da belki 50 yerde anlatılmış) öyle bir güç ki iman; herşeyi senin eline veriyor, herşey senin oluyor o sayede. Herşeyin alternatifi var, imanın alternatifi yok. Çünkü sonsuz bir değerdir, sonsuzun alternatifi olmaz. Allah sonsuzdur, ikinci bir Allah olmaz. İman da sonsuz bir kavramdır onun alternatifi olmaz. Onun için biz imanımızı sürekli test edelim, ne kadar dar düşünmüşüz, ne kadar küçük düşünmüşüz. Risale-i Nur’da geçiyor: Bir köylüye sorsan; Sultan Abdulhamid ne yapıyor?
Galiba bulgur çorbasını pişiriyor, der. O padişahı o kadar algılıyor.
Biz bu iman konusunda sürekli mesafe almalıyız, sürekli hız almalıyız, sürekli emir âleminin o sonsuz katmanlarını gezmeliyiz, hissetmeliyiz, yaşamalıyız ve nefsimizi, o daracık kalıplarımızı ona göre adapte etmeliyiz, ki darbe yemeyelim. Çünkü sonlu bir iman darbe yedirtir. Mesela müşrikler de inanıyor, cehennemlik, halbuki inanıyorlar. Niye cehennemlik oluyorlar? Çünkü sınırlı bir Allah’a inanıyorlar. Ve bu hastalık çok yaygındır, her cemaatte her kesimde biraz var; sınırlı bir Allah’a inanmak, Allah’ı itham etmek, dar düşünmek, bize yardım etmez gibi hissetmek. Depresyonumuzun sıkıntılarımızın çoğu oradan geliyor.

Risale-i Nur’da imanı besleyen birkaç kavram var; biri “şevk” kavramı, birisi “şükür” kavramı, biri de “aşk” kavramı. Bunlar sonsuzluğu besleyen duygulardır. Bizde eğer sevgi varsa, veya şefkat varsa; sonsuzluğa bizi açar. Bize bir kapı olur. Şevkimizi hiçbir zaman yitirmememiz lazım. Ne halde olursak olalım daima şevkli olacağız, inanacağı ki, işler olacak, hakkından geleceğiz, başaracağız. Ne kadar seviyemiz düşük olursa olsun; bu şükür, şevk, aşk ve şefkat sayesinde yelkenlenip uçabiliriz, sonsuzluğa gidebiliriz. Aşk, şevk, şükür ve şefkat; bunlar kalbî duygulardır. Kalb sonsuz olduğu için seni sonsuzluğa açan, imanını besleyen duygulardır. Bu çok önemli. Yani iman sonsuzdur ama imanı besleyen alt duyguları da beslemek lazım, tek başına iman olmaz. Tek başına iman, akıl dairesinde kalır, akıl sınırlı olduğu için o iman da sınırlı olur ve seni kurtarıcı olmaz o zaman.

Şimdi, Risale-i Nur’da emir kavramı nasıl işlenmiş? Kastamonu Lahikası’nda bir hadis naklediliyor ve onun tefsiri yapılıyor: “Ümmetimden bir grup hak üzere devam edecekler, nihayet Allah emrini getinceye kadar.” Emir, orada kıyamet. Kıyamet gelinceye kadar bir cemaat bir grup mutlaka hak üzere yaşayacaklar diye... Onun ebcedî değerleriyle, bize kıyametin tarihi 1546 çıkıyor. Risale-i Nur emir kavramını çok güzel tefsir etmiş. Mesela havanın “emr” in bir arşı olduğunu 28. Lem’a’da izah etmesi müthiş bir tesbittir. Şimdiye kadar, İslam âleminde “arş” kavramı anlaşılmamış. Arş deyince, Allah’ın oturduğu bir taht gibi anlaşılmış. Halbuki herşey Allah’ın bir arşıdır, fakat bazı nesneler Allah’ın bir isminin arşıdırlar. “Arş” demek, egemenlik alanı demektir kelime olarak. Mesela havada emir âlemi egemen, ışıkta ilim; bak bütün teknoloji elektriğe dayalıdır. Işıkta ilim diyor, Risale-i Nur. Toprakta hıfz ve hayat; orada canlılar ürüyor, muhafaza ediliyor. Suda rahmet; su başlı başına bir rahmettir. “Arş” demek, icraat alanı, hâkimiyet alanı demektir. Risale-i Nur’daki o hadisi de bir daha hatırlatmakta fayda var. Risale-i Nur emir kavramını da kıyamet manasında kullanmış, ve ispatını da yapmış, ebcedî değerlerle; ne zamana kadar dindarlar yaşayacak ve ne zaman din bitecek, kıyamet kopacak, Kastamonu Lahikası’nda bunun ispatı vardır.

Üstad Bediüzzaman, ictihadın kapısı açıktır diyor, herkes ictihad edebilir. Ama Risale yazmış (27. Söz); aman ictihad zamanı değildir kimse o kapıya girmesin. “Sen dedin açıktır, niye kimseyi sokmuyorsun?” Çünkü bu asırda emir âlemiyle temasa geçen kimse yok diyor Bediüzzaman. Sebebi bu. Yoksa ictihad kapısı açıktır. En dindar hocamız dahi, en ciddi cemaat reisimiz dahi; ben insanların dünyasını nasıl tamir ederim, onları zengin ederim diye uğraşıyor. Bu insanlar ahirette geberdi mi geberecek mi cehennemlik olacak mı, kimse bunu düşünmüyor. Kimse ibadet hayatını düşünmüyor. Kimse emir âlemini düşünmüyor. Böyle deccalane materyalist bir asır olduğu için, bu kafayla ictihad olmaz, diyor Bediüzzaman. Ve 7 tane gerekçe gösteriyor. Ama eğer ehl-i kalb veya ehl-i iman veya mucizeye inanan, ahireti esas alan bir insan çıkarsa işte o ictihat edebilmeli zaten, durmamalı çünkü çok sorun var. Her bir sorun demek, ictihadla çözülür demektir. Binlerce sorunumuz var aslında. İctihad yapmalıyız, gayret etmeliyiz, kendimizi hazırlamalıyız seviyemiz ne olursa olsun. Ama bir şartla; ahireti dünyaya tercih ediyorsak, emir âlemini mahlukat âlemine tercih edebiliyorsak, kalb hayatını akla tercih edebiliyorsak, inanın ki biz de ictihad yapabileceğiz. Yani sahabiler tabiinler eğer yaptılarsa çok bilgileri yoktu, ama bu özellikleri vardı, sonsuzluk vardı, iman vardı, emir âlemi vardı, metafizik âlem vardı. Ahiret esastı onlar için. Dünya nasıl olsa geçer, diyorlardı.

Ruh, emir âleminden diyor 29. Söz’de. Onu biraz açmakta fayda var, başta da temas ettik. Aslında ruh bir yazılımdır ve o yazılım Allah’ın emriyle oluşmuş. Yani Allah diyor ki; ey Melahat sen şu şu şu özelliklerde olacaksın, bir komut geliyor, o komuta göre genler diziliyor, o genler Melahat oluyor. Emir, bu; Allah’ın emrinden. Emir nedir biliyor musun? Hayalinize şöyle bir şey gelmesin; Allah uzayın çok çok uzaklarından bir buyruk gönderdi, o buyruk da benim genlerimi şekillendirdi, o genler de ben oldum, işte benim ruhum genlerim Allah’ın emridir diye düşünmeyin. Allah uzaklarda değil. Allah uzaklardan emir göndermiyor. Bugün ispat edilmiş yine kuantum fiziğiyle; bir elektron hareket ederken, kâinattaki, değil bütün atomlara göre bütün elektronlara göre mesaj alış verişi yapıyor, öyle şekil alıyor. Kuantum fiziğinde; bir parçacık eğer çubuk olarak görünecekse, o önce bütün kâinatla bir mesaj alış verişine geçiyor (bu ispat edilmiş, teori değil), alış veriş temasına geçiyor sonra şekil alıyor. Genlerimiz de, Melahat olurken, Bahaeddin olurken, Kemal olurken, 23 kromozom anneden geliyor 23 kromozom da babadan geliyor, bu hücreler bölünmeden önce de kendi aralarında gen takası yapmışlar ki yeni bir kişilik, yeni bir ruh yaratılsın. Bu oluşumların da; bütün ekolojik dünya hatta bütün galaksiler, yıldızlar, burçlarla alakası var. Onun için burçlar ilmi diye bir realite var. Yani senin genlerin dizilirken; en uzak galaksiden, bütün ekolojik dengenin tümüne kadar hepsi sana bir emir gönderiyor. Sen şöyle ol, sen böyle ol diye emir geliyor. Onun için Allah’ın emri burada budur. Ve kim galaksilere hükmedemiyorsa ve kim ekolojik türleri ayakta tutamıyorsa, onların hayatına müdahale edemiyorsa, o işte bir gene müdahale edemez, ettiği zaman da sakatlık doğuruyor. İnsanların bütün genlere müdahalesi sakatlık doğurmuş şimdiye kadar. Çünkü oraya müdahale için bütün kâinatı avucunda tutman lazım. Bu da mümkün olmadığına göre, bizim müdahalelerimiz hep sakatlık doğuruyor. Onun için; bir sinek yaratamayacaklar, diyor. Bir sineği yaratmak için; bütün dünyayı, bütün ekolojik dengeyi hatta bütün burçları, galaksileri, güneşleri avucunda tutacak bir güç lazım. Allah’ın nasıl bir eli var tutuyor? Allah’ın elidir zaten bunlar, ayrıca bir eli yok. Bütün galaksiler O’nun eli, bütün ekolojik denge, türler O’nun eli. Allah sonsuz olduğu için, herşeyi herşey olarak kullanabiliyor. İşte biz de eğer sonsuz olursak, sonsuzluğa temasımız olursa, bir yandan yemek yeriz aç kalmayız, para kazanırız, dünya işlerini güzel yürütürüz, bir yandan mucizevi icraatlar yaparız. Şimdi Taha abi ben Türkiye’yi nasıl kurtarırım diye düşünüyor ama bunun dışında bir yol yok. Bu millet yine ancak sonsuzlukla, imanla kurtulabilir. 1 trilyon para versen bir insanın kalbine imanı koyamazsın. Fakat bir kelime ile, sonsuzluk âleminden gelen bir kelime ile, yüz binlerce insanı hidayete getirebilirsin. Bir cümle ile, bir sloganla... Güzelce yerine oturtabilirseniz, olur. Onun için, çareler de burada var.

Soru: Ruha, yazılımdır, dediniz. Yani yazılım derken biraz sınırlamış olmuyor muyuz? Ruh müstakil değil mi? Allah-u Teala’nın kâinattaki esması sınırlı, ruh müstakil. Yazılım dersek onu sınırlandırmış olmuyor muyuz?

B. Sağlam: İzah edeyim. Hücre diye bir yaratık yaratıldı 1 milyar sene önce. Bir tek hücre. O hücre ne olabildi biliyor musun? Hani hücre de ruhlu ya. Bu tek bir hücre 2 milyon tür oldu. Her türün de 50 bin katrilyon ferdi oldu. Hepsinin de sayısız sayısız kentrilyonlarca hücresi oldu. Bak bir şeyden, sonsuz yarattı. Yani ruh, şekli belli bir yazılımdır. Beynimizde, ruhumuzda, kalbimizde. Fakat bu ruh öyle bir sonsuzluk âlemiyle temas halinde ki, etkileşim halinde ki; bu yazılım, bütün kâinatı ve bütün kâinatın olup bitenlerini içerdiği için, bak emir âleminden oldu. Evet şekli somut. Fakat iki kere iki dört eder de sonsuzdur (misal verdik ya), her yerde, bütün varlık âleminde geçerli. Ama somut olarak 4 kaleme indirebiliyoruz, 4 hücreye indirebiliriz, 4 insana indirebiliriz. Bu, ruhumuzun şekil alması, yaratılması; beden itibarıyladır, nefis itibarıyladır. Yoksa yazılım itibarıyla; bütün kâinattaki bilgi işlem hacminden daha geniş hacme sahiptir.

Soru: Allah-u Teala direk kendi ruhundan üflediği için mi?

B. Sağlam: Emrinden. Orada “üfleme” emir demektir. Nasıl biz bir şeye üfledik mi, bu böyle olsun demek istiyoruz. Lambaya üflerseniz söndürür, ateşe üflerseniz tutuşur. Üflemenin de yerine göre manası değişiyor. Allah’ın üflemesi aynı üflemedir, fakat Kemal’de ayrı bir ruh yaratıyor, bende ayrı bir ruh yaratıyor. Kasıt, irade orada esas. Emir ve irade esas. Ruh bir yazılımdır, onun somut şekli; beynimiz ve bedenimizdir, nefsimizdir. Ama yazılım itibarıyla; emir âlemiyle, bütün varlıkla, bütün geçmiş gelecekteki olan biten herşeyle alakalı olduğu için, sonsuzluk ifade ediyor. Şekli de yok, soyuttur. Asıl, ruhun varlığı soyuttur, ilimdir, şekli yoktur. Şekli işte biziz.

Soru: Şekli olduğu için işte sınırlı olmuş oluyor.

Kemal Ayyıldız: Yazılımın aslı da 0 ve 1’den ibaret. Dolayısıyla orada da sadece tecelli kıymeti var. 0 ve 1’i anlarsan o zaman geri kalanı da anlarsın. 0 ve 1, yani bilgisayardaki yazılım da başka bir şey değil. İstek, dua ve karşılık.

Şöyle bir soru gelebilir; Allah bu kadar engin bir emir âlemine, rûhi imkanlara, ilmî imkanlara sahipken ne diye bu daracık dünyayı, sünnetullah kavramlarını yaratmış, bu gariban insanları pestil gibi eziyor? Tek kelimeyle cevabımız şudur; bu kurallar pişmek içindir. Çünkü Allah’ın zaten emir âlemi vardı, sonsuzdu, Allah bütün imkanlara sahipti, istedi ki; bu sonsuz manevi güçlere bir şekil de verelim, bir kalıp da verelim. Yani sen varsın, evin var, parkın var, istiyorsun ki bir fotoğraf çekeyim duvara asayım. Allah’ın dünyayı kastı bu; bir mana üretmek. Orada pişirmek istiyor. Kalıplarda pişirmek istiyor, manayı çoğaltmak istiyor.

Ölüm Allah’ın emridir dedik. Öldükten sonra niye biz ruhları gömüyoruz biliyor musunuz, niye ölülerle temasa geçmiyoruz biliyor musunuz? Aslında veliler geçiyor, ruhlarla konuşuyor, gidip kabir azabını görüyor, kimin azapda olduğunu kimin olmadığını görüyor. İşte biz mahlukat dünyasında sınırlı kaldığımız için, yani ben dükkan olamasa aç kalırım tarlam olmasa aç kalırım diye inandığım müddetçe veli olamam. Olamadığım müddetçe de ölülerle temasa geçemem. Kim ölülerle temasa geçebilir? Emir âlemi içinde yaşayan; yani parayı boş vermiş, cinselliği boş vermiş, şöhreti boş vermiş, hani Aynalı baba varya A’mâkı Hayâl’de onun gibi, bu halk âlemini biraz dışlamamız lazım ara sıra. Ara sıra da olsa. Veya hiç olmazsa gönül olarak. Ama biz bu mahlukata böyle; “param kayboldu, aman ben yok oldum, iflas ettim, öleceğim, açlıktan gebereceğim” dedikçe veli olamayız. Olamadıkça da öldükten sonraki o emir âlemini, o kabir âlemini, berzah âlemini göremeyiz. Ama görenler var konuşanlar var. Hayvanlar bile görüyormuş, hadis rivayetlerinde var. Çok ilginç. Çünkü hayvanların endişesi yok; “yâ ben aç kalacağım, tok olacağım, param yoksa aman ben ne yapacağım, kimsem yok, işte ben hapse düşeceğim” onların böyle bir endişesi yok. Biz halk âlemini de emir âlemi namına işletirsek; yani Allah bana çalış dediği için çalışacağım, ben açlık korkusuyla çalışmamalıyım, Allah bana kendini öv dediği için kendimi öveceğim, söv dediği için söveceğim, nefsim istediği için değil. Allah diyor ki 24 saat çalış; dediği için çalışırsak, biz o mahlukat âlemini de emir âlemi haline getiririz, yavaş yavaş kalbimiz intibaha gelir, o da Allah’ın emridir yani, dilerse. Allah’ın emrine bağlı, dilerse; ölülerle, metafizik âlemle, senin bir duanla bazı işler düzelebilir, metafizik âleme geçebilirsin, mezaristana gidip gördüğün zaman, kimin azap çektiğini kimin çekmediğini görürsün. Bu bir hurafe değil, bir başka boyuta açılmadır. Başka boyuta açılmak da, 3 boyuta hapsolmamaktır. Ama biz kendimizi kilitliyoruz çiviliyoruz. Hatta hadiste var ki; ölüm emri geldiği zaman, yünün dikenler içinden çekilmesi kadar, insana acı veriyor. Çünkü ben burada 40 bin tane çiviyle kendimi çivilemişim. Çocuk bir çivi, hanım bir çivi, dükkan bir çivi, kitap bir çivi, yazılar bir çivi, siyaset bir çivi... 40 bin tane çivi ile ben kendimi bu mahlukat âlemine çivilemişim, Azrail geldiği zaman Allah’ın emri geldiği zaman, işte o çivileri söküyor. Söktükçe de acı veriyor. Şimdi, çivilemesek dervişler gibi kanaatkâr olsak, sonsuzluğa inansak, dualarla işin olabileceğine inansak, ama Allah’ın emrini unutmadan; emrettiği için çalışsak, emrettiği için yazsak bu çok güzel, bu sonsuzluğa açılır. Niyet; o daracık şekli, mahluk hali, sonsuzluğa açılan bir penceredir, bağlayan bir penceredir niyet. Niyet manevidir, sonsuzluk ifade eder. Bir insan bir tokat yüzünden 5 sene hapis yatar, aynı insan 5 bin insanı öldürüyor 1 saat hapis yatmıyor. Bak manevi bir değer. Niyetlerimize göre işimizi emir âlemine bağlayabiliriz. Niyet çok önemli, niyetin ne ise, sen osun. Düşüncen ne ise, senin yazılımın odur, senin ruhun odur. Ve beynimizdeki sorunlar, sıkıntılar, dertler, niyetler, ruhani oluşumlar, metafizik oluşumlar yüzümüze yansıyor. Ve bazı feraset sahibi kişiler, yüzüne bakar seni anlar. Kur’an’da da vardır, Muhammed suresi ayet:30; istersek onları sana gösteririz (bak keşif, kalb gözüyle) ama diyor sen onların sözlerinden ve yüzlerinden tanırsın zaten, göstermeye gerek yok. Bu ayet çok önemli. Bazıları bu ayeti, keşf açılmaz diye delil gösteriyor, tam tersi. İstersek o münafıkları sana gösteririz; yani kalb gözünün açılıp açılmaması Allah’ın elinde. Fakat diyor, sen onları seslerinden ve yüzlerinden tanırsın. Ses tonu ve yüz şekilleri insanın ruhunun aynasıdır, ölçüsüdür.

Hulasa Allah’ın emir âlemine teslim olmak için, Allah’ın emir âlemini yaşamak için, o âleme girmek için Allah’ın memuru olmak lazım. Memurlar çok rahattır; maaş belli, gelir belli, hiçbir stresi yok, hiçbir sorunu yok, devlet baba herşeyi görür derler. İşte biz de endişelerimizi atarsak, hep Allah namına çalışırsak, Allah’ın devletiyle entegre olursak; sonsuzluğa açılabiliriz, metafizik icraat yapabiliriz. Bir âdi er, bir general kadar iş görür o zaman. Biz âdi bir er de olsak, eğer Allah namına hareket edersek, emir âlemi, emir tahtından hareket edebilirsek bir general, bir cumhurbaşkanı kadar iş görebiliriz. Bu kapı açıktır.

Bir kızımızın bir sorusu vardı. Yani nerede ne yapacağımızı çözemiyoruz. İşte insanlık budur; nerede nasıl davranacağını bilmesi lazım. Yani nerede ne kadar emir âlemini işleteceğiz, ne kadar mahlukat âlemini işleteceğiz, bunun ölçülerini biraz kendimize bir program bir rehber, bu rehber de Peygamber’in sünnetidir. Mesela o da acıkmış, o da susamış, o da evlenmiş, onun da dişi kırılmış, sünnetullahın çerçevesinin dışına çıkmamış. Ama çare kalmamış, mucizeler devreye girmiş. Biz de iki âlemi Peygamber Efendimiz gibi birleştirmeliyiz. Yani sabah erken kalkacağız akşama kadar çalışacağız, O’nun memuru olarak. Ama endişe olamayacak; ben aç kalır mıyım kalmaz mıyım, işten atılır mıyım atılmaz mıyım endişesi olmayacak. Yerine göre kadere teslim olacağız, yerine göre sorumluluk üstleneceğiz. Yerine göre ebediyen dünyada yaşayacakmışız gibi çalışacağız, yerine göre yarın kabre girecekmişiz, emir âlemine teslim olacakmışız gibi yaşayacağız. Bu dengede sonsuzluk, sırat-ı müstakim sırrı var ve insan mutlu olur. Ama mahlukat âlemiyle emir âlemi çatışırsa tercihi ahiret lehine, emir âlemi lehine, din lehine, mukaddesat lehine yapacağız. Yani, bedenimiz ölse; zaten ölümlüdür, önemli bir kaybımız olmaz, ha bugün ölmüş ha 40 sene sonra ölmüş. Fakat ruhumuz, o yazılım ölse; sen bütün kâinat kadar bir varlığını kaybediyorsun. Burada 60 kg bir et kaybediyorsun, çürük bir et kaybediyorsun, fakat öbüründe; bütün kâinat kadar... Çünkü her insanın ruhu, manevi ve soyut olduğu için, emir âleminden geldiği için; emir âleminin bir noktası, mahlukat âleminin bütün galaksilerinden daha büyüktür, beynimizdeki bilgi işlem hacminin, kâinattaki bütün atomlardan daha çok olduğu gibi.

Hulasa; beden 4 kalemdir ve 5 bin liraya 4 kalem alınabilir. Ama iki kere iki formülü emir âlemi itibarıyla, kanun olma itibarıyla kâinattan daha değerlidir. Çünkü ben o iki kere iki dört eder formülüyle, yeni bir kâinat yaratabilirim. Kâinatlar yaratabilirim. Ama bütün bu galaksiler, mahlukat benim olsa; ben yönetemem zaten. Burada, ruhu tercih etmemiz lazım, emir âlemini tercih etmemiz lazım. Cenab-ı Hak bizi, emir âlemiyle temasa geçebilen, o âlemde nefes alabilen, o âlemden beslenen insanlar yapsın ve ulu’l emir yapsın. Ulu’l emir çok önemli. Ulu’l emir, siyasi yöneticiler demek değil; emir âlemiyle, ilim âlemiyle, sonsuzluk âlemiyle temasa geçmiş insanlar demektir. O zaman bu toplum adam olur. Yetkili kişileri bulunmuş olur.

Bir iki notumuz daha var. Ahiretin maddi azapları çok kişiyi korkutuyor. Ebedi bir cehennem, en kızgın bir ateş. Ahiretin ebedi azabı Kur’an’da çok şiddetli anlatılır. Orada şöyle bir sır var; küçük bir azap, ebedî olduğu için çok büyüktür, bir de ebedî bir âlem olduğu için, emir âleminden olduğu için çok büyüktür. Yoksa bizim bu dünyada çektiğimiz azap kadardır ancak. Sırf irşad içindir o ağır tahşidatlar. Ama buranın bir kelimesi oranın bir cenneti ediyor. Orada da öyle; küçük bir azap çok acıtıyor, çünkü ebedî bir mana taşıyor orada. Benim kastım şunu anlatmak istiyorum; nasıl mahlukat âleminin ölçüleri farklı, emir âleminin ölçüleri farklı, dünya ve ahiretin ölçüleri de farklıdır. Bir kısmı değer olarak farklıdır, bir kısmı nicelik olarak farklıdır. Onun için biz ahirete gitmeden ahireti tam anlayamayız. O ayetler kafamızı karıştırmasın. Yok şu kadar azap nasıl olur? Nasıl olurmuş orada anlarız. Şu kadar biliyoruz ki; tek bir hücre (genetik yapımız) küçük bir şey, yani 400 bin defa büyütüldükten sonra görülebilir, bu hücre, kâinatta yaratılma anından ta kıyamete kadar cennete kadar olmuş olacak herşeyi içinde barındırabilir. Çünkü genetik yapı, emir âlemiyle ilgilidir. En somut örnek genetik yapıdır. Allah o atomlara diyor ki; sen şöyle dizil, onlar da öyle diziliyor, o diziliş bir yazılım oluyor ve sonsuz bir varlığı içerebiliyor. İşte ahiret de böyledir; küçük bir azap, ama devamlı ve acıklı olduğu için çok büyük görünebilir ve Kur’an’da onun için büyük anlatılmış olabilir. Yoksa imha yok, mahvolma yok ve taşıyamayacağımız azap da yok. Biz burada nasıl açlığa, sıkıntıya, kansere, yaraya bereye tahammül ediyorsak, orada da o azaplara tahammül edeceğiz. Yani tahammülün ötesi bir azap yok. Fakat emir âleminden olduğu için, sonsuz bir âlemi içerdiği için büyük bir kayıp sayılır. Yani sürekli akan bir çeşme, büyük bir okyanustan büyüktür. Belki orada bir çeşmeyi kaybetmek, buradaki bir okyanusu kaybemekten daha çok acıklı olabilir.

Hulasa; sorumluluk ve kader arasında, dünya ve ahiret arasında dengeyi kurmamız lazım. Fakat işin aslı kaderdir, sorumluluğumuz cüz’îdir. Dünya dardır, işin aslı ahirettir. Mahlukat âlemi; kalıbı, kuralı belli bir âlemdir, işin aslı emir âlemidir. Kim emir olmak istiyorsa, kim ulu’l emir olmak istiyorsa, kim veli olmak istiyorsa tercihini kader lehine, ahiret lehine ve emir âlemi lehine koymalı, rahat etmeli, sonsuzluğu yakalamalı.

Hiç yorum yok: