16 Ocak 2008 Çarşamba

BİYOLOJİNİN DİLİ

BİYOLOJİNİN DİLİ

Bismillahirrahmanirrahim

Biz böyle bir ders yapmıştık ama bir daha tekrarında fayda var. Biyolojinin Dili. Aslında her şeyden ders almamız lazım, sadece biyolojiden değil de… Gördüğümüz her nesne bir ayettir, bir belgedir, bir kitaptır, ondan ders almamız lazım. Bu nesneler içinde en önemlisi biyoloji ve sosyolojidir. Sosyoloji de sosyal biyolojidir, o da biyolojinin bir devamıdır, farklı bir alan değildir. Kur’an-ı Kerim’e baktığımız zaman; sık sık sosyal hadiselerden ve biyolojik hadiselerden ders çıkarıyor ve bize ders veriyor. Ve bize bir yöntem bildiriyor ki; “bunları okursanız, bunlar üzerinde yoğunlaşırsanız, gerçeği bulursunuz.” Kur’an’da; her varlık bir ayettir. “Ayet” işaret demek, belirti demek. Yani bizi gerçeğe doğru götürüyor, doğru hedefe götürüyor. Sadi Şirazi de; uyanık olanın nazarında, her yaprak bir kitaptır, demiş. Önemli olan uyanık olmaktır, gaflet içinde olmamaktır. İnsan uyanıklıktan ibarettir, bilinçten ibarettir. Bilinç uyuduğu zaman insan bitmiş olur, ölü sayılır. Demek ki öz varlığımız bir bilinçten ibarettir. Biz ne kadar bilinçli olursak, o kadar gerçek varlığımızı yakalarız, gerçek varlığı anlarız, varlığa doğru mesafe almış oluruz. Tabi biz bugün bütün varlıkları inceleyecek değiliz. Bu kâinat içinde sadece biyolojik dili konuşacağız. Bu biyolojik dil de önce 1 2 3 4 şeklinde 4 kategoride ele alınacak. Sonra A B C D olarak, ikinci katman olarak ele alınacak. Bir de özeti olacak inşaallah.

Hayata baktığımız zaman ilk öğrendiğimiz ders şudur: Biyolojik alan, bitkilerden tut insanlara kadar geniş bir yelpazede, biyolojik dünyaya baktığımız zaman şunu görüyoruz ki; canlılarda, canlılıkta müthiş bir aşk var. Bu bize ne ders verir? Yani eğer siz de canlı kalmak istiyorsanız, hayattaki müthiş aşk sizde de olmalı. Yoksa kendinizi ölü kabul edin. Yani bizde aşk ve şevk yoksa, bir nevi ölmüş sayılırız. Yani canlı olmamış oluyoruz. Hayattan ilk alacağımız ders budur, müthiş bir aşk ve şevk var. Karıncalar, böcekler, çiçekler, diğer bitkiler, balıklar, denizin dibindeki diğer canlılar, her şey müthiş bir aşk ve şevk içinde çalışıyor. Buradan alacağımız müthiş bir ders var. Biz insanlar biraz serbestiyet sahibi olduğumuz için zaman zaman kendimizi tembelliğe, moralsizliğe, ölüme bırakıyoruz, bu yanlış. Gerçek bir şekilde hayatla entegre olup, hayattaki, biyolojik dünyadaki aşk ve şevki kendi dünyamızda da yaşamalıyız. Aşk ve şevk. Başımızda binlerce musibet olabilir, binlerce sorun olabilir, binlerce sıkıntı olabilir, fakat hiçbir zaman bu aşk ve şevki bırakmamamız lazım. Bıraktığımız zaman, ilk adımda kendimizi ölüme teslim etmiş oluruz. Aşk ve şevki sağlamak için sürekli hareket lazım. Yani aşk ve şevk bizi harekete geçirdiği gibi, aşk ve şevki kazanmak için de hareket lazım. Başta zoraki de olsa, sürekli biz bir şeyler yapmaya çalışırsak, kendimizi zorlarsak; o hareket, aşka ve şevke dönüşür. Başta içimizden bir dua ederiz; bir aşk ve şevk oluşur, o bizi harekete geçirir.

Canlılık dünyasında durgunluk yoktur. Hiçbir canlı hiçbir saniye boş durmuyor. Kışın bazı ağaçlar 1-2 ay çok soğuk olduğu günlerde, kendi yapısını korumak için hareket etmiyor. Bazı hayvanlar kış uykusuna dalıyorlar kendi varlıklarını korumak için. Yine belli bir faydaya yöneliktir. Fakat mutlak manada diyebiliriz ki; hayatta durgunluk yoktur. Eğer günlerimiz durgun geçiyorsa, boş geçiyorsa, bilin ki biz ölüme doğru gidiyoruz, yokluğa doğru gidiyoruz, yanlış yoldayız. Durgun günümüz, boş günümüz olmamalı. Ve hayatta yokluk da yok. Ne gerekiyorsa üretiyor. O ağaçların, bitkilerin, hatta vücudumuzun içinde, binlerce kimyevi fabrikalar şeklinde, ilaç üretilecek şekilde faaliyetler, hareketler, kimyevi oluşumlar oluyor sürekli. Ne gerekiyorsa vücut onu üretiyor. Aslında vücut kendi ihtiyacı olan bütün gıdaları üretiyor. İnsan normal bir ekmek, yoğurt yediği zaman dahi vücudun ihtiyacı olan bütün gıdaları üretebilir ondan. Eğer vücudumuzu sağlıklı bir şekilde çalıştırmışsak. Çalıştırmadığımız zaman dışarıdan destek gerekir. Vücut uyuşturucusunu da üretiyor, nikotinini de üretiyor, diğer ilaçlarını da üretiyor. Ama vücut fıtrî bir şekilde kalmışsa, yıpranmamışsa. Yıprandığı zaman bu sefer dışarıdan destek gerekiyor, ilaç almak gerekiyor. O zaman da işte millet eroinci oluyor. Vücutları çalışmıyor, bu sefer dışarıdan uyuşturucu alıyorlar.

Hayattan ders alacağımız ilk nokta şudur: Hayatta müthiş bir aşk ve şevk vardır. Bu, insanı harekete geçirir, hareket durgunluğu ve yokluğu önler. Veya tersinden; hareketle yola çıkarız, aşk ve şevk kazanırız. Bu aşk ve şevk; başta durgunluk, yokluk ve yoksulluk olmak üzere bütün dertlere ilaçtır insan için. Bu tarif mucizeliği andırıyor bize. “Mucize” hayat demektir, hayat mucizedir. Bir kayanın dibine gitmişsiniz diyorsunuz ki; yâ kaya su lazım; kaya su fışkırtıyor, ekmek lazım; buğday veriyor, tatlı lazım; incir veriyor, aynı kayadan. Hayat bir mucizedir; aynı kayadan hem su çıkar, hem buğday ekilebilir, hem de incir ağacı çıkar. Biz hayattan ders aldığımız zaman mucizeler yaratmaya başlarız. Bütün sorunlarımızı çözmüş oluruz. Hiç mi fire vermeyeceğiz? Fire normaldir, hayatta yer yer fire de olur, önemli olan hepten kaybetmemek. Herkes fire verir; gaflet ânı olur, hastalık ânı olur, şevksizlik ânı olur, durgunluk ânı olur ama hayattan alacağımız ders, bunu minimumda tutmaktır. Yani bir ağaç senenin 11 ayı çalışıyor. 15-20 gün kışın çok soğukta duruyor. Minimum bir fire verebilir. Minimum fireler önemli değil aşılabilir. Fakat %80-%90 fire verdiğimiz zaman bitmiş oluruz. Hayattan istifa etmiş oluruz, ölüme doğru gitmiş oluruz.

Hayattan alacağımız 2. ders şudur; hayat birlik sahibidir. Hem içinde birlik sahibidir, hem etrafındaki her şeyi, etrafında birleştiriyor. Buradan alacağımız ders şudur; biz hem kendi iç bütünlüğümüzü korumalıyız, fikirlerimizi, duygularımızı, vücudumuzun biyolojik yapısını… Mesela delilik nedir? Şizofren deliliktir. Çünkü delinin organları ayrı ayrı çalışır, delirmiştir artık. Canlılık nedir? Birlikte çalışmaktır. Kendi arkadaşlarınız arasında, mahalleniz içinde, çevreniz içinde, iç dünyanızda, memleketinizde, nerede ne kadar birlik yakalarsanız o kadar canlı olursunuz. Birlik her şeyin ilacıdır. Birliğin Arapça’sı tevhittir. Hani lâ ilâhe illallah muhammedü’n- resulullah diyoruz ya, tevhid işaretidir. Birlik başlı başına mucizedir, o da hayat gibidir. Nerede birlik varsa orada canlılık vardır, verim vardır, güzellik vardır. Bölücülüğün her çeşidi zarardır; sosyal olsun, ırkî olsun, fikrî olsun. Bölücülükten hiç kimse kâr etmemiştir.

Hayatın 2 dersi; derinlik. Yani yüzeysel değil. Kökü olmayan bir bitki, ağaç bilir misiniz, yok. Basit bir kimyevi reaksiyonla hayat olmuyor. Hayat; moleküllerin DNA şeridi tarzında iç içe organize olmasıyla müthiş bir derinlik gösteriyor. Yüzeysellik yok hayatta; mutlaka kökü vardır, mutlaka derinliği vardır, mutlaka bilgi birikimi tarzında bir derinliği vardır. Eğer biz mesleğimizde, hayatımızda yaşamımızda yüzeysel gidiyorsak, bilin ki biz hayattan biraz kopuğuz, ölüme daha yakınız. Mutlaka derinlik olacak. Sanat yapıyorsanız sanatta derinlik olacak. Yazı yazıyorsanız orada fikir derinliği olmalı. Bir iş yapıyorsanız, o işin derinliği olmalı. Yani dışarıda olan kısım kadar içerde de bir kökü olmalı o işin, ki canlı olsun.

Bir de yoğunluğu var hayatın. Yoğunluk, zor ifade edilir tabii. Şu kadar söyleyeyim ki; bir insan DNA’sında bir milyon sayfalık şifre tarzında bilgi var. Yani bir milyar yıllık bilgi birikimi bir hücre içinde yoğunlaştırılabilmiş, o kadar yoğun. Mesela insan vücudu çok naziktir, çok hassastır, en ufak bir mikropla yenilebilir, düşebilir, fakat hepimiz 90 sene yaşayabiliyoruz, neden? Çünkü buradaki organizasyon çok yoğun. Yani en ufak bir darbeyle ölmüyor, direnç de var. Hayat hep mucizedir zaten, zıt kutupları bir araya getirebiliyor. Bir yanda letafet var, naziklik var; bir yanda yoğunluk var direnç var. İki zıt kutbu bir araya getirebilir. Bu bize şunu hatırlatıyor; hayatımızda biz de zıt şeyleri birleştirmeliyiz. Yani gün gelir aşık gibi güzel şiirler yazabilecek kadar latif, ince duygulu olacaksınız; gün gelir cephede savaşacak kadar da dirençli olacaksınız. İki zıt kutbu birleştirebileceksin. Bu, hayatın temel özelliklerinden biridir. Ve sıkıntılarımızın bir kısmı da bunu beceremeyişimizdendir. Ya tam sert oluyoruz haşin oluyoruz katı oluyoruz. Veya çok nazik, kırılabilir, hemen solabilir bir çiçek gibi oluyoruz. İki zıt özelliği birleştirmeliyiz. Çiçek derken, çiçekler de dirençlidir. Bir çiçek bir milyon tohum üretmekle direnç gösteriyor, neslini devam ettiriyor, ölmüyor, yıkılmıyor.

Hayatta birlik var, derinlik var, yoğunluk var; bununla beraber letafet var, naziklik var, bir de güzellik var. Hiçbir canlıyı çirkin gördünüz mü, canlı olup da çirkin olan bir şey gördünüz mü? Hemen hemen yok gibi. İğrenç diyebileceğimiz kaktüslerin dahi güzellikleri var, çiçekleri var, tohumları var, yaşam kaliteleri var. İçlerinde su biriktirerek hayvanlara hizmet ediyorlar. Yani, çirkindir diyebileceğimiz bir şey yok. Üstad Bediüzzaman bunu şöyle izah ediyor: “Hayatta sebepler yok gibidir, dışı da içi de temizdir, güzeldir. Direkt Allah’ın eliyle olduğunu gösterir hayat. Esbap yok gibidir, yani hep mucizedir hayat.”

3. ders; sindirim, adaptasyon, temizlik, dışlama ve süreklilik. Diyelim ki biz insanız, Sibirya’ya Rusya’ya veya Dünya’nın başka bir köşesine düştük. Orada yapımıza aykırı bazı bilgiler gelir, bazı gıdalar olur, bazı hava şartları olur, ne yaparız? O bünyemize aykırı şeyleri sindirmeye çalışırız sindirebilirsek. Bünyemizi bozmadan o hadiseleri, o gıdaları, o hava şartlarını sindirmeliyiz yani bünyemize adapte etmeliyiz. Bunu yapmadığımız zaman selekte oluruz, dışlanmış oluruz, ölmüş oluruz. Hastalıkların çoğu ondan kaynaklanır. Bir hadise gelir, sen onu sindiremezsen o hadise, sende hastalığa dönüşür. Halbuki içine alsan, yutsan, zaman zaman sindirmeye çalışsan sabırla onu yutmaya çalışsan… Zaten “sabır” toprak yutmak demektir kelime olarak. Toprak zor bir şey, bünyeye aykırı ama sen yutuyorsun, vücut onu kendine mal ediyor, sabır bu demek. Sabır, toprak demek aslında. Hayatın üçüncü dersi bize; sindirme ve adaptasyon sahibi oluşudur. Biz de bu özelliğimizi çalıştırmazsak, bir gün eleniriz, siliniriz hayattan. Mutlaka adapte olmamız lazım. Mesela, üniversite okuyan kızlarımızın; başımı açayım mı açmayayım mı, sokağa çıkayım mı çıkmayayım mı, şu işi yapalım mı yapmayalım mı? Bence bunu adaptasyon prensibi çerçevesi içinde çözebiliriz. Adaptasyon şudur; sen kendini çevreye uyduruyorsun ama kendini koruyorsun aynı zamanda. Kendi öz varlığından bir şey kaybetmeden, kendini çevreye uyduruyorsun. Mesela, Osmanlı’da sarık cübbe şalvar giyiliyordu; biz Avrupa giysisini giydik Avrupa’ya adapte olduk ama inancımızı, milliyetimizi yitirmeyeceğiz. Yani orada özümüzü kaybetmedik. Giyimde, teknolojide bir adaptasyona geçtik ama öz varlığımızı, öz kişiliğimizi, öz prensiplerimizi, hayat anlayışımızı korursak bu iyi bir adaptasyon olmuş olur. Zaten hayatın çeşitliliği bundan kaynaklanır. Hayat aslında bir tane. Bir buçuk milyon tür var, bu bir buçuk milyon tür o şekilde çeşitlenmiş. Bir tane hayat var, hayat çok değil, hayat bir tanedir. Allah da bir tane, hayat da bir tanedir gerisi şekilden ibarettir. Her girdiği ortama kendini adapte etmiş, bir şekil almış, fakat özü bir. Yani DNA’ları hepsi birdir bir açıdan. Kromozomlar farklı, DNA şeritleri hemen hemen şifreleri aynıdır. Yani aynı özden bir buçuk milyon çeşit adaptasyon sağlanmış. Hani bazı filmlerde görülür; kahraman bir tane, elli bin şekle giriyor, lağım suyuna düşüyor kurtuluyor, denize düşüyor kurtuluyor, uçaktan düşüyor kurtuluyor. Yani hayat bir mucize gibidir, her halükarda her şartta kendimizi koruyarak, öldürmeyerek, muhafaza ederek, o şartlara uygun davranmalıyız. İslamî açıdan da bir mahsuru yoktur bunun. Mesela İslam bir tek dindir, 70 millete uygun geliyor. Nasıl geliyor? İşte adapte oluyor. Mesela, Türklerde ayrı bir şekil almış, Araplarda ayrı bir şekil almış, İranlılarda ayrı bir şekil almış, Afrika’da ayrı bir şekil almış… Fakat özü bir, ilkeleri bir, temel prensipleri bir. Bakın din dahi bu adaptasyon hakikatinden nasibini alıyor.

Soru: Adaptasyon derken dejenere olmuş şeylere karşı değil herhalde değil mi?
B. Sağlam: Zaten dejenerasyon işin içine girerse özünü korumuş olmazsın. Bizim şartımız burada; özünü korumak. Özünü koruduğun zaman bu, dejenerasyon olmaz, onu ayırıyoruz. Eğer dejenerasyon oluyorsa, orada öz ölmüş demektir, sen artık canlılığını muhafaza edemiyorsun, daha kötü bir ölüme kendini bırakmışsın demektir.
Soru: Şimdi öyle algılanıyor nerdeyse.
B. Sağlam: Yok. Aslında kişiye göre farklı. Mesela, bir insanın adaptasyon ölçüsü, öbür insana göre farklı olabilir. Mesela, birisi denize 5 metre açılır, bu 5 metre açılımı bir adaptasyondur; öbürü 50 metre açılır gene boğulmaz. Önemli olan boğulmamaktır. Yani hem yüzmeyi öğreneceğiz hem boğulmaktan kendimizi kurtaracağız. Burada ölçüyü muhafaza etmek lazım. Yani bu bir sanattır, hayat bir sanattır. Reklamlarda çıkıyor ya; yaşam bir sanattır. Sanatın ölçüsü olmaz, orada fırçayı nasıl vuracağın önemlidir. Ne gerekiyorsa; 1 milim fırça vuracaksan 1 milim boya vuracaksın. Manevralar, o şoförlük sana kalmış. Biz sadece ölçüleri veriyoruz, prensipleri veriyoruz.

Ve hayat temizdir. Bak, sindirim var, adaptasyon var ama temizlik de var. Yani her kirli şeyi içine almayacaksın. Senin temizliğini bozacak bir şey varsa orada duracaksın, temizlik prensibini unutmayacaksın. Yani bütün bu prensipler, beraber düşünülürse güzeldir. Yoksa, sadece sindirimi esas alacağım, her gelen şeyi sindireceğim dersek, o zaman temizlik prensibini, güzellik prensibini ihlal etmiş oluruz ki çirkin bir şey oluruz. Halbuki hayat güzeldi.

Ve temizlik dışında, “dışlama” prensibi de var hayatta. Mesela; bir kıymık vücudumuza battığı zaman; vücut önce onu adaptasyona almak yani kendine mal etmek istiyor, onu sindirmek istiyor. Bakıyor ki bu yabancı bir cisim, bana uymuyor; bu sefer dışlıyor vücut. Çocuk ilk büyürken yavaş büyür ama 15 yaşından sonra boy atmaya başlar. Dışlama da var yani. Bazı şeyleri dışlayacağız. Mesela biz Avrupa’nın teknolojisini aldık, giyim kuşamını aldık ama Avrupa’nın materyalizmini, dinsizliğini, fuhşiyatını almamız gerekmez, bazı şeyleri dışlamak lazım. Zaten bu ortak noktalar var dünya çapında. Japonlar öyle yaptı; teknolojiyi aldı ama milli gelenek ve göreneklerini, ahlakını muhafaza etti, bazı şeyleri dışladı. Türkler onu tam beceremedi; teknolojiyi de az aldılar ama Avrupa’nın diğer kötülüklerini de aldılar. Yani dışlama prensibinde başarılı olamadık, her şeyi aldık. Halbuki bir bitki, lağım suyundan işine yarayanı alıyor, lağım suyunun zehirini almıyor, dışlıyor. Hayatta dışlama vardır. Zehir içersin, vücut onu dışlar, kusarsın. Bir kıymık vücudumuza girdiği zaman vücut onu dışlıyor. Bazı şeylerde dışlama da olması lazım. Yani bütün bu prensipleri beraber düşünürsek güzel olur, sistem oturur. Yoksa tek bir noktadan yola çıkarsak, çirkin düşeriz.

Soru: İş hayatında çok çelişkilere düşüyoruz, çok zorlanıyoruz yani.
B. Sağlam: Şimdi, ehven-i şer de var. Ehven-i şer nedir? Yani dıştan bazı zehirleri alıyoruz, mesela ilaçların çoğunda zehir var biliyorsunuz, özellikle karaciğere çoğu ilaçlar zararlıdır. Ama karaciğere olan zararını az görüyoruz diğer yarayı iyileştirdiği için onu hoş görüyoruz. Yani iş hayatımızda, sokakta, dışarıda, okulda, bazı küçük zararları alabiliriz fakat faydaları eğer fazlaysa; küçük zarar, büyük fayda için göze alınır. Bu bir prensiptir; ehven-i şerdir. Yediğimiz gıdalar da öyle; mesela saf gıda yok, içinde katı şeyler de oluyor, dışarıya atılacak şeyler de oluyor ama vücut onu ehven diye yutuyor. Bazı şeyler var ki hiç yutulmaz, yutmamak lazım.

Bir de hayatın en önemli şeyi; bütün bu dengelerden sonra, süreklilik esastır. Hayat süreklidir. Yani sen, evdeki, okuldaki, işyerindeki, değişik alanlardaki hayatını, bütün bu prensipler muvacehesinde düzenlerken, dizayn ederken; ne kadar sürekli bir tempo gösterebilirim diye düşüneceksin. Bazen aynı yanlışı ben de yapıyorum. Çalışıyorum 3 gün, ertesi gün yıkılıyorum yatağa düşüyorum, bu iyi değil. Öyle bir tempo tutturmamız lazım ki süreklilik de olsun. Yani 80 sene 90 sene o tempoyu götürebileceksin. Öyle bir ayarlaman lazım. Veya öyle bir kültür bırakacaksın ki o kültür kıyamete kadar devam etsin. Bir patlama yapmışsın, bütün milleti uyandırmışsın ama 2 sene devam etmiş, sonra yanlış olmuş sönmüş, onun bir kıymeti yok. Hayatta süreklilik de esastır. Ve hiçbir şey kaybolmuyor hayatta. Yani öyle bir süreklilik prensibi var ki, ilk hücreden insana kadar geçen evrim sürecinde ne kadar bilgi birikmişse, vücudumuzda halen saklanıyor ve biz onu zaman zaman yaşıyoruz. Rüyalarımızda bilinçaltımızda onları zaman zaman yaşıyoruz. Onun için Üstad Bediüzzaman, 22. Lem’a’nın 2. işaretinde, hani insanlarda eşitlik olur mu olmaz mı diye tartışırken; olmaz diyor, çünkü insan tek bir türdür biyolojik olarak, fakat ruhen karakter olarak bir buçuk milyon türün özellikleri var içinde. Dolayısıyla, bütün insanlar eşit olamaz. Kimi maymun karakterli, kimi domuz karakterli, kimi inek karakterli. O birikim hep insanın vücudunda olduğu için, zaman zaman nüksediyor ve kendini ortaya çıkartıyor. Onun için sokakta giderken; herkes melaike gibi insandır, benî Âdemdir diye düşünmeyin. Çok kötü insanlar var, dikkatli olmak lazım. Yani hayatın bir prensibi de kendini korumasıdır. Oraya geleceğiz inşaallah.

Hayatın 4. bendindeki temel karakterleri şunlardır; küçüktür, değerlidir, faydalıdır, manalı ve sanatlıdır. Buradan şunları çıkarıyoruz:
Yaptığın işler çok kaba olmayacak; yani bir işi ne kadar küçük çapta yapsan o kadar güzel olur.
Değer olacak, küçüklüğüyle beraber. Yani küçük olması, kıymetsiz olmasını gerektirmiyor. Bazen bir tek makale yazarsın, binler kitap kadar fayda verir. Bazen küçük bir şey icad edersin bilgisayar çipi gibi, çok keşiflere bedel olur. Hayat da böyledir; küçüklüğüyle beraber değerlidir, faydalıdır. Mesela bir buçuk milyon tür bitki ve hayvan var; bugün, bu tür fazladır, hiçbir faydası yoktur, ekolojik düzen içinde bir yeri yoktur diyebileceğimiz bir tür yok. Koyun, keçi kesilirdi köyde kurbanlarda; hiçbir şeyi çöpe atılmayabilir, her şeyi değerlendirilebilir, yününden tut bağırsaklarına kadar, kellesinden boynuzlarına kadar. Hayatın her şeyi faydalı yani kıymetsiz bir şey yok hayatta.
Ve hayat bir mana ifade eder. Yani bir taş görürsün taştan belki mana çıkartamayabilirsin ama. Hayatta manasız bir şey bulamazsın. Biz bazı kelimelerin şeyini bilmiyoruz. Türkçe’de hep kullanırız, mana nedir? Mana, manadır. Fıkıh nedir? Fıkıh, fıkıh meseleleridir. Mana şudur: Mesela bu bardağın buraya konulması, içine su konulmasının manası nedir? Manası şudur; birisi gelir susadığı zaman içer. Yani bu işi yapanın bundan kastı nedir, bu sözü söyleyenin bu sözden kastı nedir, mana o demek. Yani bir sözün manası, bir işin manası şudur; bunu yapan kişi bundan ne gaye beklemiş, gayesi nedir, mana odur. “Mana” kasıt demek, kasıt da Arapça ya. Mana kelimesi kasıt demek, yani bu işi yapan, bu sözü söyleyen ne kastetmiş bundan. Hayatın her tarafı kasıt kokuyor. Yani bunu yapan bir şeyler kastetmiş, bir şeyler irade etmiş, rasgelelik yok. Hayatta tesadüf yok her şey manalıdır, her şey anlamlıdır. Kirpiğimiz, saçlarımız, kaşlarımız, kemiklerimiz, diğer türlerdeki organlar, hepsi öyledir. Hepsinin bire yüz, bire bin manaları var. Bir tane de değil, bire yüz, bire bin hatta. Karaciğerin şimdiye kadar 400 tane gayesi tespit edilmiş.
Soru: Hikmetle aynı mı?
B. Sağlam: Hikmet, fayda demektir. Bir açıdan. Hikmet, faydalılığı esas almış. Bir açıdan hikmetler de mana olmuş olur. Fakat mana, o işi yapanın ondan kastettiği demek. Mesela biz bugün buraya geldik, ne kastetmişiz; işte birbirimizden istifade edelim. Bu işin manası, ilim öğrenmek. Yani kastımız ilim öğrenmek. Burada ne siyasî bir gayemiz var, ne ticari bir gayemiz var, hiçbir şey yok Allah’a çok şükür. Sadece ilim için buraya gelmişiz, yani bu toplantının manası; ilim öğrenmek. Yani kastı bu, gayesi bu.

Ve hayat sanatlıdır. Bütün sanatkârlar, sanatlarını hayata benzeterek… yani sanat ne kadar hayata benziyorsa, o sanat o kadar harika olmuş olur. Gerçi post modern sanatçılar var; böyle karmakarışık soyut resimler yapıyorlar. O da sosyal hadiselerin sembolüdür. Sosyal hadiselerde, zahiren bir karmaşa varmış, bir anlamsızlık, şekilsizlik yapıyor, aslında ciddi okunabilirse o soyut resimlerde de bir mana çıkar, bir sanat çıkar. Yani hayatın biyolojik yönü olsun sosyolojik yönü olsun, mutlaka sanat ifade eder. İletişim bir sanattır diye reklam var ya; konuşmak sanattır, yemek sanattır bir açıdan. Yani bir letafet, bir zarafet, bir mana ifade eder. Resim dediğimiz hadise bir mana ifade eder. “Sanat” kelime olarak özene bezene yapmak demektir. Ve bir kasıt ifade etmektir, bir mana ifade etmektir. Arapça’da “yapmak” kelimesi iki şekilde ifade edilir; bir “sanea” bir de “feale”. Feale sıradan bir iş de olabilir, o “feale” olur, eğer bir özene bezenelik yoksa “feale” kullanılır. Ama işin içinde özene bezenelik varsa, özellikle bir kasıt ve hikmet işin içine giriyorsa ona “sanea” fiili kullanılır, sanat derler.
Soru: Hocam son günlerde bu sanat konusunda çok yoğunlaştım. Şöyle düşünüyorum; her insan ve yaratılan her şey bir şiir, yani insanlar bir şiir, en iyi icra edilmiş bir şiir, biz onları nasıl en iyi yorumlayacağız diye sanki dünyaya gönderilmişiz gibi.
B. Sağlam: Şimdi mesele şudur. Bizim konumuz hayat ve biyoloji olduğu için… Hayat demek mucize demek, mucize demek her şey demek. Yani padişahın olağanüstü ilgisi demek. Padişahın olağanüstü ilgisi nedir? İsterse padişah, bütün devleti bir kişinin imdadına koşturur. Diyelim ki bir tane memur bir yerde mahsur kalır, devlet de bütün orduları bütün polisleri, bütün gemileri, bütün ulaşım araçlarını onu kurtarmaya göndermez mi, bir kişi dahi olsa. Bu, olağanüstü bir durum çünkü. Hayat da mucizedir, olağanüstü bir şeydir. Hayatta öyle bir sistem var ki; bütün kâinat bir hücreye hizmet ediyor diyebiliriz. Bütün kâinat bana bakıyor diyebilirsiniz. Güneş benim lambam, Dünya benim sergim, benim evim, atmosfer benim tavanım diyebilirsiniz. Öyle bir birbiriyle alakadarlık, ilişki var ki hayatta, öyle mucizelikler var ki; her şey her şeyle alakadardır ve her şey başlı başına bir mucize olduğu için, hayattaki sanat da; istersen şiir diliyle okursun hayatı, istersen tefekkür diliyle okursun, hangi dilde okursan oku, hayattan bir ders çıkar. Yani burada 5-6 kelime başlıklar atmakla hayatı bitiremeyiz biz. Temel prensipleri sadece işliyoruz ve hayattan, kendi hayatımız için temel konuları, dersleri çıkartmaya çalışıyoruz. Yoksa hayat bitmez. Ne demek yani, bütün fakülteler bugün hayat üzerine çalışıyor. Bütün kürsüler hayat üzerine çalışıyor. Biyoloji, sosyoloji, psikoloji, antropoloji, paleontoloji, hep hayat üzerine çalışıyorlar. Bitiremiyorlar, göz bölümü ayrı, kulak bölümü ayrı, boğaz bölümü ayrı, hücre bölümü ayrı, mikrop bölümü ayrı. Her bir parçası, bir fakülte kadar derin, bitmiyor gene. Hayat başlı başına bir mucizedir ve hayatta tesadüf yoktur.

Evet, 4 maddeyi bitirdik, özetliyoruz.
Hayatın birinci prensibi aşk ve şevk, hareket sayesinde durgunluk, yokluk ve yoksulluk önleniyor. İkinci prensibi; birlik, derinlik ve yoğunlukla beraber, letafet ve güzelliği var. Üçüncü prensibi; sindirim, adaptasyonla beraber temizlik, dışlama ve sürekliliği de var. Dördüncü prensibi; küçüklüğüyle beraber değerli ve faydalıdır. Bununla beraber, manalı ve sanatlıdır. Ve nasıl bir nimet içinde olduğumuzu anlamalıyız. Hayat başlı başına bir nimettir. Sırf yaşayabilmek başlı başına bir nimettir. Hiçbir şeyimiz olmasa, fakir de olsak, hasta da olsak; yâ Rabbi Sen biz yaşatıyorsun, demek başlı başına bir nimettir yani. Mutlak şükürdür, mutlak güzelliktir hayat.

Şimdi 2. kategoriye geçiyoruz; hayat ekonomiktir. Kendi hayatımızla ilgili çıkaracağımız derslerden en önemli bir nokta da şudur, ekonomik olmak. Bir ekmek yoğurt yiyorsun, işte yarım ekmek 200 gram yoğurt; bir gün hatta 48 saat, gıda olarak sana yetebilir. Ve onunla ilgili vücutta ne kadar malzeme lazımsa oradan üretiyor vücut onu, çok ekonomik davranıyor. Bir organı 50 işe kullandırtıyor. Mesela gözümüz sadece görmek için değil, aynı zamanda dengeyi de sağlıyor. Aynı zamanda ışık alışverişiyle, vücudun bazı kimyevi reaksiyonlarını sağlıyor. Ben biyolog olmadığım için fazla bilmiyorum ama. Dilimiz hem konuşmaya yarıyor, hem tat almaya yarıyor, hem başka işlere yarıyor. Burun yine öyle, kulak yine öyle. Yani hiçbir organın fonksiyonu sadece bir tane değil. Çok fonksiyonludur, ve az bir şeyle çok meyve elde ediyor, ekonomik davranıyor. Onun için çok para harcayanlar düşünsün, hayattan ders alsınlar, ekonomik davransınlar. Diyebilirsiniz ki; niye ekonomik davranılıyor bol olsaydı ne olurdu? Bol bol olduğu zaman kıymeti anlaşılmıyor, güzelliği yitiriliyor. Bir şey azken kıymetli oluyor. Bu, Allah’ın bize gösterdiği bir yasadır. Artılı eksili boyutları vardır. Yani şu; bir yandan giderleri var bir yandan gelirleri var. Hep gelir olmaz. Yani hayatımızda da bazı şeyleri göze alacağız, giderler olacak. Vaktimiz, paramız, yani bir şeyler gidiyor bizden. Fakat buna mukabil, artıları da olması lazım. Burada, denge kurulduğu müddetçe biz canlıyız. Ekonomik davranıyoruz. Yani hep gelir olup hiç gider olmazsa yine sistem çalışmaz.

Hayatın bir özelliği de; kaydedicidir. Yani hiçbir şeyi israf etmiyor. Gördüğümüz, işittiğimiz, yaşadığımız her şey vücudumuzda kaydediliyor ve onlar bilgi olarak değerlendiriliyor, israf edilmiyor. Hatta Üstad Bediüzzaman’a göre; vücudumuzda, canlıların vücuduna giren atomlar dahi, kaydedici özelliğinden, ahirette daha temel baş elementler olacak. Yani vücudumuz bir kışla gibidir, mektep gibidir; içine giren bilgiler, atomlar, gıdalar moleküller, ne varsa buraya geliyor, bir kaydedici özellik içinde nurlanıyor, verimli hale geliyor, başka âlemlere varlık ve malzeme yetiştiriyor. Yani koruyucu özelliği vardır. Biz öyle dağınık bir millet olmuşuz ki; bir sen önce başımıza gelenleri unutuyoruz. Bir saat önce ne yediğimizi hatırlamıyoruz. Bir kitaptan bir paragraf ezberleyemiyoruz. Yani bu kaydedici özelliğimizi yitirmişiz, bu iyi değil, bu bir nevi ölümdür. Ruhumuzu bedenimize bağlayan, hafızadır. Eğer hafıza yoksa, yani hard disksiz bilgisayar gibi, içinde hiç bir şey yok, bomboş oluruz. Hafızaya önem vermeliyiz. Hz. Peygamber’in de tavsiyesi var; hafızanızı destekleyin, kuvvetlendirin, diye. Kimi not tutarak, kimi sağlıklı gıdalar alarak, kimi konsantre olarak… Konsantrasyon da ibadet ve tevhidle iyi olur. Çünkü biz (ben kendimden de anladığım kadarıyla) çok endişeler içinde kıvranan bir millet haline gelmişiz, acabalar bizi yıpratıyor. Acaba ne olacak acaba ne olacak, bu korkular hafızaya en büyük bir darbedir. Cesur insanın hafızası da kuvvetli olur. Korkak insanın hafızası da düşük olur, ben bunu hayatta tespit etmişim. Korkular en baş düşmandır hayat için. Korku iyi değil. Hayat süreklidir, güzeldir, vardır ve ölümsüzdür, sonsuzdur hayat. Yani bir yerde hayat varsa diyebilirsiniz ki; ben sonsuzum, ölümsüzüm diyebilirsin. Şöyle ifade edeyim; nasıl bir şey beyazken kara olmuyorsa; kara, kara iken beyaz olmuyorsa, eğer hayat varsa burada hayatın özü varsa, ruh diye bir şey varsa, bu sonsuzdur, ölümsüzdür, dolayısıyla korkulara evhama gerek yoktur. Korkuları evhamları çöpe atmalıyız, bilgisayarımızı beynimizi ruhumuzu, o mikroplardan arındırmalıyız. Korkular çok kötüdür ve bu kaydedici özellik… mesela düşünün ki siz hiç okul okumasanız dahi, 20 yaşınıza gelmişsiniz; 1. yaşınızdan 20 yaşınıza kadar ezberlediğiniz öğrendiğiniz bütün bilgiler (hatta sokaktan dahi olsa) hafızanızda canlı tutabilseniz, çok birikim demektir, çok eğitim demektir. Ama 1 saat önceki halimizi bilmiyorsak, okul da okusak lise de okusak, üniversite de okusak kıymeti yoktur. Çünkü her gelen bilgi unutuluyorsa onun bir kıymeti yoktur. Yani, hafıza kaybolduğu zaman biz bitkisel hayata geçmiş oluruz. Ki bitkilerde de hafıza yok değildir, yine vardır. Biz onlardan da aşağı düşmüş oluruz. Bu hafızayı canlandırmak lazım. Hayatın en temel gereklerinden biri; kaydedici olmak. Yani öyle bir aşkla şevkle, öyle ruhunuzda birliği sağlayarak aktif bir durumda hadisenin üzerine gideceğiz ki, o ruhumuzda bir iz bırakmalı ve hiç silinmemeli. Mesela; hayatınızda birisi size tüfekle ateş etse ve bir yara olsa, ömrünüz boyunca unutmazsınız. Aslında her hadise kalbimize giren bir mermi gibi iz bırakmalı ve ondan ders çıkarmalıyız.

Hayatın bir özelliği de; çok amaçlılıktır. Biraz önce değindik gerçi. Mesela bir sarı çiçek düşünün; o sarı çiçeğin insana olan faydası farklı, diğer bitkilere olan faydası farklı, hayvanlara olan faydası farklı, atmosfere olan faydası farklı, toprağa olan faydası farklı, binlerce ayrı ayrı çok amaçları vardır. Vücudumuzdaki organlar gibi. Her bir bitkinin her türün böyle binlerce amacı vardır. Tek bir amaçla bitiremiyoruz onların faydalarını. Biz hayatımızda da kendimize ders olarak bunu çıkarmalıyız, biz de çok amaçlı olabiliriz. Yani; evde mutfakta çok iyi aşçı olacaksın, masa başına geçince çok iyi bir edebiyatçı olacaksın, iş başına geçince iyi bir sanatkâr olacaksın. Veya bir şirkete gidince iyi bir müdür olacaksın. Ben iyi bir müdürüm yemek pişirmem gerekmez demeyeceğiz, yemek pişirmemiz de gerekir. Ben çok iyi yemek pişiririm temizlik yapmam gerekmez, yok temizlik de yapacaksın. Yani hayatta çok amaçlılık lazım. Hani on parmağında on marifet olacak. O, bu hayatın bir karakteridir, bizde de aktif olmalı. En az 4 sanatda usta olmalıyız, en az. Yoksa tek bir noktadan hayata yapışmak yetmeyebilir, alternatifli şeyler lazım. Mesela, vücudumuzda bazı damarlar var alternatifleri vardır. Koptuğu zaman vücut ikinci bir damar gönderir bağlamayı sağlar, alternatifi vardır. Hayatta alternatifler vardır. Diyelim ki sen çok iyi bir fizikçisin ama fizikten para kazanacak durumun yok; o zaman edebiyattan para kazanacaksın. Oradan para kazanamıyorsun, aşçılık yapacaksın, oradan para kazanamıyorsun gidip işletmecilik yapacaksın. Yani mutlaka hayatta alternatiflerimiz olmalı. Çünkü bir alternatif koptumu çökmemeliyiz düşmemeliyiz.
İkinci kategoriyi konuşuyoruz. Bu ikinci kategorinin A kısmı; ekonomiktir hayat. Yani, gelir gideri dengelidir, hafızası kuvvetlidir, kaydedicidir ve çok amaçlı özellikleri vardır.

B maddesi şudur, evrim var. Yani biz buradan da bir ders çıkarabiliriz. Evrim; hiç bir şeyin birdenbire olmaması demektir. Biz Türk milleti hemen olsun istiyoruz. Bir günde bir haftada bir senede bütün hükümet işleri düzelsin. Hayır olmaz, yavaş yavaş olacak. Hayatın en büyük bir karakteri de yavaş yavaş olmasıdır. Bu temel bir yasadır. Hiçbir zaman hayat birden güzellikler göstermez. Hep evrimleşerek oluyor. Bu evrimleşme hayatımızda da olacak. Yani, milim milim mesafe alacağız, o milim milim mesafeler, metre metre mesafeye dönüşecek, oradan kilometre kilometre mesafelere dönüşecek. Ama milim milim mesafeyi beceremeyenler, sabır göstermeyenler, metre metre mesefeyi de alamazlar, kilometreleri de alamazlar. Bu evrim sürecine iyi dikkat etmeliyiz. Allah “sabur”dur, Allah’ın bir sıfatıdır; yaratırken, her anı her zamanı her saniyeyi, her dakikayı ayrı bir safha, ayrı bir kitap, ayrı bir manzara, ayrı bir kare yapmak için, yavaş yavaş yapıyor. Bütün hayatı bir kareye sığdırmıyor Allah. Her hareket, her kare, her saniye ayrı bir kitaptır. Dolayısıyla hepsini yaşamamız lazım ki sonuca varabilelim. Biz bazen acelecilik yapıyoruz, acelecilik yok hayatta. Acelecilikle hiç kimse bir yere varamamıştır. Evrim sürecine dikkat etmemiz lazım. Yani, plan program demek evrim. Türkçe’ye çevirirsek evrim; plan ve program demektir. Plan ve program yapacaksın; bu plan program başta yavaş gider(yani iki dört olur, dört sekiz olur, sekiz on altı olur, on altı otuz iki olur, ilk başta yavaş büyüyor) ama sonra, o satrancı bulan ustanın durumu gibi bütün Hindistan buğdayı yetmemiş o kareleri toplamak için, 64 karenin 64 çarpısı için bütün Hindistan buğdayı yetmemiş. Bir çuval buğdayı verin bunun için demiş. Yani başta yavaş hareket edebiliriz. Ben hatırlıyorum; gün gelir ben 20 kelime Osmanlıca ezberleyebiliyordum, sabahtan akşama kadar işim oydu. Ama gün geldi 1000 kelime öğrenebildim. Başta yavaş gider hayatta. Çocuk ilk büyürken yavaş büyüyor, 12 yaşından 15 yaşından sonra boy atıyor, birden boy atıyor. Çin’de bazı ağaçlar var; ilk 5 sene 25 cm. büyüyor, sonra 1 senede 25 metre büyüyor. Hayatta, tedricilik var, ondan iyi ders çıkarmamız lazım.

Ve hayatta miras diye bir şey var. Hani bir ölü vefat edince çocuklarına bir şey bırakır ya. Miras şudur; her saniyemiz, her saatimiz, her günümüz yarına bir şey bırakacak. Miras bu, yani miras illa öldükten sonra çoluk çocuğuna bir şey bırakmak değil. Yani her senemiz, her saatimiz, her günümüz, her ayımız, yarın için bir şeyler bırakmalı. Hayat kopuk olmamalı. Mesela biz bugün mirasyediyiz, mirasyedilik iyi bir şey değil ama mirasyediyiz. Bugünkü teknolojik birikim sadece 100 yıllık bir birikim değil, 7000 yıllık bir birikimdir, bir mirastır. Birikti birikti birikti biz konduk üzerine. Gıda sektöründe yine öyle, teknolojide, edebiyatta yine öyle, bilgisayarda… Miras yani veraset. Miras illa öldükten sonra bir şey bırakmak değildir. İnsanın çoluk çocuğuna bir şey bırakması da güzeldir ama, asıl miras bugünden yarına bir şey bırakmaktır, bir şey göndermektir.

Ve hayatın en önemli bir karakteri de “denge”dir. Bu denge çok alanlarda lazım; kadın erkek arasında, işçi patron arasında, yönetenler ile yönetilenler arasında, her sahada denge lazım. Fakat ben özellikle iki konu üzerinde duruyorum; madde ve gayb arasında dengeyi iyi korumalıyız. Yani biz öyle gaybe metafiziğe inanacağız ki sanki ruh ve melekleşmişiz gibi, oradan da bir damar gelecek bize, bir kaynak gelecek. Aynı zamanda maddeden ibaret bir et yığınıymış gibi hayatımızı maddeten de devam ettirecek kadar çalışmalıyız. Ve burada dengeyi iyi korumalıyız. Yani gayb ve şehadet. Bu çok önemlidir. Yani kimi tam ruhçu oluyor; maddeyi ilacı bırakıyor, kimi de tam ilaççı maddeci oluyor; duayı, gaybî yardımları unutuyor, dengesizlik oluyor. Ve geçmiş ve gelecek arasında denge çok önemlidir. Yani geçmiş ve geleceğimiz birbirinden kopuk olmamalı, arada bir denge olmalı. Çok alanlarda bu denge lazım fakat madde ve gayb arasında, fizik ve metafizik arasında bir de geçmiş ve gelecek arasında dengeyi iyi korumalıyız.

Ve hayatın en önemli bir özelliği de meyve vermesidir. Meyve vermeyen, ürün vermeyen hiçbir şey yok canlılarda. Her çiçeğin her ağacın bir meyvesi vardır. Ama insanların bir kısmı meyvesizdir maalesef. Taş gibidirler cansız sayılırlar. Biz kendimizi zaman zaman test etmeliyiz; acaba ben ne meyve veriyorum, benim ürünüm nedir hayata karşı? Yani burada bir toplum var, bir sistem var, bir aile var, bir mahalle var, bir devlet var, insanlar yaşıyor ve ben bunların içinde dolaşıyorum, ben bu sisteme ne veriyorum ne alıyorum? diye meyvemizi test etmemiz lazım. Ve meyve verdiğimiz zaman rahat ederiz, bütün sorunlarımız bitmiş olur. Sıkıntıların %90’ı meyve vermemekten kaynaklanıyor. Hatta evliliğin bir amacı da odur; insan evleniyor çocuğu oluyor ya, meyve veriyor, biraz rahatlıyor. Meyve vermek insanı rahatlatır. Hayatın en önemli amacı, meyve vermektir. Meyve vermek, baştan beri konuştuğumuz temel özelliklerin bir nevi sonucudur. Aşk, şevk, hareket, birlik, derinlik, letafet, güzellik, sindirim, adaptasyon, temizlik, süreklilik, bütün bu prensiplerin son amacı meyve vermektir. İnsan meyve verdiği zaman ölüme razı olabiliyor ondan sonra. Yani, ölsem de önemli değil, diyor. Ve bu meyve vermeyi büyüklerimiz şöyle tarif eder: Kimisi evlenir 4-5 tane çocuk büyütür, kimisi yüzlerce binlerce insan yetiştirir. Meyve illa bir kitap yazmak veya çocuk büyütmek değil. Onlar da meyvedir. Sen beş tane insan yetiştirirsin kaliteli bir şekilde, o beş insan ileride öyle bir aktivite gösterirler ki bütün toplumu kurtarırlar, aydınlatırlar. İşte en büyük meyvedir senin için. Mesela Hz. İsa 3 sene çalışmış 12 kişi meyve vermiş. Ama o 12 kişi bütün dünyaya renk vermiş, şekil vermiş. Bu meyve üzerinde iyi durun. Ve; ben ne yapabilirim, ne edebilirim, nasıl bir üretim sağlayabilirim, topluma neler verebilirim? diye düşünün. Çok kişi bunu tespit edemiyor sıkıntılara giriyor. Hayatını amaçsız ve boş sanıyor. Benim diyor bir amacım yok, boş gelmişim dünyaya boş gideceğim. Hayır, boş gelmek boş gitmek yok her şeyin bir amacı var. Herkesin bir meyvesi olabilir, ama küçük ama büyük. Burada kalite önemli, küçüklük büyüklük önemli değil. İncirin çekirdeği küçük olur ama meyvesi çok güzel olur. Bu meyve noktasında iyi durursak, plan yaparsak ve hedef çizebilirsek, çok sorunlarımızı çözmüş oluruz, hayatımızın bir anlamı olmuş olur, renklenmiş olur hayatımız.

2. Kısmın C bendi şudur; hayatta duygular var. Binlerce duygu var içimizde; ismini koyamayacağımız, rengini bilmediğimiz, şeklini belirtemediğimiz binlerce duygu var. Bu duygular süzülür, onlardan şuur ortaya çıkar. Bitkilerde de yer yer duygular var. Şuur hayvanlarda var. “Şuur” bilinçaltı denilen şeydir. Şuur hissediyor tepki gösteriyor ama karar veremiyor; acaba A mı B mi C mi, neyi yapacağını kestiremiyor. Kestirdiğimiz zaman, karara bağladığımız zaman akıl olmuş olur. Akıl şudur; bilinçaltımızdaki aldığımız bilgileri karara bağlıyorsak, değerlendirebiliyorsak, akıllı davranıyoruz. Vücudun ona göre tepkisini ölçüyoruz ve gereğini yapıyoruz. Akıldan sonra ise soyutlama gelir. Bu soyutlama dinî bir alandır. Ben 4 kategori olarak anlatıyorum. Bitkilerde bir derece duygu var tepki var fakat şuur yok. Hayvanlarda şuur var. Şuur, duyguların gelişmiş şekli. İnsanda ise akıl var, o bilinçaltına ve bilince gelen bilgileri değerlendirme, karara bağlama var. Oradan da soyutlama, o da dindarlarda var. Dinsiz insanda soyutlama olmaz. Mesela; namus nedir, bir şey ifade etmez dinsiz için. Sanat nedir, bir şey ifade etmez. Çünkü sanata inanmıyor ki; onun gözünde her şey tesadüf, her şey karmakarışık, her şey kaos. Zihninde temel güzellik kavramları yok. Eğer varsa, ona biz mutlak dinsiz diyemeyiz zaten. O yanlış algılıyor Allah’ı bulmak üzeredir, deriz. Fakat mutlak dinsiz soyutlama yapamaz. Soyutlama nedir? Mesela inanç, sonsuz bir Allah’a inanmak veya namus veya şefkat veya fedakarlık. Mesela birisi kendini topluma feda ediyor; bu, dinsiz için anlamsız bir şeydir, ama gerçek dinsizse. Ne demek yâ, ben kendimi niye feda edeyim, bunlar ölürse ölsün, deriz. Fakat din, soyut değerler bize; hayır diyor, birinin kendini feda etmesi çok yüce bir duygudur, çok güzel bir duygudur. Soyut bir kavram; şehitlik, namus, bazı imanî kavramlardaki güzellikler. Bunları çoğaltabiliriz, yani hayat sürekli sıfırdan başlayarak gelir. Virüsten bakterilere kadar, oradan mikroba kadar, oradan bölünebilen hücrelere kadar, oradan bitkilere kadar, oradan duygular, şuur, akıl ve en zirvesi; soyut değerleri kabul edip yaşayabilecek seviyeye gelmektir ki artık ruh seviyesine çıkmaktır. Ruh da bir derece soyuttur. Aslında bu C bendi, yani duygular, şuur ve akıl, soyutlama üzerinde durmak lazım, ayrıca bir program yapmak lazım da çok uzun sürer.

Şimdi D bendine geliyoruz; hayat holografiktir. Yani en küçük parçası tümüne eşittir, kaybolmuyor. Bir hücrede, vücudumuzda olmuş bitmiş hatta olacak bitecek her şey kayıtlıdır. En küçük parça, tüme eşittir. Kur’an da böyledir, en küçük bir sure Kur’an’ın tümüne eşittir. Kâinat da öyledir. En küçük bir yıldız bir kâinat kadardır. En küçük parça tümüne eşittir. Holografi tekniği vardır; diyelim ki bir metre fotoğraf filmi var, bu yansa 1 cm.si kalsa, onu büyüttükleri zaman aynı neticeyi elde edebiliyorsun, silinmiyor. 1cm.si de 1 m.si de birdir, aynı fotoğrafı gösterir.

Ve hayatta monatlar var, yani küçük küçük birimler var. Buradan çıkaracağımız ders şudur: Biz bazen bu holografik şey; insandır, hayati tehlikeye girebilir, ağır hastalıklar geçirebilir, büyük riskler altına girebilir, fakat öyle ciddi kaliteli bir işimiz olmalı ki (holografi teknolojisiyle) o iş bizi bir daha hayata bağlasın, bizi bir daha yaşatsın. Diyelim ki her şeyin kaybolmuş, bir kalemin var, bir bilgin var; sıfırdan hayata başlayabilirsin. Her şeyin kaybolmuş, bir dindarlığın var namusun var; gidersin bir namuslu toplum içinde bir namuslu birey olarak yaşarsın. Bak, minicik bir parça kalmış hayatında, her şeyin kaybolmuş; çoluğun çocuğun gitmiş, etrafın, akrabaların gitmiş, Allah korusun bir deprem olur her şeyin gider ama bir nokta dahi kalsa seni bir daha hayata bağlayabilir, ki hayata bağlanan öyle insanlar çok vardır. Öyle insanlar var ki, bütün varını yoğunu kaybediyor, bir ceketi kalıyor, ama yine de hayata yapışabiliyor. Kolu gidiyor, bacağı gidiyor; yarım kol yarım bacakla hayata başlıyor. Bir noktadan yine o holografik özellik, hayatı devam ettiriyor.

Monat; birim birim demektir. Yani insan da âlemdir ama içinde ayrıca âlemcikler olacak. Diyelim ki çevreniz var arkadaşlarınız var; orada ayrı bir kişiliğiniz var. Okulda ayrı bir kişiliğiniz olmalı, evde ayrı bir kişiliğiniz olmalı. O kişilikleri küçük küçük âlemcikler gibi organize edip, dizayn edip verimli hale getirmek lazım. Küçük küçük birimler oluşturmak gerekiyor. Veya, bir açıdan bakarsak her sene bir birimdir, her gün bir birimdir bizim için. Yani günümüzü ayrıca değerlendireceğiz, senemizi ayrıca değerlendireceğiz, saatimizi ayrıca değerlendireceğiz. Küçük küçük âlemcikler kurup, Dale Carnegie’nin ifadesiyle; gemilerin altında bölmeler var, gemi bir yerden yara alırsa komple batmıyor, sadece bir bölümünün içine su girmiş oluyor, gemi yine kalıyor. Eğer geminin altı komple bir bölme olsa, en ufak bir darbede bütün gemi su alır ve batar. Bunu önlemek için geminin altını binlerce bölmelere ayırıyorlar. Bir yerden yara aldığı zaman gemi yine kurtuluyor, birden batmıyor, ancak çok büyük bir yara alırsa dengesini bozar. Sizin de günleriniz, seneleriniz küçük küçük odacıklar gibi olmalı; bir günü kaybetseniz de bütün hayatınız heder olup gitmesin, bir saatiniz kaybolduysa diğer saatlerinizi kurtarmaya bakın, diyor. Yani monad kültürü. Mesela bir hücrem ölüyor ama ben ölmüyorum, çünkü başka hücreler vücudumu devam ettiriyor. Ağaçtan bir dal kesiyorsun ama ağaç ölmüyor, onu telafi edecek başka faaliyetler yapıyor onun yerini dolduruyor. Alternatifli monad birimi önemlidir. Okulda başarısız olduk, evde başarılı olalım hiç olmazsa; evde başarısızsak hiç olmazsa okulda başarılı olalım. Bir yerde hayatımızı devam ettirecek bir birim, bir âlem oluşmalı.

Din de bu monad kültürüne “ehad” derler. İnsan ehadiyet tecellisidir. Ehad, ruhu andırıyor bize. Yani Allah’ın bir monadı, ehadiyet tecellisi olduğumuz zaman ebediyeti de kazanırız. Biz fâni, aciz, mikroplu basit bir bünyeyiz, nasıl ebediyet kazanabiliriz? Şöyle kazanırız, şu monad kültüründen yola çıkarak; öyle çok monadların oluyor ki, öyle çok verimli saatlerin, verimli günlerin, verimli senelerin olmuş ki, öyle kaliteli işler yapmışsın ki; her birisi seni temsil edecek bir varlık olmuş. Biri gitse, biri kaybolsa da sonsuz varlıklar üretmişsin sen. Mesela balık yumurtladığı zaman bir milyon yumurtluyor. Çoğu yem oluyor, havyar oluyor, işte yemek yapıyorlar, balıklar yiyor. Ama bir kısmı kayanın dibine düşüyor, orada muhafaza ediliyor yine balığın nesli devam ediyor. Yani sen o kadar çok verim yapmışsın ki, %90’ı da kaybolsa, kaydedilmese –ki Allah hepsini kaydediyor, biz buna inanıyoruz- bir yerde seni yine ebediyete taşıyacak bir varlığın kalıyor. Ama ruhen, ama ilmen, ama maddeten, ama sanaten, herkes değişik alanlarda. Yani ebediyet mümkündür. İnsan çok verimli olduğu zaman, çok meyve verdiği zaman, ehadiyet tecellisine mazhar olduğu zaman ebediyeti hak ediyor, artık ölümsüzleşiyor. Onun da çaresini tasavvuf ehli şöyle ifade ediyor; rivayetlerde –ki kuvvetli rivayetlerdir- bazı veliler bir anda 60 yerde bulunabilmiş. Bak, monada dönüştü yani. Birken çoğaldı. Belki biz bedenimizle, ruhumuzla bunu beceremeyebiliriz fakat aktivitelerimizle, hizmetimizle, ibadetimizle, öyle bereketli bir ömür yaşamalıyız ki, o ebediyeti bize hak ettirsin, kazandırsın. Yani öyle ciddi bir ibadet yaptığın zaman, her günün bir Ayşe olur, her günün bir Ahmet olur, her günün bir Mehmet olur; biri gitse de binler bâki kalır, biri çürüse de binleri bâki kalır ve ebediyeti hak etmiş oluruz.

Şimdi hepsinin özeti; hem 1. Kısmın 1 2 3 ve 4’ün özeti, 2. Kısmın A B C D’nin özeti şudur: Avrupalılar bir film çevirmişler 5. Element diye. Kimyada da vardır, ışık elementi diyoruz biz buna. Yani, karbonu, azotu, oksijeni, hidrojeni birleştirecek, onları canlı yapacak bir şart, onları fotosentezle dönüştürüp gıda yapacak, canlı yapacak dışardan, soyut yani aynı tipten bir varlık olmayan 5. element, ışık elementi var. Bu ışık elementi çok önemlidir. Mesela elimizde, 4 parmağı verimli kılan baş parmağımızdır, 5. element. Kolumuz bacağımız, 4 tanedir, verimli kılan başımızdır. 4 halife var; onları verimli kılan Peygamber (S.A.V.)’dir. Mesela tarikatlar içinde 5. bir tarikat var ki, bize göre Mehdi’dir. Mezhepler içinde 5. bir mezhep var ki, Hanefiliktir mesela. Yani hepsini canlandıracak, verimli hale getirecek 5. fonksiyon çok önemli, hayatın her sahasında bu var. Karbonu, azotu, hidrojeni, oksijeni birleştiren fotosentez haline getirip gıda yapan ışık var ki o, 5. elementtir. Hayatımızda da bu 5. element şudur; iman, sevgi, şefkat, fedakârlık ve hepsinden önemlisi ilimdir. İlim mutlak bir varlıktır. Aslında baştan beri konuştuklarımızı bir kelimede özetleyebiliriz; hayat eşittir bilgidir. Yani hayat, cansız elementlerden, canlı bir şey yapmaktır. Bu, sonsuz ilimle olur. Onun için sonsuz ilmi olmayan, hayatı yaratamaz, hayata müdahale edemez. Bu kadar biyologlar uğraşıyor, hiç müdahale edemiyorlar. Bir göz yapamadılar, bir kulak yapamadılar. Hayat sonsuz bilgi istiyor ve hayat bilginin kendisidir.

İşte eğer 5. element olarak hayatımızda iman, onun gereği olarak sevgi ve şefkat, onun gereği olarak fedakârlık ve ilim malzemesi bulunursa, biz hem kendimiz canlanırız hem çevremizi iyi canlandırmış oluruz. Ve sen artık boş duramazsın, mutlaka birilerine hayat vermeye başlarsın. Esas meyve de o. Fotosentezden sonra meyveler oluyor. Fotosentez olmadan meyve de olmaz. Bizim fotosentezimiz de bu olmalı; yani iman, sevgi, şefkat, fedakârlık ve ilmî malzemeyi yoğurduktan sonra aktif hale gelip çok güzel meyveler veririz ki, meyve verdikçe mutlu oluruz, mutlu oldukça da bütün sorunlarımız kendiliğinden çözülür. Sorun kalmaz daha doğrusu. Sorun nedir, biliyor musun? Sorun şudur; gözümüzü kapatmışız, â ben niye görmüyorum diyoruz. Gözümüzü açmıyoruz ki görelim. Kulağımızı tıkamışız, sorun oluyor; yahu aç işte kulağını. Açsak zaten sistem otomatikman çalışacak. Suç bizde, biz kapatıyoruz. Yani normal bir halde bıraksak, bu sistemi çalıştırsak, inanın ki öyle güzellikler doğuracağız, meyveler vereceğiz ki, biz de şaşıracağız. Ve hadis var; kulum bir adım atar, ben on adım gelirim. Yani biz bir teşebbüs etsek, bir kere dua etsek, Allah 10 verecek. Ben çok işlerimde bunu görüyorum. Bu işi %10 becerebilsem yeter benim için diyorum, Allah %100 başartıyor, destekliyor. Entegre olduktan sonra, sen 10 katıyorsun sisteme, sistem sana 90’ını veriyor. Önemli olan entegre olmaktır. Ve entegrasyon da özellikle bu ışık elementiyle, bu 5. elementle hayatımızı ruhani, canlı, verimli kılmak, maddenin ötesine çıkartmak maddi boyutta kalmamaktır. Maalesef çoğumuz maddi boyutta kalıyoruz; yani azotuz, karbonuz, hidrojeniz, oksijeniz ama yerimizde oturuyoruz bomboş. Bir diyalog yok, bir verim yok, bir reaksiyon yok, bir üretim yok, yani meyve olamıyoruz, tatlı olamıyoruz.

Bu biyoloji Kur’an’ın bir ayetidir. Biz de bu ayetin etrafında, bazı temel kavramlarla bir özet çıkartmaya çalıştık. Sizin nazarınızı biraz daha genişletmek istiyorum. Yani canlılar ve biyoloji deyince sadece bitkiler ve hayvanlar hatırınıza gelmesin. Makro düzeyde baktığımız zaman bütün kainat canlıdır. Kâinata insan-ı ekber büyük insan demişler, insana da küçük kâinat demişler. Her şey canlıdır; galaksiler, yıldızlar, moleküller. Çünkü hepsi canlılık meyvelerini veriyor ve ona göre hareket ettiği görünüyor.

Hayatta bir de telafi sistemi var, en önemli bir prensiptir. Şimdi biz bunları konuştukça, yahu bu kadar ağır yükü biz nasıl taşıyacağız, çok fire verdik, çok yıkıldık, çok döküldük, çok günah işledik. Hayır, telafi sistemi var. Ne dedik; %99’u ölse de %1’le hayata bir daha yapışabiliriz, hayatımızı çoğaltabiliriz, devam ettirebiliriz, telafi sistemi vardır. Tevbe bir telafi sistemidir. İlaç almak, bir telafi sistemidir. İstirahat etmek, bir telafi sistemidir. Çok çalışmışsın yıpranmışsın; 2 gün istirahat edersin telafi olur gider. Günahlar işlemişsin; bir tövbe bir istiğfar bir namaza durursun, hepsi silinir. Bir insana kötülük yapmış olabiliriz; gider gönlünü alırız, ona fayda vermeye çalışırız, o kusuru telafi ederiz. Hayatta telafi etme sistemi var. Ağaçtan bir dal kesildiği zaman, ağaç öyle faaliyet yapıyor ki, 5 dal çıkıyor onun yerine. Vücudumuzdan 1 kilo kan eksildiği zaman vücut hemen 2 kilo kan üretiyor bu sefer. 1 kilo da yedek üretiyor, ne olur ne olmaz diyor. Telafi sistemi var, hiç kimse ümitsiz olmasın. Hayat mucizedir. Hayata yapışan, hayatı devam ettiren, hayata göre yaşayan herkes sonsuzdur, ebedîdir, ölümsüzdür ve mutlak varlığa mazhardır. Çok büyük bir nimettir hayat.

Hayatta öyle mucizeler var ki; bebeğin ana karnında çevresini saran plazma var ya; hem kalp görevini görüyor bebek için, hem karaciğer görevini görüyor (daha bebeğin karaciğeri, kalbi tam çalışmıyor) hem de akciğer görevini görüyor. Aynı plazma, aynı parça birbirine zıt işlevleri görüyor. Yani insan hayata göre yaşadığı zaman, hayat prensiplerini kendi dünyasında yaşadığı zaman, bir anda her şeye yetebilir, her işe koşabilir, her şeyi becerebilir hale gelir. Biz büyük insanlara şaşırıyoruz; işte filankes şu kadar kitap yazmış, bu kadar büyük işler çevirmiş, bu kadar devletler kurmuş. Kural; hayat mucizedir, adam hayata yapışmış, hayata göre yaşamış, mucizeler göstermesi gayet normaldir. Kendiliğinden yapmadı ya, hayatın kendisi bir mucize zaten. Ama hayatı biz maddi boyuta indirdiğimiz zaman; ışıktan, şefkatten, imandan ve ilmî varlıktan, ruhani varlıktan yoksun bıraktığımız zaman, milyon sene karbon, azot, oksijen, hidrojen yerinde dursa bir bakteri olamazlar, ışıksız olmaz. Onları birleştiren, onları harekete getiren, bilgi haline getiren, hücre yapan DNA yapan dışardan bir ışık müdahalesi lazım. Bu da bizim dünyamıza göre imandır, tevhiddir, sevgidir, şefkattir ve fedakârlıktır. Milyonlar versen bir insana annesinin şefkatini gösteremezsin. Dadı olabilir ama aynı şefkati gösteremez. Bak hayatın çok mucizelikleri var. Yani dadı tutabilirsiniz çocuklarınızı büyütmek için, büyük maaşlar da verebilirsiniz ama hiçbir zaman annenin gösterdiği sıcak şefkati gösteremez. O içinde olmaz çünkü. Milyonda bir bazı şefkatli insanlar çıkabilir, o ayrı mesele. Ama anne gibi olmaz. Anne ne kadar kötü olursa olsun, hiç dışardan gelen birisi, anne gibi olmaz. Çünkü hayatın her şeyi mucize, hayatın şefkati de mucize. Dadının hormonlarında şefkati üreten bir şey salgılanmıyor, ama anne doğum yapar yapmaz beyninde o şefkat duygusunu harekete geçirecek bir salgı salgılanıyor. Anne istese de istemese de vücudu şefkat gösteriyor, süt veriyor. Ve o süt başlı başına bir mucize. Bebeğin bütün ihtiyaçlarını antibiyotiğine varıncaya kadar hepsini içeriyor. Çocuk 6 ayına gelip dışarıdan gıda alabilecek duruma gelince sütün kalitesi düşmeye başlıyor.

Hayat mucize, kim mucizeleri görmek istiyorsa işte hayat. Kur’an mucize isteyenlere karşı da daima hayatı gösteriyor, işte mucize. Ve Kur’an da mucize, çünkü canlıdır. Ne demek Kur’an’ın canlılığı; içinde 300 küsur bin kelime varsa, her kelimesi öbür kelimesiyle ilişkilidir. Yani 300 000 çarpı 300 000 yaparsak bir de katlarını orada çıkartırsak ne kadar entegrasyon çıkar biliyor musun? Sonsuza dek bir ilim çıkıyor. İşte o da canlı. Onun için herkes iki kelimeyi bir araya getirebilir, iki cümle konuşabilir ama Kur’an’ın bütünlüğü gibi canlı, verimli, düzenli, ayetli bir kitabı ortaya koyamaz. Yani, karbon bulabilirsin, azot da bulabilirsin, hidrojen de bulabilirsin, oksijen de bulabilirsin ama bunları hücre yapamazsın. O, dışardan mucizevi bir kuvvet istiyor, o Allah’ın nurudur, ışığıdır, tevhiddir, mutlak varlıktır. Biz bugün biyolojiyi konuşuyoruz, çünkü Kur’an-ı Kerim’de İslamiyet’i tarif ederken, Rum suresi sure 30, ayet 30’da; “o dine uyun ki Allah insanları o fıtrat üzere yaratmış” buyrulur. Yani biyoloji, bizim için bir kitaptır, Kur’an’ın burada emri var. Yani diyor ki; biyoloji, insanların yaratılışı, Allah’ın fıtratıdır, yasasıdır, Allah o şekilde insanları bu din üzere yaratmış. İslamiyet; biyolojinin sosyal hayatta yaşanılmış şeklidir. Yani denge dedik ya, hayat hep dengelerden ibarettir, iki zıt hareketi bir arada tutmaktır; İslamiyet denge demektir, barış demektir. Yani artı ve eksiyi, gelir ve gideri dengelediğimiz zaman İslamî bir şekilde yaşamış oluruz, Allah’ın fıtratını yakalamış oluruz ve dinimizi gerçek şekilde yaşamış oluruz. Ne ki aşırıysa bilin ki o İslamî değil. Ne ki pasiflikse, bilin ki o İslamî değil. İslam orta yoldur, canlılıktır, verimliliktir, harekettir, aşktır, şevktir. Ve bu dine uyun diyor, Kur’an. İlla şekil şemail değildir İslam.

Hz. Mevlana’dan bir sözle konuyu bitirelim; “herkes bir Meryem olmalı ki İsa gibi birini doğursun” diyor. Bu, erkekler için de geçerli. Yani her insan öyle bir verim, öyle bir meyve vermeli ki; o meyvesi, İsa gibi faydalı, güzel, harika, mucizevi olsun. Hayatın nihai amacı budur. Bu yüzden, çocuk doğurmak demek değildir. Çocuk doğurursun; kafir olur, günahkâr olur, fasık olur, o meyve olmuş olmaz. Yani hayatımızda mutlaka bir İsa doğurmalıyız. Bu, bir kitap yazmak olur, bir sanat olur, bir hizmet olur, insan yetiştirmek olur. Veya başka bir yerde, bir kilit noktayı çözmek olur.

İnsanlar içinde, kadınlar kısmında en verimli insan Hz. Meryem sayılır ve en güzel meyve de Hz. İsa sayılmış. Hz. Peygamber’e de Kur’an şu manada işaret ediyor Meryem suresi (19. sure) ayet 26-36’da; O da aynı Meryem gibi kalbinden Kur’an’ı doğurdu, meyve verdi. Hz. Peygamber hiç bir iş yapmamış olsaydı dahi Kur’an’ı doğurması, meyve vermesi bizim için yeterlidir. Ve o da Hz. Meryem gibi iftiraya uğradı. Bu da biyolojinin bir şeyidir; babasız doğurmak. Kur’an’ın da babası yok, o bilgiler sadece Allah’tan geldi, Peygamber’in kalbine geldi ve doğurdu; Arapça’ya çevirdi onu bize. Nasıl Hz. İsa’nın babası yok, baba olarak Allah’tan geldi ama Hz. Meryem’in rahminde büyüdü; onun gibi biz de dinden, Kur’an’dan Allah’tan bazı çekirdek bilgileri alacağız, hayatımızda onları geliştireceğiz, bir İsa olarak doğuracağız. Ve bunu yapabilmek için de en son prensibimiz; enerjimizi israf etmeyeceğiz. Hayatta israf yok, dedik ya ekonomik davranır; ayrıca enerji israfı da yok. Ruh hastaları niye iş üretemiyorlar; çok güçlüdürler ruh hastaları, birimizi tutup yere atabilirler ama bir şey üretemiyorlar. Çünkü vücutlarındaki, beyinlerindeki enerji sürekli israf oluyor. Biz de eğer günümüzde, saatimizde, ayımızda, senemizde, iş hayatımızda, okul hayatımızda, ev hayatımızda, enerjimizi israf ediyorsak, vaktimizi boş geçiriyorsak bilin ki İsa’ları doğuramayacağız. Ama herkes kendi çapında bir Kur’an doğurmalı, bir hayırlı iş yapmalı, iyi bir meyve vermeli ve o zaman gelin mutluluğu ben size tarif edeyim; nasılmış mutluluk. Yazarlar kitap yazarken; çocuğum oldu diyorlar, yani o kadar mutluluk veriyor. İnsan bir ürün ortaya koyduğu zaman; bir ressam bir tablo yaptığı zaman çocuk doğurmuş kadar mutlu oluyor. Meyve mutlaka lazım. Ve bütün sıkıntılar sorunlar meyve vermemekten, kör düğüm olmaktan kaynaklanıyor. İşte kör düğüm olmamaya çalışacağız. Birbirimize dua edelim, Cenab-ı Hak bizi canlı, verimli, hayırlı meyveler verdiren bir nesil yapsın.

Son olarak bir prensibimizi bir daha hatırlatalım; hayat, birliktir, birbirimizle irtibatımızı devam ettirelim. Ama sırf bu prensipler için, başka dünyevî, siyasî bir amaç için değil. Sırf bu ilâhi prensipler için, irtibatımıza devam edelim, yardımlaşalım, birbirimize dua edelim, Cenab-ı Hak hepimizi bu çirkef, bataklık asırda korusun, çürütmesin ebedî bir hayat nasip etsin. Amin

Bahaeddin Sağlam

Hiç yorum yok: