16 Ocak 2008 Çarşamba

KEHF SURESİ

“ Kur’an ve Kur’an kıssaları, sadece bir zamana bakmazlar.
Zamanlarüstü ve evrenseldirler. Ayrıca geçmişten ve târihî
olaylardan ziyade geleceği anlatırlar ve müminler
için bir gelecek inşa ederler. İşte bu büyük hakikatin
üç büyük delili:

2.000 mucizeleriyle Yûsuf, Kehf ve Lokman Sûreleri: ”












“ Kemalât, Sonsuz Bilinç, Ebedîlik, Ashâb-ı Kehf, Âdem, Mûsa, Mehdi, Deccal, Hızır, Zü’l-Karneyn, Ye’cüc-Me’cüc, yasa ve devlet gibi onlarca kavramın gerçeği ve görünen gerçeklikleri... ”


















بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِ

KEHF SÛRESİ

( Mekke’de Nâzil olmuştur. )

18. SÛRE, 110 ÂYET


BİR GİRİŞ

1.400 yıllık tefsir geleneğinin en tartışmasız ve geçerli kuralı, Kur’anın nazmı, dizilişi ve sûrenin mana bütünlüğüdür. İşte eğer bir sûrede gerçek bir şekilde ana konunun bütünlüğü bilinse ve dizilen değişik âyetlerin, cümlelerin, kelimelerin o ana konu ile bağlantısı görünse, net bir şekilde Kur’anın mucize olduğu, sonsuz bir ilimden gelen vahiy olarak ortada bulunduğu anlaşılır. Ayrıca bu bütünlük Kur’anın mana katmanları içine hurâfelerin girmesini de önler. Âdeta mucizelik parıltıları, o şüpheli ve vesvese veren, şüphe üreten fuzûlî hurâfeleri kovar. Vahiy gerçeği, semâvî, arı ve duru olarak görünür.

İşte bu sûrenin de ana konusu; fizik-metafizik, bireysel ve sosyal ve daha onlarca bilinç ve evrensel şuûru işlemek olduğu açıkça gözüküyor. Onun için sûrenin tefsirine girmeden önce Bilinç hakkında kısa bir giriş yazmamız gerekiyor; şöyle ki:

Sûre, “ El-hamdulillah ” kelimesiyle başlar, vahyi ve vahyin işleviyle ilgili tesirini anlatarak devam eder. Ayrıca başta Fâtihâ sûresi olmak üzere dört sûre daha “ El-hamdülillah ” ile başlar.

Fakat arada yani bizim ile Kur’an arasında uzun bir zaman geçtiğinden ve epey zamandır Kur’anın dizilişine dikkat edilmediğinden, biz o günkü dili tam bilmiyoruz. İşte bu günkü ifade ile “ kemalât, mükemmellikler, güzellikler, nimetler ve bilinçli şuûr kavramları ” o gün Asr-ı Saadette “ El-hamdülillah ” ile ifade edilirdi. Yani ne varlığın tümünde, ne yaradılışta, ne dünya hayatında, ne ikinci yaradılışta, ne de âhiret hayatında asla bir kusur, bir çirkinlik, bir yanlışlık, bir bilinçsizlik yoktur. Her şey çok güzel ve çok mükemmeldir... Eğer insanoğlu acele etmeyip sabretse, filmin sonunu bekleyebilse...

Fâtihâ sûresi, Kur’anın geneline, varlığın tümüne bakar. “ El-hamdülillah ” ile başlayan En’am sûresi ise, 1. yaradılışa bakar. Bu Kehf sûresi ise 1. yaradılış sonucu olan dünya hayatına ve mâhiyetine bakar. Sebe sûresi, 2. dirilişe, Fâtır sûresi de, Âhiret hayatına bakar. Veya Fâtır sûresi, 2. dirilişe, Sebe sûresi ise Âhirete bakar.

Başta Bediüzzaman ve diğer bir çok büyük müfessir, bu sûre dizaynını ve başlarındaki El-hamdülillah olan bu kelimenin seçilmesinin hikmetini dile getirmişlerdir.

Şimdi sadede geçiyoruz:

Evet, Varlık ister monistik olarak, ister diyalektik olarak; alâküllihâl tartışmasız bir büyük nimettir. Niye var, diye sorguya çekilmez. Ayrıca eğer, vahiy gerçeği o bedenin rûhu, şuûru, bilinci, yazılımı olsa; artık o varlıktan daha büyük ve sonsuz bir saadet tahayyül edilemez. İnsanoğlu bu ruh ile, bütün geçmiş ve geleceğiyle kâinata ve bilinç cennetlerine sahip olur.

Ve ince bir işâret olarak sûre, nicelik yönüyle dahi bu sonsuz ve derin bilince işaret eder. Çünkü tasavvûfî literatürlerden anlaşıldığı gibi, 8, 18 ve 28 sayıları, velâyete, metafizik ve çağlarüstü bilince bakar.

Sûrenin ismi ise “ Kehf ” tir. Bu kelimenin sayısal değeri 105’ tir. Sûre ise kelimeleriyle 110 âyettir. Kehf, derin, gizli mağaramsı bilinç dehlizleri demektir. Sûre bu boyutuyla diyor ki; dünyadaki lafzî ve açık bilinç, gizli ve metafizik bilince göre ancak % 5’ tir.

Dünyevî zâhirî bilinç dahi, en az ihtimal ile yine yarısı gizli ve metafizik bilinçtir. Bu niceliksel ve sayısal nükteyi, 0-1 sistemine veya 10’luk sisteme göre, söylüyoruz. Halbuki, farklı sibernetik etkileşim sistemleriyle bakılsa, daha binler, belki milyonlar bilinç boyutları gözükecektir.

Bilinç, Türkçe’de bilginin mübalağa şeklidir. Arapça’sı, şuûrdur. Şuûr, etimolojik olarak kıl gibi ufak belirtiyi dahi algılayan, onu sisteme bağlayan, onu var kabul eden bilgi şeklidir. Arapça’daki “ ilim ” ise alem ( bayrak ) gibi açık ve tartışmasız bilgiler için kullanılır. “ Hubr ” ve “ Haber ” kelimeleri ise, ustalık tarzındaki aktif ve fiilî bilgiye denir.

Bu sûre 1100 kelimesiyle bilincin binler yönüne baktığı gibi; ana konuları ile dahi binler yasayı, sosyal prensibi ve bilinç seviyelerini nazara vererek, âdeta kâinata, varlığa, olaylara şeffaf bir elbise giydirir. Onların altındaki mana ve ilim katmanlarını insana hediye eder; onu yanılmalardan, yanıltmalardan kurtarır.

Hatta sahih hadiste var ki “ Kim Cuma günleri bu sûreyi okursa; Deccal fitnesinden kurtulur. ” Yani dünya hayatının özünü, mâhiyetini anlar, aldatmalardan kurtulur. Cuma günü ise, dünya hayatının, sosyal aktivitelerinin en yoğun olduğu gün demektir. Deccal, insanları, dünya hayatı ile, sosyal bağlarla kandırır, onlara cenneti vaad ederken, cehenneme sebep olur. İşte eğer bu sûrenin bilinci insanda oluşursa, en kritik günlerde dahi deccallıklardan kurtulur.

Ve sûrede geçen “ Hızır ”, “ Zü’l-Karneyn ”, “ Mûsa ”, “ Âdem ” gibi kahramanlar da, sosyal küllî ( evrensel ) birer yasa ve kanundurlar. Açıkça ve çağlarüstünde sonsuz sosyal; fizik ve metafizik âlemlerle ilgili bilinçli yasaları anlatır, bildirir, insanı onlarla gerçek insan yapar, ebediyete ve Hızır gibi ölümsüzlüğe mazhar eder.

Başta Jung olmak üzere; bir çok sûfi ve psikolog, Hızır hakikatini dile getiren bu sûrenin sonsuz ebedî bir bilinci temsil ettiğini söylemişlerdir. Hatta halk arasında yeryüzünün dağlarının, nehirlerinin, ekolojik dengesinin bu bilinç ile yapıldığını işittiğimde, bunun efsane olduğunu sanmıştım. Fakat sonra coğrafya ve ekoloji ile ilgili yüze yakın belgeseli seyredince o meselenin gerçek olduğunu, gözümle gördüm. O avamî anlatımın bu gibi sonsuz bilinci ifade için yetersiz olduğunu anladım.

Zü’l-Karneyn’in de, madde ile manayı, Doğu ile Batı’yı, dünya ile âhireti, siyaset ile dini birleştiren sonsuz bir sosyal yasa ve bilinç olduğunu anladım. Ve tarihte, değil sadece bir kere, belki binler kere gerçekleştiğini bildim. Küllî, evrensel ve bugünde dahi geçerli olan büyük bir kurtarıcı kavram olduğunu gördüm. Zaten, Zü’l-Karneyn kelimesi, iki boynuz, iki kuvvet, iki taraf sahibi peygamber gibi zât ve bilinç ve benlik olduğu açıktır.

İşte böyle evrensel, ilmî ve sonsuz derecede güzel ve güçlü olan bir gerçeği anlamayıp hayâlî, ve sünnetullaha aykırı ve zorlama bir şekilde onu dünyadan alıp, sonsuz denilecek kadar bizden uzak olan uzayda olduğunu söylemek, varlığı, ontolojiyi, sosyal hayatı bilmemektir. Binlerce veli ve âlim müfessirin görüşünü hiçe saymaktır.

Mesela, anlatıldığı kadarıyla, tahayyül edilen o uzay bölgeleri, bizden, 4000 ile 50000 ışık yılı uzaklıkta... Zü’l-Karneyn’i 8000 sene önce yaşayan “ Uhnuh ” ile karıştırmak; bir manasıyla 2500 sene önce, diğer manası ile 4500 sene önce yaşayan “ Zü’l-Karneyn ” gerçeğini, hayattan, tarihten koparmak; konuyu magazinleştirmek; ilme vurulmuş çok câhilce ve bilinçsizce bir darbedir. Zü’l-Karneyn’in tokmağını hak ettirir.

Evet, insanoğlu bugün başarılı bir şekilde genetik yapının tahlilini yapar gibi, 8000 sene önce yıldızlararası mânevî etkileşimleri ve bilgileri biliyordu. İslam literatüründe “ Ehnuh ” ( Nûh’un kardeşi ) denilen bu Zât’a “ İdris ” denilir. Tevrat’ta Uhnuh denilir. Yunan ve Mısırlılar ona “ Hermes ” derler. Fakat bu gerçek, yani bu mânevî ilim, göğe kaldırılmıştır. ( Yani insanlar arasından çekilip metafiziğe kaldırılmıştır. ) Zaten İdris, Arapça, çokça derin âlim demektir. Bir de Şit ( Şiz, Şaz ) var. Olağanüstü yeteneklere sahip veli bir nesil demektir. İdris’in âlim bir nesil demek olduğu gibi...

Evet, Kur’anda ( 4, 163; 42, 15 ) kat’iyyen sâbittir ki; din manasındaki vahiy, Nuh ile başlamıştır. Ve bu vahiy İbrahim ile zirveye ulaşmıştır. Nuh’tan önce başta Sümerler olmak üzere biri bilimsel, diğeri de mânevî yeteneklere sahip iki çeşit insan yeryüzünde yaşamıştır. Ki bunlardan birisine İdris ( Eh Nuh ), diğerine Şit ( Harikalar Adamı ) denilmiştir. ( Bu konunun izahı için Mircea Eliade’nin “ Mitlerin Özellikleri ” adlı kitabına bakınız. ) Evet, bilim ve velâyet, dinin ( Nûh’un, İslâm’ın ) iki kardeşidirler. Belki de amcası veya dedesidirler.

Fakat bu Kehf sûresi, tam ve evrensel ve diyalektik sürece uygun olarak dünya hayatındaki bilinci anlattığından; bu sûrede “ İdris ”, “ Şit ”, “ Nuh ” geçmiyor. Muhammed, Âdem, Mûsa, Hızır, Ashâb-ı Kehf ve Zü’l-Karneyn geçiyor.

“ Muhammed ”, tam ve eksiksiz denge ve bilinç misâli...

“ Âdem ”, insanlığın, dil, din ve kültürel bütün boyutları ve bilinç katmanları...

“ Hızır ”, açık ve kapalı bütün bilinç çeşitleri...

“ Ashâb-ı Kehf ” ise gizli bilinç ve bilinçaltı gerçekleri...

“ Zü’l-Karneyn ”, sosyal bilincin bütün versiyonları demektir... Onun diyalektiği ise, vahşet ve medeniyet, inanç ve küfür, zulüm ve adâlet şeklinde tecelli etmiştir.

“ Mûsa ” ise; yasa, şeriat, mahkeme, ve dünya hayatının görünen gerçekleri ve kutsal yasası... Ki sûrede onun iki temel özelliğine işaret edilmiştir:

a) İsyan etmemek,

b) Sabredebilmek.
Gerçekten bu iki değer ile yasa, gerçekten yasa olur. Hızır’ı geçer. Fakat eğer sabretmeyip isyan olursa, Hızır ( olağanüstü emir ve bilinç ) devreye girer. Ondan önce gelir.

Dünya hayatı, sûrenin genelinde su ve toprak ile ifade edilmiştir. Metafizik âlem “ Kaya ” ile ifade edilmiştir. Yani eğer insanoğlu dünyayı işletebilirse metafizik âlemden daha çok gelir elde eder. Fakat dünya geçicidir. Kaya ise ebedîliği ve değişmezliği temsil eder. Dünya hayatı ve üst bilinç zâhiren üstün de görünse, asıl güç ve asıl varlık bilinçaltında ve bilinç mağaralarında saklıdır. Onun için balık gibi ilkel türler, Mûsa ve Mûsa’yı uygulamaya koyan Yuşâ’dan daha bilinçli; Ashâb-ı Kehf’in uyku halleri, uyanıklık hallerinden daha güçlü gözüküyor.

İnsanda dahi, bilinçaltı veya bilinçdışına göre üst kortex oranı en iyi ihtimalle onda birdir. Sûre bu dizaynı ile “ Sakın dünyanın zâhiri ve dışı, sizi kandırmasın! Dengeden saptırmasın! Bölücü ve bilinci tahrip eden şirke sokmasın! ”

Dünya diğer dört hayat safhalarını da kurtaran, kazandıran, kısa fakat çok değerli bir imtihan meydanıdır. Bilincimiz yetmese de, bu gibi sûrelerin anlattığı derin dehlizlere girelim, çürümekten, dağılmaktan, bilincimizin yitirilmesinden kurtulalım.

Sakın “ Bu sûrenin anlattığı şeylerin rengi yeşildir, biz ise yeşili sevmiyoruz ” demeyin! Yeşil renk, evrensel ve ekolojik dilde, mutluluk, bilinç, nimet, gıda, ve ebedîlik sembolüdür. Bu yeşil, plastik yeşiller gibi bir yeşil değildir. Bildiğiniz renkler değildir. Mavi ile yeşilin ( bilinç ile hayatın ) bir karışımıdır. Medeniyetin, varlığın, ebediyetin bir ifadesidir.

İşte Besmele ve Besmele’nin anlattığı sonsuz bilinç ile sûreye geçiyoruz.

Besmele için 14. Lem’anın 2. Makàmı’na bakınız.


SÛRELER ARASI BİR İNCELİK

Bütün müfessirler, sûre için konu bütünlüğü ve nazm-ı maânînin bulunduğu meselesinde müttefiktirler. Bazıları ise bu gibi bağlantıları ve bilinç örgüsünü sûreler arasındaki ilişkilere kadar götürür. İşte eğer böyle bir münasebet varsa —ki genelde çok açık olarak gözükür— 17. sûrenin, evrensel miraçtan, 18. sûrenin, bu miracın tamamlanmasından sonra algılanabilen evrensel manalar ve bilinçten, 19. sûrenin ise, bu iki adımdan sonra anlaşılan, algılanan evrensel vahiy bilincinin bütün boyutlarından söz ettiği anlaşılıyor.


( Âyet; 1 )

“ Bütün kemalât, güzellikler, nimetler, bilinçli ve kusursuz işler, O Sonsuz Allah’ındır. Ki, başta dindâr insanlar olmak üzere varlıkları kendine kul yaparak, kâinata düzen vermiş, o düzeni, vahiy yazılımı ve yasaları ile —seviyelerine inerek— teyid ediyor. O yazılım ve yasalarda asla bir eksiklik ve eğrilik yapmıyor. ”

Sûre manası ve vahiy gerçeği zamanlarüstü olduğundan geçmiş kip ile ifade dilmiştir. Fakat Türkçe’de bu mana, geniş zaman ile ifade edilir.


Âyetin Kelimeleri:

“ Hamd ” : Mükemmellikler, sonsuz derecedeki nimetler ve bu sayede gerçekleşen övgüler...

“ Lillah ” : Allah için. Yani varlıkta, için’lik, gaye ve amaç var. Varlık, absürt ve anlamsız ve amaçsız değildir.

“ Allah ” : Sonsuz ve Gerçek Varlık ve Bilinç; Uyulmaya, İbâdete Tek Müstehak Hakikat...

“ Ellezî ” : O, Sonsuz Olduğu için bilinmez. Fakat nimet ve vahiy indirmek gibi nokta tecellilerle bilinen Gerçek Kişilik ve Benlik…

Arapça’da bu kelime, belirgin kişilik ve benlik demektir.

“ Enzele ” : İndirmiş, indiriyor. Yani Allah, Sonsuz ve Soyut Bilinç Olduğundan görünmez. Fakat tenezzül edip seviyemize iniyor, bize başta vahiy gerçekleri olmak üzere nimetler veriyor.

“ Kuluna ” : Yani başta insan olmak üzere kâinat, O Sonsuz Bilinç’e tâbidir. Onunla vardır.

Eğer Allah ile kullar arasındaki münasebet, Hıristiyanlıkta, “ Baba-Oğul ” ve tasavvufta “ Dostlar ” şeklindedir denilse, cevaben deriz ki: “ Hıristiyanlık ve tasavvuf, ruhanîliktir. Onlarda bu gibi münâsebetler olabilir. Fakat İslam ve şeriat, dengedir. Madde-mana bütünlüğüdür. Bu, Rubûbiyetin gereğidir. Onun için İslam’da en yüksek makam, tevhidi bilmek, sonsuz düzene entegre olmak demek olan ibadettir. Varlıktan, sistemden tam istifade etmektir. Ve —hâşâ!— bazılarının sandığı gibi ubûdiyet ve kulluk aşağılanma, benliğini hiçe indirme değildir. O sadece sonsuz bir entegrasyondur. Ve tâbi olmaktır. Ki, etimolojik olarak ibâdet o manaya gelir. ”

“ Kitap ” : Yazılım, yasa, kutsal değer, kültür, doğal yasalar...

“ Ve ona bir eğrilik vermedi ” : Yani kâinat, diyalektik süreç içinde gelişmeye göre yaratıldığı ve bunun sonucu kâinatta, maddiyâtta doğru ile yanlış kardeş oldukları halde, bu vahiyler ve evrensel yasalar, tamamıyla doğal ve bir derece sonsuz olduklarından; insanın kısa bilincine göre yapılan yasalar ve tüzükler gibi eksiklikleri içermezler.

( Âyet; 2 )

“ O kitap, yasa, yazılım, tam değerli ve doğrudurlar. ” Peki böyle sonsuz bir güzelin, diyalektik bir dünyada ne işi var, dense cevap şudur: “ Bu dünyada yaşayan insanlar, kendilerini fizik-metafizik dengesine ve diyalektiğine göre ayarlamadıkları için; Allah, Kendi metafizik âleminden şiddetli bir çarpışmanın geleceğiyle onları uyarsın, iman ile bilinenleri de, onlara çok güzel bir ücret var; diye müjdelesin. ”




Âyetin Kelimeleri:

“ Kayyim ” : Değerli, düzgün. ( Demek, kaos ve absürtlük, varlıkta yok. Düzen ve değer var. Bu düzen ve manaların gerçekleşmesi için de:

a) Nimet ve şiddetin,

b) Uyarı ve müjdenin, çarpışması gerekir.

Âyette, bir tarafta müminleri ve müjdeyi zikredip, diğer tarafta sadece uyarı kelimesini anlatıp, kâfirlerden ve absürtlerden söz etmemesi onların sistemden ve bilinç mekanizmasından eleneceklerine ve görünmeyeceklerine işârettir.

Ayrıca müminlerin iç dinamiklerini çalıştıracaklarına, ve kâfirler olmasa da iman ve amel arasındaki diyalektiği yaşayıp sisteme devam edebileceklerine işarettir.

İman ( soyut ); amel ( somut ); yani yine denge, yine diyalektik olmalı ki, düzen ve bilinç sistemi arıza vermesin!

“ Sâlihât ” : Faydalı şeyler, işler... Evet, istatistik ilmi ile sabittir ki, her şeyde binlerce fayda ve yarar var. ( Demek kaos ve anlamsızlık yok. )

“ Enne ” : Gerçekten... Yani varlık her tarafıyla, her olayıyla gerçektir. Ve gerçek olduğu gözüküyor. ( Bu sûre içinde göreceğimiz gibi. )

“ Lehüm ” : Onlar için... Demek hedef ve gaye ve bilinçli bir eylem var. Demek kaos ve absürtlük yok. Demek dünya güzeldir.

“ Ecir ” : Ücret, yine aynı gerçekleri bildiriyor. Boş iş yok, bedava ve angarya yok.

“ Hasenen ” : Çok güzel bir ücret...


Son Bir Not:

Sonsuz eşya içinde, sonsuz olaylar arasında tek bir güzel şey veya güzel bir olay varsa, bütünün güzelliğini garantiler. Ve bize şöyle dedirtir:

“ Madem sonsuz güzeller ve güzellikler var, benim gibi bencil birisinin avucuna geçmese de olur. Çünkü bu güzeller ve bilinçli işler, sonsuz bir varlığı anlamsızlık cehenneminden kurtarıyor. Demek yaşasın kâinat! Yaşasın sonsuzluk! Demek sınırlılık ve sinirlilik, şimdilik geri çekilsin! ”

( Âyet; 3 )

“ Onlar orada, o nimetin içinde hep kalacaklar, ve sonsuza dek istifâde edecekler. ”

Acaba bu müjdeden daha güzel ve açık bir gerçek var mı ki? Bu konuda bir kitap bile yazılsa yine yetmez.

Eskiden insanlar, hatta veliler dahi, yokluktan çokça korkmuşlar. Fakat bu katı asırda dahi, sonsuz güzellikler, ve sonsuz bir bilinç keşfedildiğinden ve “ Bir şey varsa, o yok olmaz, artık ebedîdir ” gerçeği fizik olarak da anlaşıldığından, bizim nesil bu âyetin müjdesini daha iyi anlayacaktır, inşâallah!..

( Âyet; 4 )

“ Ve bu güzel ve değerli ve doğru vahiy ve kitabın bir görevi de; inançlı olup da, evrensel bilinci, güzelliği bilmeyip, maddenin 4 köşeliliği gibi, dar noktalarda boğulan; Allah’ı maddî bir kaynak ve diğer varlıkları ondan doğmuş yumurtalar olarak gören müşrikler ile kendi dinlerini onlara uyarlamaya çalışan bir kısım Hıristiyanları, yani ‘ Allah, evlat edinmiştir ’ diyenleri uyarmaktır ki; Sonsuz Bilinç ve Birlik Güzellikleri bölünmesin; kâinat zâhiren de olsa kaos olarak görünmesin. ”

[ Yani sistem sonsuzdur, ve yazılımdır, ve tecellîdir. ( Kopyalanmadır. ) Mekanik ve maddî değildir ki, doğurma olsun; sistemin sonsuzluğu kaybolsun, evrensel bilincin güzellikleri örtünsün. ]

( Âyet; 5 )

“ Bu bölücülük ve materyalize olayında ne onlar ne de babaları asla evrensel bir bilgiye sahip değiller! Suçu büyük, fakat sadece lafla söyledikleri kuru bir sözdür. Bu sözün varlıkta, sistemde bir karşılığı yoktur. O ancak yalancı bir çek gibidir. ”

Bu 5. ayette, ilim, ilimsizlik, genetik bilimi, sözel propagandadaki yüzeysel biliş, insanın genel bilinci ile, sathî konuşmaları gibi bilinçli diyalektik yapıya işaretler var. Açık olduğu için kelime kelime yazmaya gerek yoktur.

( Âyet; 6 )

“ İşte, ey Muhammed, Senin de beşer olarak nefsin ( bilincin ) sınırlı olduğundan; ve böyle lokal yanlışlardan; ve senin bu sonsuz bilinç gerçeklerini anlatan mesajlarına inanmadıklarından nerede ise kendini, ( nefsini ) üzüntüden dolayı öldüreceksin! ”

Âyetin tam lafzî meâli şöyledir: “ Onlar, bu yeni ve bilinçli mesaja inanmamakla, bir yığın yanlış işler ve eserler ortaya koydular. Sen, ey Muhammed, nerede ise, kanınla o yanlışları örtmek için kendini helak edeceksin. ”

[ Evet, insan bir nefis olarak, bir beşer olarak sonsuzluğu tam algılayamayabilir. Ve eğer vahiy gibi bir açılımla o sonsuzluk nimetinin tadına varılırsa, gerçekten o nimete eremeyen diğer hemcinslerine çokça üzülür. Fakat eğer sistemin yapısını bilirse; inanmak kadar, inanmamanın da bir gerçek olduğu anlaşılırsa o zaman yine sonsuzluğun o güzelliği görünür, üzüntüler geçer. İşte dünya yaşamının gerçek mahiyeti! ]

( Âyet; 7 )

“ Biz yeryüzü üstündeki şeyleri dünyaya bir süs, bir yaşam güzelliği yapmışız ki, görelim kimin daha güzel işler yaptığını... ”

“ Zînet ” kelimesinin sayısal değeri 72’ dir. “ Onun için ” manasına gelen “ Lehâ ” kelimesinin değeri 36’ dır. “ Bilinçli bir kasıt ile secde ediyorlar, düzeni sağlıyorlar ” manasına gelen “ Yescüdû ” kelimesinin değeri 84’ tür.

Gelenekler özellikle Hind geleneği ile ilgilenen herkes bilir ki, yeryüzünün bu yaşam bilinci, değişik periyotlarla 84’ lü aktivitelerle kurulur. Ve her 36 veya 72 yıllık dönemlerde o bilinç ve süs bir kıyâmet geçirir.

Kur’anda dahi 36. sûre olan Yasin sûresinin genel manası ve sayısal değeri 72 eden “ Yâsin ” kelimesi de, bu manevi ve çağlarüstü İlâhî Bilince ve bu bilincin kendini yenilemesine işaret eder, diyebiliriz.

Bu sûrenin numarasının yansıması ve metafizik boyutu dahi bir yarım kıyâmete işâret eder, diyebiliriz.

Evet, binlerce sosyal bilinç, Ye’cüc-Me’cüc kaoslarıyla bozulduğu halde, Zü’l-Karneynlerle yine yeniden onarılmıştır.

[ Yani asıl güzellik, asıl varlık, gaybda, geçmiş ve gelecekte ve enfüstedir. Dünyanın dışındaki canlılık güzellikleri bir diyalektik süreçtir, bir gelişme mekanizmasıdır. Geçici bir imtihandır. Sen, ey Muhammed, bu süreçteki olaylara üzülme! ]

[ Evet, bugüne kadar bilimin bütün gelişmeleri ile beraber, kozmosta, diyalektik sürecin, canlılık ve ölümün çatışmasına meydan olan dünyadan başka bir yer, maddî yaşam ve hayat için henüz bulunmuş değildir. İleriki âyetlerde kozmik bilinç ile ilgili açıklamalar gelecek. Fakat şimdilik bu kadar diyebiliriz ki; 100 sene önceye kadar mikro âlemi bilemiyorduk. DNA’yı; sonsuz sibernetik yazılımları, beynin sonsuz bilinç katmanlarını keşfedememiştik. Artık bugün ilmî verilere dayanarak diyebiliriz ki mikro âlemde, anlamsız, absürt, fazla veya yanlış bir şey yoktur.

Ve son 20 senede de ekolojik âlemde; ki, bu yeryüzü süsünün içindeki bilincin bir miktarı göründüğünden “ Orada eksik, yanlış ve anlamsız bir şey yoktur ” denebiliyor. Dünyanın biyolojik hayata beşik olabilmesi için yaklaşık olarak bir milyar şartlar; bir araya gelmiştir, diyebiliriz.

İnşâallah, 20-30 sene sonra, kozmosun da, uzayın da bu şekilde incelikleri bilinir, insanoğlu katı materyalizm bilinçsizliğinden ve absürt felsefenin bulantılarından kurtulur. Fakat bize en yakın yıldız 4.000 sene ışık yılı ötede... Önümüzde epey yol var...

Bazı mutasavvıfların işâretlerine, ve bir kısım âyetlerin işâretlerine dayanılarak denilmiş ki:

“ Arz ve yerden maksat kürelerdir. Hepsinin de süs ve imtihana yönelik görevleri vardır. Yerin zıt kavramı uzay değil de, geçmiş ve gelecek ve diğer âlemlerdeki, mânevi bilinçtir. ”

( Âyet; 8 )

“ Ve Biz kesinlikle yeryüzünün üstünü hiç bir hayâtî asıl ( ve genetik yapı ) içermeyen bir toprak yapacağız. ” ( Tıpkı Mars yüzeyi gibi... )
Âyetin Kelimeleri:

“ Ve Biz ” : Yani Allah, Sonsuz Bir Bilinç ve Realite olmakla beraber, monadlar ( ehadiyet tecellîleri ) olarak bir “ Ben ” dir, sonsuz bir güce sahip bir Kişilik’tir. Ve bilinçli olarak yeryüzünü bu hale getirecektir.

“ Ca’l ” : Kasıtlı, bilinçli ve mânevi ağırlıklı iş yapma demektir.

“ Yeryüzü üstü ” : Yani incecik biyosfer tabakasına aldanmayın. O incecik bir süs ve canlılık ve bilinçtir. Asıl varlık, ve anlaşılmayan bilinç; diğer katmanlarda ve boyutlardadır.

“ Saîden ” : Onu kırmızı bir toprak yapacağız.

“ Cüruzen ” : Hiç bir nebâtî kökü ve genetik yapıyı taşımayan bir toprak... Sûrenin ortalarında kıyâmet ve haşir anlatılırken, yine bu ifade kullanılır. Bu da sistemin değişikliğini ve başka bir varlık boyutunu anlatır ki; ya ölmekle veya sonsuzluğu ve zamansızlığı anlamakla bu gerçeğin nasıl bir bilinç taşıdığını anlayalım. İşte 1. Dersimiz, Ashâb-ı Kehf’i anlamak. Oradan âhiret hayatını öğrenmek:


Âyet 7 ve 8’ in Kelimelerine Başka Bir Açıdan Bakmak:

“ İnnâ ” : “ Biz ” yani benlik, yani bilinç, yani datalardan ziyade, datalar arasında oluşan yazılım ve bilinç...

“ Ca’l ” : Bilinçli ve soyut eylem.

“ Ale’l-Arz ” : Yerüstünde, yani aslında yerin canlılık vermemesi gerekirken âdeta dışarıdan bir bilinç ile yeryüzüne takılan bir süstür, hayat...

“ Zînet ” : Süs... Bu kelime itina ve bilinci çok güzel bir şekilde ifade ediyor.

“ İbtilâ ve imtihan ” : Maksatlı ve yarı kapalı bir bilinçli işlem. Zaten bu kapalılıktandır ki; bir kısım sırlar daima kalıyor.

“ Eyyühüm ”: “ Hangisi ” soru, bilinç, dikkat, kalite ve görecelilik kavramlarını dile getiren bir soru ve işâret edatı...

“ Ahsenu ” : Daha güzeldir, diye! Demek nisbîlik ve kalite ve mertebeler oluşturmak, güzel bir üretim ve sonsuzluk basamağıdır.

“ Amelen ” : İş, ürün, eylem, verim ve bilinçli bir çalışma.

“ Ve innâ ” : Yani nasıl bilincimiz yeryüzünü bir milyar senede bu hale getirmiş; yine aynı şekilde o bilinç ve istek onu çırılçıplak edecek...

“ Saîden cüruza ” : Yani yeryüzü bu gidişle cansız, verimsiz, maddî bir şey, bir kalkınmışlık olacak. Mânevi bir kıyamet kopacak. Sonra DNA’sız bir toprak haline gelecek.

“ Cüruz ” : İçinde asla canlı taşımayan toprak demektir. Mars gezegeni gibi...
Mars, manyetik yapısını yitirdiğinden üstündeki canlılık bittiği gibi, dünya da —ilim adamlarının tahminine göre— 100 yıl veya en iyi ihtimalle 1000 yıl sonra bu özelliğini yitirecek, yeryüzünde radyasyondan dolayı hayat bitecektir. Artık başka bir boyutta veya başka bir gezegende bu sır devam edecektir.

( Âyet; 9 )

“ Acaba dünyadaki bu dokuzlu canlılık dönemlerini bildiğin halde, mağaranın ve yazılı kitâbenin ehlini mi acayip sandın!? ”

[ Evet, gerçekten insanoğlu, biyolojik, sosyolojik hayat katmanlarındaki sonsuz bilinç, yazılım ve irâdeyi gördükten sonra, metafizik bir istisna, acayip görmemeli. Çünkü yasal ve sonsuz bilinç, olağanüstü bilinçten daha güçlüdür.

Bu âyet, fizik ve metafizik gerçeklere dikkati çekerek, Allah için, sonsuzluk içinde ikisinin de aynı şey olduğunu söylüyor. Ve dikkati geniş ve yasal mûcizelere çeviriyor. Dolayısıyla bir kısım materyalist Müslümanların, bu sûre metafizik bir şey anlatmıyor, demeleri anlamsızlık ve cehâlettir. Ve bu asırdaki materyalize olmuş, ve hiç bir bilinci görmeyen pozitivizmin semli rüzgarıdır. Diyalektik yapıyı, varlığı, sonsuzluğu bilmemektir. Bilinçli hayat mûcizesi yanında, cansız bir kum yığını gibidir. ]

Âyetin Kelimeleri:

“ Em ” : Acaba... Soru, bilinç, düşünce edatıdır.

“ Hasibte ” : Hesap etmek, sanmak, matematik yazılımlara ve beynin bilinç katmanlarına işarettir.

“ Enne ” : Gerçekten... Yani Ashâb-ı Kehf bir realitedir, olağanüstü bir emir ve yasadır. Sadece bir kereye mahsus olmuş-bitmiş, bireysel bir olay değildir. Onun için bu konuda rivâyetler hem çok, hem çeşitlidirler.

“ Ashâb ” : Arkadaşlar grubu... Bilinçli tercih ve kollektif bilince işarettir.

“ Kehf ” : Mağara, bilinç dehlizi, insanlığın yazıyı bulmadan önceki bilinci, beynin bir milyar yıllık dehlizlerindeki biyolojik bilinç. Olağanüstü maddî yarıklardan âlem-i şehâdete sızan ruhanî bilinç ve bilgi.

“ Rakîm ehli ” : Kitâbe ve sayıların ehli, Bilinç ve tarih ehli... İnsanlığın sosyolojik ve kültürel bilinci, matematiksel ve değişik kombinezonlu bilinç çeşitleri...

Kehf ve Rakîm aynı gerçeğin, aynı olağanüstü durumun adı ve sembolü olabildikleri gibi, insanların ibtidaî ve gelişmiş kültürel iki döneminin ayrı iki ifadesi de olabilirler.

“ Kehf ” : Sembol olarak bütün psikolojik literatürlerde, bilinç ifadesidir. Genel olarak “ yarık ” olarak ifade edilir.

Rakîm ise, rakam ve yazı demektir.

“ Kânu ” : Oldular... Ashâb-ı Kehf’in realite olduklarını ve insanlığın bunu bir realite olarak anlattığını ifade eder.

“ Min âyâtinâ ” : Âyetlerimizden... Yani her şey sonsuz bir bilinç ifade ediyor. Dolayısıyla, olağanüstü bir olayın bilinç ifade etmesine şaşmamak lazım… Yanlış mukayese etmemek gerektir.

“ Aceben ” : “ Acayip, olağanüstü ” demektir. Buradan dikkatleri olağan dünyaya çeviriyor. Âyet numarası ve bu kelimenin sayısal değeri olan 76, Kur’anın bir kısım 19’ lu mûcizeliklerine ve biyolojik bilinçli yapılara bakar.

( Âyet; 10 )

“ Bir vakit, ( zamanüstü de olabilir ) bir grup genç ( grup ve gençlik, gerçekleri, bilinci ve sağlığı ifade eder ) mağaraya, ( sonsuz bilince, maneviyâta, soyut değerlere ) sığındılar. Dediler ki: ‘ Ey bizi zıtlarla geliştiren Rabbimiz, Kendi katından ( metafizik âlemden ) bize bir rahmet ( başarı ve somut netice ) ver! Ve kendimizi doğru ve sağlamca yönetmemizi özellikle bizim için hazırla... ’ ( Önceden tedbir, güzel ve bilinçli bir tercihtir. ) ”

( Âyet; 11 )

“ Biz de uykuyu kulaklarına vurduk. ( Yani onları derin bir uykuya daldırdık. ) Onlar o mağarada ( o bilinç içinde ) sayılı seneler kaldılar. ”

İyi derecede kıraat âlimi olan Abdülbâsıt Abdüssamed âyeti şu şekilde okuyor: “ O Ashâb-ı Kehf, senelerin mağarasında uzun bir dönem kaldılar. ”

Evet, bilinç ifade eden yeryüzü, özellikle zaman katmanları içinde saklı olan bilinçli işler, varlığın ve realitenin güzel ve koruyucu birer mağaralarıdır.

( Âyet; 12 )

“ Sonra onları dirilttik. ( Somut dünyaya geri getirdik. ) Ki hangi grubun onların mağaradaki kalış dönemlerini daha iyi hesap ettiğini bilelim. ( Ortaya çıkaralım. ) ”

İşte burada, özellikle bu son âyette iki gruptan söz ediliyor:

Birisi, niceliksel ve sayısal ve bu olayın târihini olağanüstü bir şaz olay olarak görüyor.

Diğeri, bu gerçeğin metafizik bir yasa olduğunu, sayılar ve senelerle ölçülemeyeceğini ve böyle bir bilincin sonsuz olduğunu; yani işi, gerçeği, niceliksel olarak değil de niteliksel olarak görüyor.

İşte Allah, bu gibi olağanüstü olaylarla bizi şöyle uyarıyor:

“ Varlığa niceliksel olarak bakmayın; nitelik olarak bakın. O zaman dünyanın bütün kozmostan daha güzel olduğunu ve çok güzel anlaşılacağını anlarsınız. ”

Zaten kıssanın ileriki bölümlerinde, Kur’an bizi bunların nicelik olarak, kaç kişi olduklarını, ne kadar mağarada beklediklerini bilmekten men’ ediyor; işi sonsuza, sonsuz bilince bırakmamızı ve bunun bireysel bir olay olmadığını; bir kanun, bir yasa, bir târihî anlayış ve kavrayış olduğunu hatta bizzat Hz. Peygamber’in hayatında aynı olayın bir benzerinin yaşandığını söylüyor; şöyle ki:

( Âyet; 13 )

“ İşte, ey Muhammed! Biz onların haberini ( olayının manasını ) senin hayatın üstüne gerçek bir şekilde uyarlıyoruz. Senin sahâbelerin de, 13 sene Mekke mağarasında ( yüksek vahiy bilinci ile, kendilerini iman-küfür diyalektiği ile yetiştiren Rablerinin sonsuz bilincine ) inanan bir grup gençtirler. Ve onlar bu şekilde imanlarını koruduklarından biz onların hidâyetini, ( başarısını ) hedefe varışlarını fazlasıyla gerçekleştirdik. ”

Âyette geçen “ Nebe’ ” kelimesi, olayın, işin iç yüzü, gerçek manası demektir.

Bir rivâyette, bu Ashâb-ı Kehf Hıristiyanlık târihinde gerçekleşmiş. Başka bir rivâyette Yahudilik târihinde gerçekleşmiştir. İşte 1. ihtimale göre, Hz. Muhammed ve Ashâb’ı Mekke’nin sınırlı ve mahsur hayatında, 13 sene boyunca aynen Hz. İsa gibi yaşadılar, demektir. Ve 2. ihtimale göre; ölmüş-bitmiş ve yanlış anlaşılan, Hz. Musa’nın 1300 senelik ümmeti, İslam’ın 1300 senesiyle dirildi.[1] Sakın sayıların işâretine kanıp niceliksel olarak bakmayın. Nitelikli olarak bakın, demektir. Evet, Mekke’deki 13 sene çok yönlerden 1300 yıllık İslamî saltanattan daha değerlidir, denilebilir.

( Âyet; 14 )

“ Bunun üzerine, Biz onların kalplerine ( bilincine ) takviye kuvvet gönderdik. Bunun neticesinde kıyam ettiler. Bizi geliştiren, sahibimiz O’dur ki, bütün semavâtın ( metafizik âlemlerin ) ve yerin ( fizik dünyanın ) Rabbi’dir ve Sahibi’dir. Biz asla onun dışında ( sınırlı, bilinçsiz ) başka bir şeye tapmayacağız! Gerçekten böyle bir durumda biz, çok yanlış yaparız, bilinçsiz davranmış oluruz, hayat gemimizi karaya vurmuş oluruz. ”

( Şatat kelimesi bu üç manaya gelir. )

( Âyet; 15 )

“ İşte bu kavmimiz ( Mekkeliler ) Allah dışında bir sürü ilahlar edinmişler. ( Sonsuz Tevhid ve Gerçeklik Bilinci’ni, bin parça etmişler. Bunlar çokça zekidirler. ) Neden bu putları için ontolojik ve metafizik bir sultan ( otorite bir delil ) getiremediler. İşte sonsuz sistemi ve bilinci temsil eden Allah’a asılsız yalanları uydurandan daha zâlim ( dengesiz ve bilinçsiz ) kim olabilir?! ”

( Âyet; 16 )

“ İşte, ey Ashâb-ı Kehf veya Ashâb-ı Muhammed! Siz, kavminizi ve onların Allah dışında taptıkları mâbudlarını tamamıyla terk ettiğinizde, mağaraya sığının! Sizi bu şekilde zıtlarla terbiye eden Rabbiniz size, rahmetinden ( rızkından, başarıdan ) size neşredecektir. ( Yayacaktır. ) Durum ve idareniz için de size bir yumuşaklık ve kolaylık sağlayacaktır. ”
Rahmet, o günkü dilde, başarı, beslenme ve sahâbelerin inandığı ilkelerin somutlaşması demektir. Neşir ve yayma, ilmin yayınlanmasına ve onların asıl sermayesine bakar.

Azil ve terk kelimeleri gösteriyor ki, o gün için Mekkelilere bir şey anlatmak artık mümkün değildi. Sahâbeler Habeşistan’a, Hz. İsa mağarasına sığındılar.

( Âyet; 17 )

“ Güneşi görüyorsun, doğduğunda sağdan mağaralarına değmeden geçiyor. Battığında da sol taraftan onları makaslıyor. Onlar ise o mağaranın bir çukuru ve yarığı içindedirler. İşte bu büyük gerçek, Allah’ın âyetlerindendir. Demek, Allah ( Kime Sonsuz Bilinç ve İlmi ) sonsuzluk ve ebedîlik hedefini nasip etse, ancak o kazanır. Ve Allah, kimi de saptırırsa bütün sebepler birleşse de onu bir karara ve hedefe vardıramaz. Onun asla bilgili ve bilinçli bir sahibi ve dostu olmaz. ”

Bu 17. âyet, sınırda duran ve 5-6 yasayı evrensel şekliyle dile getiren gerçekler manzumesidir.

1) Güneş, bilinç ve sembol dilinde, devlet ve saltanat demektir. İşte maneviyâtı, İsevîliği, Mekke yaşamını seçenlere, devlet ancak uzaktan uzağa değebilir. Onların devlet ve siyasetle işleri olmaz.

2) Onlar, şehâdet âleminin ve güneş sisteminin etkin olmadığı ve dolayısıyla çürüme ve bozulmanın olmadığı kuzeye ( soğuğa, değişmezliğe ) yönelik sessiz bir mağara ( bilgi ve bilinç ) içindedirler.

3) Başta bu gençler, yoğun bir bilinçlenmeden sonra, yavaş yavaş devletleşirler. Mesela, İslam önce sağa ve sola açıldı. Sonra kuzeye yöneldi. Büyük bir güneş ( imparatorluk ) oldu. Hıristiyanlık da önce sağa-sola, sonra Roma’ya, kuzeye yöneldi, Bizans İmparatorluğu oldu.

4) Demek gerek dinî, gerek dünyevî, gerek biyolojik, gerek sosyolojik hidâyet ve başarı ve ebedîlik isteyen, sonsuz ve derin bilinç ve vahiylerle yola çıkmalı, bunun dışında asla bir çârenin olmayacağını bilmeli!

5) İlmen tesbit edilmiş ki, bir fizikî mekân dünyanın manyetik dengelerine uygun olarak, kuzeye doğru yapıldığında, biyolojik bedenleri dahi çürümekten korur.

6) Başta Zü’l-Karneyn olmak üzere, bütün siyasî ve dinî hareketler, önce sağa-sola yönelmişler. Sonra kuzeyde karar kılmışlar. Bu gün itibarı ile, kapitalizm ve sosyalizm de böyle gelişti.

( Âyet; 18 )

“ Sen o ashâbı uyanık sanırsın. Halbuki onlar, derin uykudadırlar. Biz onları sağa-sola çevirmekle ( çalıştırmakla ) onları çürümekten koruyoruz. Ayrıca köpekleri ( bedenleri, nefisleri ) kapıda, açıkta, eşikte ellerini uzatmıştır. Maddeten de korunuyorlar. Sen bir beşer olarak onların bilinçlerini görsen, kaçarsın ve için korku ile dolar. ”

Âyet çok açık olduğundan, fazla lafa gerek kalmaz. Fakat yine de bir kaç nükteye bakmakta fayda var:

a) Gerçek bilinç, gaybda, rüyada, uykuda ve metafiziktedir. Öyle ki, uyanıklık hali bu gerçek bilince göre derin bir uyku hali gibi kalır.

b) Ashâb-ı Kehf’in de, Ashâb-ı Muhammed’in de yaptıkları iş; çok korkunç ve sıra dışı idi ki, insanlık onlardan korktu, ders aldı.

c) Asıl varlık, metafizik ve mânevi güç olmakla beraber, zâhiren de olsa, fizikî uyanıklık, sağa-sola koşmak, çevreye göre tavır almak, Rubûbiyetin ve diyalektik yapının bir gereğiydi.[2]

d) Ayrıca eğer bir nefsin de varsa, onun hakkını da veriyorsan bu durum tam anlamı ile İslam demek olmuş olur.[3]

e) Bu 18. âyet, 18 kelimesiyle bu 18. sûreyi öyle güzel ve mûcizeli bir şekilde ifade etmiş ki, sûrenin geri kalan mûcizeliklerini artık yazmasak da olur, dedirtiyor. Fakat nefis, hepsinde —maddeten ve manen— mûcizeleri görmek istiyor. Onun için beraber devam edelim.

( Âyet; 19 )

“ İşte bu denge ve diyalektik yapı ile Biz onları dirilttik. Ki, aralarında soruşsunlar. Onlardan bir sözcü dedi ki, ‘ ( Mağarada ) ne kadar kaldınız? ’ Dediler: ‘ Bir veya yarım gün!.. ’ Halk, ‘ Rabbiniz ( sizi terbiye eden Sahibiniz ) sizin ne kadar kaldığınızı daha iyi biliyor. Birinizi bu gümüşten para varakıyla şehre gönderin. Baksın, hangisinin yemeği daha temizdir, diye! Ondan size bir rızık getirsin, nâzik davransın ve sizi kimseye bildirmesin! ”

Mûcizelerle dolu bu 19. âyetin bütün sırlarını bilmek gerçekten beni aşıyor. Yine de bir kaç nükteye işaret etsek iyi olur:

a) Türkler, İslam ile ebedî hayatın tadına varınca, 19. asra kadar uyudular.

b) Bir açıdan bir gün, ( 1000 sene ) bir açıdan yarım gün ( 500 sene ) uyudular. 19. asra kadar Arap ve İslam bilincini yaşadılar. Paraları, akçe ( gümüş ) idi.

c) Dünya hayatının 1000 sene veya 500 senesi de, sonsuzluk bilinci içinde 1 veya yarım gün gibi gelir.

d) Sahâbe asrından, havârilerin çağlarından, Osmanlı’nın ekonomisinden başka dönemlerde gerçekten helal, temiz rızık çok zor bulunmuş.

e) Demek, Müslümanlar, böyle kritik dönemlerde, helal rızık, nezâket ve dünyaya dalmama ve kimseyi rahatsız etmemek ile yükümlüdürler.
( Âyet; 20 )

“ İşte bu halk, sizin varlığınızın ve halinizin farkına varırlarsa,[4] ya sizi recm ederler. ( Size savaş açarlar. ) Veya sizi kendi milletlerine ( hayat biçimlerine ) döndürürler. Ve böyle bir durumda siz asla iflah olmazsınız. ”

Bu Âyetin 5 Nüktesi:

· Ruhanî ve uhrevî olan Hıristiyanlık ve Ashâb-ı Kehf bilinci 19. ve 20. asırda materyalizm darbesiyle bölündü. Ve asla artık iflah olmadılar.

· Osmanlı 19. ve 20. asırda uyandı. Dirilişe geçti. Fakat Roma’nın devamı olan Avrupa onlara savaş açtı ve onları Avrupa milletine kattı. Artık Türkler asla iflah olmadılar. ( Haydi felaha ) diye ezan okusalar da anlamı olmadı.

· Son cümlenin ( Artık iflah olmayacaksınız ) sayısal değeri 1321 eder. Evet bu tarihte artık Türkler masonların milliyetine geçtiler. Ve 20 sene sonra Osmanlı silindi. 1341 ( 1922 )

· Bir milletin mâbihi’l-bekàsı olan temiz yemek manasına gelen ( taam ) kelimesinin sayısal ve bilinç yönü 120’ dir. İbn-i Haldun’a göre, eğer o millet ve devlet bu kadar seneden sonra kan yenilemeye gitmezse mağlup olur ve başka bir millet tarafından yutulur.

· Âyette geçen millet kelimesi, sürekli yapılan, yaşanılan gelenek demektir. Avrupa dillerinde tradisyon diye ifade edilir. Arapça etimolojik manası, bıktırıcı ve sürekli tekrarlanan âdet demektir. Melûl ( bıkkın ) kelimesi de bu kökten gelir. Demek, dinî ve millî bilinç yasaları bin sene de devam etse, eğer orada yenilenme ve beden değiştirme olmazsa yıkılır. Veya şok geçirir.


Son Bir Hatırlatma

1) Eğer olağanüstü mûcize ve gelenek, propaganda için teşhir edilse, ya yok olmasına veya materyalize edilmesine sebeptir. Bu durum, 19. ve 20. asırlarda dindarların çıkılmaz bir kaderi olmuştur.

2) Sahâbeler, Mekke’yi fethedince veya Hicrî 20. yıldan sonra onların sırrı ifşa oldu. O gün, bu gün o Ashâb-ı Muhammed bilinci, tamamıyla yaşanılmadı. Çünkü yepyeni bir bilinç ve gelenek başladı. Artık İslam tam olarak iflah olmadı. ( Bu konuda çok târihî bilgi var. Onları başka bir kitaba saklayalım! )

( Âyet; 21 )

“ İşte böylelikle bu geçmişteki olağan ve olağanüstü durumları onların farkına vardırdık ki, insanlar, zaferler konusunda Allah’ın vaadinin hak olduğunu bilsinler. Kıyamet ve diriliş konusunda şüphe olmayacağını anlasınlar. ”
“ Bu insanlar, târihe ve târih bilincine saygı duyarak bu Ashâb’ın işini aralarında tartıştılar. Bazıları, ‘ Onlar üstünde, somut bir târihî bilinç eseri olarak bir bina yapın! ’ dediler. ‘ Biz târihi yargılayamayız. Rableri onların iç yüzünü daha iyi bilir ’ dediler. ”

“ Onların işine egemen olanlar, ‘ Onlar üstünde bir mescit edineceğiz ’ dediler. ”

[ Yani toplum ikiye ayrılmıştır. Bir kısmı târihi bilmiyor. İşi bir heykel veya âbide ile bitirmek istiyorlar.

Diğer kısmı ise ecdad-perestlik ile bir nevi tapınmaya devam ediyorlar. İşte 21. yüzyılın bilinç biçimleri! Ve gelecek niceliksel tartışmalar! ]

( Âyet; 22 )

“ İşte her şeyin maddîleştiği,[5] nicelikleştiği bir çağda ( senden çok sonra ) diyeceklerdir ki, ‘ Bunlar üçtür, dördüncüleri köpekleridir. ’ Ve diyecekler ki: ‘ Bunlar beştirler, altıncıları köpekleridir. ’ Gaybı, ( metafiziği ) sonsuzluğu nicelikleştirmekle taşlayarak... Ve genel gelenek, ‘ Onlar yedidirler, sekizincileri köpekleridir ’ diyecektir. ”

[ İslam geleneği 3. ve 5. asra kadar Sahâbenin kültürü devam etti, diyor. Hıristiyan geleneği miladî 7. asra kadar sağlıklı olarak devam etti, diyor. ]

“ Sen de ki: ‘ Rabbim, onların sayılarını ve sonsuzluğu çok daha iyi bilir. Çok az kişi onların gerçek sayısını bilir. Onun için sen ( bir beşer olarak ) böyle gaybî konularda ancak zâhirî bir tartışmaya gir. Ve onlar konusunda kimseden bir şey sorma! ”

[ Çünkü mesele nicelikleşmiş, manasından ve özünden koparılmıştır. Bu meselede artık sonsuzluk, ebedîlik ve sonsuz bilinç manaları kalmamıştır. ]

( Âyet; 23 )

“ Ve vahiy bilgileri sonsuz ve mânevi olduklarından sana ne zaman geleceğini sen sınırlı bilginle bilmeyeceğinden ‘ Yarın bu işi kesinlikle yaparım ’ deme! ”

Bu âyet 23 yıllık vahyi ve sonsuz bilinci gayet açık ve samimi bir şekilde ifade ediyor. Dikkatle okuyun!

( Âyet; 24 )

“ Sürekli olarak Allah’ın sonsuz bilincini ve meşietini dile getir. Unuttuğun zaman seni zıtlarla geliştiren Rabbini an! Ve ‘ Rabbim beni bu niceliksel durumlardan çok daha doğru bir bilgiye ve sonsuz bir anlayışa vardırır ’ de. ”

( Âyet; 25 )

“ Onlar yine niceliksel olarak: ‘ Ashâb-ı Kehf 300 + 9 sene kaldılar ’ diyecekler. ”


( Âyet; 26 )

“ Sen vahiy ve sonsuz bilinç diliyle de ki: ‘ Allah ( Sonsuz Bilgi ve Bilinç Sistemi ve Ehadiyeti ) onların ne kadar kaldıklarını çok daha iyi biliyor. [ Yani onlar o bilinç mağarasında sonsuzdurlar. ] Göklerin ( metafizik âlemlerin ) ve yerin ( fizik dünyanın ) gaybını ( bilinmezlerini ) ancak o bilir. ” ( Çünkü bunlar, sonsuz gerçeklerdir. )

“ O en iyi gören ve en iyi işitendir. ( Yani sonsuzdur. ) İnsanların O Sonsuz Hakk’tan başka asla sahipleri yoktur. Ve O Sonsuz Bilinç ve Hakk, varlığını ve sonsuz bilincini şirk ve bölücülük ve ortak edinmekle bozmaz, egemenliğine zarar getirmez. ”

Son 7 Âyetteki Bir Kısım Kelimelerin Nükteleri

Âyet 20’ deki “ Ew ” ( veya ) kelimesi kendi öz manasına geldiği gibi, Kur’anın diğer yerlerinde görüldüğü üzere “ We ” manasına da gelir. İşte bu ikinci manaya göre şu nükteler anlaşılabilir:

A) Mekkeliler ve Ebû Süfyan, Mekke Ashâbı’nı hem savaşa tuttu, hem eninde-sonunda onları eski âdet ve geleneklerine ( milletlerine ) döndürdüler. İslam târihçileri ve rivâyetçileri bu inceliği açıkça bildiklerinden Fetih Öncesi İslam’ı ile Fetih Sonrası İslam’ı diye iki dönemin arasındaki önemli farka dikkat çekiyorlar.

B) Ebedî bir maneviyât ve ruhanî bir bilinç ile yetişen ilk 300 yıllık Hıristiyanlar, Roma tarafından belki 300.000 kere recm edildiler, parçalandılar. Sonra Roma Devleti, Hıristiyan olunca onları kendi milletlerine kattılar.

C) Bir çağdaş Roma olan Avrupa Sömürgeci Devletleri, önce Osmanlı’yı bombaladılar, ( recm ettiler ) sonra mağlup olan Türkleri Avrupa milletine kattılar. Yaklaşık yüz senedir, Türkiye Avrupa’dan daha çok Avrupalı olmuş. Fakat henüz temiz bir taam ( ekonomi ) bulamadı.

Âyet 21’ deki “ We kezâlike ”( Ve böylece ) kelimesi hem Ashâb-ı Kehf’in dirilişine, hem Mekke’li Sahâbelerin diri ve bilinçli hayatlarına, hem Osmanlı’nın, Arap İslâmı’nın dirilişi olduğuna bakar.

Âyette geçen “ Waâdallah ” ( Allah’ın vaâdi ) hem zaferlere, hem kıyâmetteki diriliş vaâdine bakar. Zaten kıyâmetteki dirilişin bir ismi de “ yewmü’l-fetih ” ( açılış ve diriliş ) günüdür.

Âyet 22’ deki, “ Üçtürler, dördüncüleri köpekleridir ” ifadesinin manası, “ İnsan, enerji, yazılım, irâdeden ibarettir, 4. bir etken ise nefistir ” manasına gelebilir. “ Beştirler, altıncıları köpekleridir ” ifadesi ise “ 5 duyu ve nefis ” manasına gelebilir. Fakat böyle bir söyleyiş gaybî ve sonsuz bilinci ifade etmediği için âyet, hemen bu iki görüşe “ Gaybı taşlama ” dedi. Ama “ Yedidirler, sekizincileri köpekleridir ” ifadesi ise gaybî boyutu içerdiğinden, asıl mana olmasa da dışlanmamıştır. Fakat asıl mana bu da değildir. Yani metafizik ve gaybî işler tek bir şeydirler. O da: SONSUZDURLAR. Onun için değişik söylentiler, bu sonsuzluk manasına aykırı olduklarından âyet o söylenceleri kabul etmiyor.

Ve âyet insanlar içinde sonsuzluğu anlayanlar ve yaşayanlar çok azdırlar, diye “ İllâ kalîl ” ile ifade edilmiştir.

Tartışma manasına gelen “ mira ” kelimesinin etimolojik kökü, şüphe manasına gelir. Çünkü her tartışma bir miktar şüphe içerir. Ve böyle şüpheler sonsuzluk mefhumuna aykırı olduklarından, peygambere bile yasak edilmiştir.

Âyet 24: “ Allah’ın dilemesi müstesna ” cümlesi 23. âyetin devamı iken bu âyete geçmesi 3 ayrı önerme içindir:

1) Evvela, “ Yarın mutlaka bunu yaparım ” şeklinde bir şey söylememek gerek.

2) Çünkü bir şeyi yapmak, ancak sonsuz sistemi bilmek ve ona hâkim olmak ve o sonsuza entegre olmakla olur.

3) Demek, İlâhî meşiet bir partner değil. Asıldır. Asıl faktördür. Ve müstakildir. Onun için müstakil olarak söylenmiştir.

Âyet 25’ teki “ Mağaralarında 300 + 9 yıl kaldılar ” sözü, Allah’ın değildir. “ Onlar böyle söylüyorlar ” şeklinde başta bir “ We kàlû ” mukadderdir. Onun için hemen ardında “ De ki: ‘ Allah, onların ne kadar kaldıklarını çok daha iyi biliyor ’ ” sözü gelmiştir.

Ve bu söz mana olarak diyor ki, metafizik ve ruh ve bilinç ile ilgili işler, zamanüstüdürler, onları sayılarla sınırlandırmamak gerek.

Evet, İslam Târihi 30 sene güzel gitti, Abbâsîler, 300 sene nisbeten aynı şekilde gittiler. Ve Osmanlılar, iki 300 sene bu şekilde gittiler. Fakat bu sayılar, bizim içindir, ve dünyanın güneş ve aya göre olan seneleridir.

Artık onlar, gayba geçtiklerinden, ebedî ve sonsuz ve dünya zamanı ile ölçülemeyecek bir durumdadırlar.

Âyet 26’ nın ifade ettiği gibi “ Onların şimdiki durumunu bilmek, ancak bütün geçmiş ve geleceği, fizik ve metafizik âlemleri bilmekle olur. O da Allah’a mahsustur. ”

Allah’ın bu sonsuz yazılımları bilmesini, işitmesini, görmesini ifade için Arapça’da “ Ebsır bihi ve esmi’ ” ( O, o kadar sonsuz derece görür ve işitir ) şeklinde söylenmiştir. Bu deyimin Arapça’daki adı Taaccüb Fiili’dir. Evet, gerçekten insanoğlu sonsuzluk yanında sadece şaşırır kalır. Ve Kur’anda bu kip sadece Allah için kullanılmıştır.

Âyet 26’ da “ Allah dışında insanlar için asla sahipler olamaz ” ifadesi bize der ki: “ İnsan gibi sonsuz ilişkileri olan bir varlığın sahibi, ancak sonsuz sıfatlara sahip bir güç, bir bilinç olabilir. ”

Ve bu âyette son cümle olarak denilir ki: “ Allah hiç bir kişiyi kendi hükmüne ortak etmez. ” Yani:

a) Ortaklık eşitler arasında olur. Ve hiç bir şey O’na denk değildir.

b) Ve Allah sonsuz sistemi ve bilinci temsil ettiği için bir kişilik olamaz. Fakat sonsuz Ehadiyet tecellîleriyle kişilik alır. Devletin dairelerle, bakanlıklarla hükmî kişilik alması gibi... Demek “ Ehad ” ( bir kişi ) manasına gelen kişilikler, Onun Ehadiyet tecellîlerine asla denk olamazlar, ona ortak olamazlar. Eğer O Sonsuz Ehad’e entegre olurlarsa zaten O’na kul olurlar, ve O Sonsuz Bilince entegre olurlar. Dindarların kişiliği bu şekildedir ki, ebedî bir hayatı hak ederler. Kâfirler ise bu sistemi reddettiklerinden geçici bir kişilik kazanırlar. Sonra silinip giderler. Çünkü sonsuz bilinç ve birlik, bölücülüğe ve şirke yer vermez. Yoksa kendine zıt olur.

( Âyet; 27 )

“ İşte, ey Muhammed! Sen de beşerî kişiliğini tam entegre et. Kâinatı diyalektik ile geliştirip onda sonsuz manalar geliştiren Rabbinin kitâbından ( yazılım ve vahiyden ) sana sessizce açılan bilgilere harfiyyen uy![6] Rabbinin bu yazılım ve yasaları için ( sonsuz oldukları için ) asla değiştirici bir güç olamaz. Ve sen O’nun dışında yaslanacağın bir dayanak da bulamayacaksın! ”

[ “ İşte İsa, Matta, 27. Bab’da anlatıldığı gibi beşeriyetini haça gerdi, ona son verdi. Sonsuzluk semâsına çıktı. ”

“ İşte 27. Ramazan’da sana bu imkânı verdik. Ebedî sonsuz âlemin kapılarını sana açtık. ”

“ Bediüzzaman diğer risâlelerinde Kur’anın mûcizelikleri üstünde çokça durmuştur. Fakat 27. Söz’de, 27. Mektub olan Lahikalar’da, îdamla yargılandığı 27. Lem’ada dâima bu ebedîlik, entegrasyon kapılarını açmaya çalışmış ve bizim için ölüm, îdam, kısa ( fânî ) kişiliğin kaybı, bir bayram günüdür. ‘ Ölüm bizim için nevrûzdur ’ demiş ve Nevrûz günlerinde vefat etmiştir. ” ]

Âyette geçen “ Wetlû ”, tilâvet, harfiyyen, ses tonuna kadar kutsal bir şeye tâbi olmak, onu dile getirmek, demektir.

( Âyet; 28 )

“ Evet, bir beşer olarak insan nefsine ( küçük dosyasına ), böyle harfiyyen başka bir dosyaya ve kişiliğe ve gerçeğe uymak zor gelir. Fakat, ey Muhammed, sen, nefsini sabah-akşam ( karada-denizde, her yerde ve her halde ) Rabbinin vechini ( yüzünü, özünü, bilincini, ebediyetini, ehadiyetini ) dileyerek O’na istekte ve sürekli çağrıda bulunanlarla beraber tut, ve iki gözünü ( maddî-mânevi bütün imkânlarını ) onlardan ayırma! Sakın, dünya ‘ zînetini ’ isteyerek böyle bir yanlış yapma! ”

[ Daha önce geçtiği gibi “ 72 ” eden “ zînet ” kelimesi 72 yıllık insanın şahsî ömrüne bakar. İnsan bunu feda etse de —çünkü kısa ve sınırlıdır— 720 yıllık dönemlere, 72000 yıllık çağlara baktığında, bunlar insanın nefsine sonsuz bir dünya gibi gelebilir, insan ona kanabilir.

İşte madem bunlar sınırlıdır. Sen bunları ebedîlik ve sonsuz varlık demek olan Allah’ın vechi ile değiştirme!

Senin ümmetinin ilk günlerinde ve son günlerinde bu sonsuzluk bilincini anladıkları halde, dünyanın o 72 yıllık dönemlerini tercih ettikleri kişiler gibi olma! ]

“ Evet, sakın bu ( iki ) kişiye itaat etme! Onun kalbini ( sonsuzluğu algılayan derin bilincini ) benim zikrimden ( ebedîlik içeren mesajımızdan ) gâfil kıldığımız ve üst bilinci olan ( rüzgar gibi esintilere göre amel eden ) hevâsına uyan o kişiye uyma! Çünkü bu kişi, geçici bir maksat uğruna, sonsuzluk için verilen bütün enerjisini ve cihazâtını kullandığı için, onun emri, isteği daima aşırılıktır. ” ( Dolayısıyla bilinçsizlik, zulüm ve dengesizliktir. )

[ Evet, o gün için bu âyet Ebû Cehil’e uyar. Ve bugün için 1928’den beri içimize giren Avrupa’nın bozuk Roma hayat anlayışı, bizi böyle yanlışlara dâima zorluyor.

İşte bir sonraki âyet bize çıkış yolunu gösteriyor. Şöyle ki: ]

Böyle dönemlerde, imtihan, kalite ve dinin kutsallığının korunması için, insanlara serbestiyet verilir. ( Sekülerizm )

( Âyet; 29 )

“ Ve vahiy diliyle de ki: ‘ Hak, gerçek ve ebedîlik, sizi sonsuz zıtlarla geliştiren, kalkındıran Rabbinizdendir. ( Asıl haksızlık bu dengeyi ve bu bereketi görüp yaşamamaktır. Asıl ve gerçek olan, tek taraflı ve bereketsiz bir şekilde gitmek değildir. )

Artık her şey açıktır, isteyen, inansın ( ebedî bilinci kazansın ), isteyen inkâr etsin. Çünkü Biz zâlimler ( dengesizler ve bu sayede bilinçli davranışı yitirenler ) için öyle bilinmez bir ateş hazırlamışız ki onun bölümleri ve çeşitleri, o zâlimleri kuşatmıştır. Bu ateşten kurtulmak için yardım isteseler de, maden eriyiği gibi ve yüzleri çirkinleştiren bir su ile onların yardımına gidilir... İşte ne kötü bir içecektir bu! Ve ne kötü bir çevredir bu! ”

Âyet 29’un Kelimeleri

Âyetin başında “ We ” gelmesi gösteriyor ki; bu 29. âyetteki serbestiyet ve kötü hal, âyet 28’de anlatılan o aşırı ve dengesiz dönem içindir.

Âyet vahye atıf yapmakla, kalkınmanın, aydınlanmanın gerçeği, hakikisi ancak vahiy bilgileri ile olur, demiş oluyor.

Hakk ( Gerçek ) kelimesi gösterir ki, o dönemde tek taraflı giden iki hurâfe akım olacak:

a) Biri, inancı esas alacak, Rubûbiyet ve diyalektiğini dışlayacak, insanların küfre girmesine sebep olacak hurâfeci akım...

b) Diğeri, inançsızlığı, tek taraflı materyalizmi esas alacak, diyalektik ve bilinç ve denge iddia ettikleri halde, dengesiz ve zâlim olacak bir maddî akım!

“ İsteyen inansın, isteyen kâfir olsun ” buyruğu gösterir ki, böyle iki tarafı hasta olan bir ortamda ancak sekülerizm çâre olabilir.

“ Biz hazırlamışız, belirsiz bir ateşi... ” :

a) Biz, ( Allah için olduktan sonra, ve sonsuzluğa entegre olmakla, negatif benlik dahi güzel düşer. Yani Allah hazırladığı halde, çevreyi kullandığı için ve o ateş çeşitli ve belirsiz olduğundan bu cümle kipi kullanılmıştır. )

b) Zâlimler ( yani dengesizler ) dengesizlikle —sebep-sonuç ilişkisi gibi— ânî olarak ve hemen o dengesizlik ve bilinçsizlik hapsine düşüverirler. Ve bu negatif durum yani dengesizlik potansiyel olarak her yerde hazır bulunduğundan “ Biz, hazırlamışız ” ( Sistemimiz içinde hazırdır ) denilmiş.

c) Ve dengesizliğin sonsuz biçimleri olduğundan o ateşe “ nâren ” ( belirsiz bir ateş ) denilmiştir.

“ Onun perdeleri, odaları onları kuşatmıştır. ” Yani onlar saraylarda dahi olsalar, bu dengesizlik cehennemine girerler. Ve onlar, genellikle zevk ve sefâ için bu dengesizlik cehennemini tercih ediyorlar.

Gerçekten buna dayanılmaz. Ve bu insanlar medenî olduklarından etraftan yardım dilerler. Yani dengesizlik, ateş, zulüm onların öz varlığı olan bilinçlerini parçalıyor, yakıyor, yokluk veriyor.

Bunlar yardım isteseler de onlara “ Maden eriyiği ve yüzleri çirkinleştiren bir su ile yardım edilir. ”[7]

Yani su ve maden bilinci, ateşten kurtaran iki temel faktördür. Fakat bu iki nimet dahi dengesizlik cehennemine girince öyle kızışıyorlar ki, biri eriyik olur; diğeri içecek olacağına, yakıyor.

Ve bu cümle işâret eder ki, onlar, bolluk ve refah sembolü olan su ve madenler ( bilgi ve sanâyi ) için böyle bir yola girdiler.

Evet! Biz Avrupa’dan yardım isteriz. Onlar bize alkol suyu ile silah mâdenlerini veriyorlar. Ve bizimle alay ediyorlar.

Onun için en kötü içeceği biz içiyoruz. Ve en kötü çevre bizim maddî ve mânevi çevremiz oluyor.

Ashâb-ı Kehf için “ Mirfakan ” ( kolaylaştırıcı ortam ve çevre ) kelimesi kullanılmıştır. Burada ise “ Mürtefeka ” ( zorla elde edilen ve kötü olan çevre ) denilmiştir.

( Âyet; 30 )

“ İşte böyle bir güce karşı, belirgin ( ellezîne ) ve gerçekçi ( inne ) ve inançlı ( sonsuzluğu bilen ) ve yararlı işler yapan bir grup, bu tahribatı onarır.
Çünkü Biz ( Sonsuz Bilinç Sistemi ) güzel ve yapıcı işler yapanların ücretini ( neticelerini ) zâyi etmeyiz. ( Sistem sonsuz ve olumlu olduğundan ve olumlu işler, negatif çukurlara akmadığından o neticeler asla zâyi olmaz. ) ”

[ Âyette “ İşlerini güzelce yapanların ücreti ” ifadesi gösterir ki, bunlar, bilinç ve kalite ve keyfiyet ile işi onarabilirler. Eğer onlar da diğerleri gibi işi niceliğe bindirirlerse artık kıyâmeti bekleyebiliriz. ]

[ İşte bakın Allah, sistemini ne kadar güzel ve kaliteli yapmıştır. Bu gelen âyet Cenneti tarif eder. Fakat nasıl, bir evvelki âyette “ ateş ” her yerde vardır. Sadece âhirete has bir şey değildi; öyle de Cennet dahi umûmî ve evrenseldir. Yani hem dünyada hem âhirette vardır. O nazarla bu gelen âyete bakın; seyredin: ]

( Âyet; 31 )

“ İşte özellikle bu belirgin ( ülâike ) inançlılar için sonsuz bilinç ve bayındırlık demek olan ‘ ADN CENNETLERİ ’ vardır.[8] Altlarından nehirler gelir, akar. ( Her şey bilinçtir ve bol ve düzenlidir. ) Onlara altın bilezikler takılır. ( Yani maddî güçleri de istedikleri gibidir. ) Ve en güzel kumaştan ve parlak ipekten yeşil elbiseler ( siyab ) giyerler.

[ Elbise, insanlık bilincini, varlıklar içindeki zirve oluşunu ifade ettiği gibi, ipek ve kumaş, mutluluğu ve rahatlığı anlatır. Yeşil renk ise bilincin zirvesini ve sonsuzluğunu ve harikalığını dile getirir ki, bir iki sayfa sonra anlatılacak ‘ Hızır ’ kelimesi ve lakabı ‘ yeşil ’ demektir. ]

“ Onlar koltuklara yaslanırlar. ”

[ Yani, yönetim, rahatlık ve zirvede oluş zevkini bulurlar. ]

“ İşte en iyi ücret ve ödül bu anlatılan cennet ve müştemilâtıdır. ”

“ Ve en güzel ve rahat çevre bu cennetlerdir. ”

[ Âyette geçen ve ücret manasına gelen “ sevap ” ile, elbise manasına gelen “ siyab ” aynı köktendirler.

Yani insanoğlu, soyutu, dili, güzelliği, bayındırlığı, gelişmeyi ve bütün varlıkları yönetmeyi becerdiği, sonsuzluğu anladığı ve ona çalıştığı için, kumaşlı, ipekli üniformalarla ödüllendirilmiştir.

Evet, insanın giysileri onun madalyası ve üniformalarıdır. Onun için bazı askerî kurumlar, ayrıca üniforma giymezler. Onların benliği ve zevkleri kollektif olmuştur. Artık özel isimleri ve üniformaları yol, özel isim ve bayrak manasına gelen “ alem ” leri vardır. Onlar, küçük kişiliklerini denize çevirmişler. “ Ben, yok; Biz, var ” diyorlar. Milletimiz sağ olsun, yeter, diye söylüyorlar. ]

Âyette geçen altın bilezik, bu gün kadınların süs için kullandığı süs bilezikleri değiller. Egemenliğin, sonsuz bilincin, somut krallığın simgesi bir üniformadır. Ve eğer bu sarı renk yeşil bilinç ile birleşirse sonsuz bir saadet ve gücü doğurur ki, cennet bu şekilde madde ve mananın, soyut ve somutun birleşimidir, Rabb ve Rahman isimlerinin tecelligâhıdır.

Ve bu şekilde sonsuz zıtları bir araya getirmek, iman ve küfrün, sonluluk ile sonsuzluğun, nicelik ile niteliğin o muazzam sistemin birer realitesi olduğunu bilmek ve ona göre yaşamak çok zor ve zahmetle elde edildiğinden, “ cennet ” için, çok güzel, ama çok zor bir çevre manasında “ We hasüne mürtefeka ” denilmiştir. Evet, bu yeşili altın sarısıyla birleştirenler, rahat ve saadet koltuklarına yaslanırlar.

( Âyet; 32 )

“ İşte, ey Muhammed, insanlar bu gibi sonsuz hakikatleri rahat anlamaları için, ( yani ) onlar için bu iki adamı misal olarak onlara arz et, sun, onların bilincine vur! ”

“ Onlardan birisi için her çeşit üzümden iki bağ yaptık. Ve o iki bağın etrafını hurma ağaçları ile donattık. Ve o iki bağın aralarına ekinler kıldık. ”

( Âyet; 33 )

“ İşte bu iki bağ, yemişlerini verdiler. Ve dengesizliğe sebep olacak hiç bir eksiklik bırakmadılar. Ve aralarında bol bir nehir fışkırttık. ”

( Âyet; 34 )

“ Ve bu adamın çokça malı ve meyvesi oldu. Bunun üzerine arkadaşına muhâvere ederek ( interaktif konuşarak ) dedi ki: ‘ Ben senden malca daha zengin ve nüfusça daha çok ve daha güçlüyüm. ’ ”

Eski müfessirler, bu üç âyeti, bu iki adam misalini bir temsil olarak değil de, târihî bir olay olarak aktarmışlar. Ve sadece birisinin iki bağı olduğu, diğerinin hiç bir şeyinin olmadığı şeklinde meallendirmişler.

Fakat ben nazm-ı maânîden, temsil belâgatından ve yüksek edebiyat gramerinden anlıyorum ki, bu iki adamın her birisine de iki bağ verilmiştir. Fakat bu dört bağ arasında göreceli bir fark kalmıştır.

Ayrıca her birisine verilen bu iki bağdan birisi, maddî bağdır. Diğeri mânevi bağdır. Biri maddîsine önem verir, diğeri ise mânevisine!..

Bu mânevi bağın mânevi, misâlî ve gaybî bilinci temsil etmesi açısından açılımı şöyledir:

“ Wadrib lehüm ” : Onlar için bir sikke, bir darbe ( baskı ), bir bilinç barometresi olarak bu ( mânevi ) temsili söyle!

“ Meselen ” : Bir mana, bir arketip, bir model, bir bilgi değeri olarak...

“ O iki adamı ” : Adam, bilinci, gücü, egemenliği temsil eder. Ve iki olunca da tam bir diyalektik değer olurlar.

“ Cealnâ ” ( Kıldık ) : Bizim Sonsuz Bilincimiz, o iki adamın imtihan dünyasında gerçekleri gösterebilmeleri için bilinçli bir veriş ve yönlendiriliş ile verdi.

“ Liehadihimâ ” : Onların her birine, çünkü her biri ayrı bir ehadiyet ve bilinç dosyasını yaşıyor. Onlar, ayrı ayrı olarak mükelleftirler.

“ Cenneteyni ” : İki cennet, iki farklı bilinç, iki farklı varlık boyutu.

“ Üzümün her çeşidinden... ” : Yani mutluluk ve saadetin, ve aşkın ve doyumun maddî ve mânevi bütün çeşitlerinden...

Üzüm, aşk sembolüdür, ve aşkın da en güzel şekli, çeşit çeşit olması ve sonsuz derece bulunmasıdır.

“ Ve etraflarını hurma ile donattık ” : Hurma, iman, beslenme, güven ve güç sembolüdür.

“ Ve o ikisinin değişik duygularının tatmini ve doyurulması için her çeşit ekini, bilgiyi, kültürü ektik. ”

Âyet 33’ün Kelimeleri

“ ( İşte bu iki adam, her yönüyle eşit imkanlara sahiptiler, ) çünkü bu iki cennet ( bağ ) bütün ürünlerini verdiler, ve o konuda hiç bir tarafa dengesizlikle zulmetmediler. ”

Ayrıca aralarında bir nehir ( bol sonsuz bilgi ve imkân ) var olduğundan, o iki adamdan her biri istediğini geliştirebilirdi. Biri mânevi bağını geliştirdi. Diğeri maddî bağını...

Âyet 34’ün Kelimeleri

“ Ve bu tercihin sonucu birisinin çok mal ve meyvesi oldu. Arkadaşıyla karşılıklı bilinç teâtisinde Ona dedi ki: ‘ Ben malca senden daha bol imkânlara sahibim. Ve nüfusça ve askerce daha güçlü ve daha çoğum. ’ ”

[ Yani bu ikinci adam, niceliği, maddeyi, çokluğu ve maddî sayıları ve maddî gücü sevdi ve onunla arkadaşının izzetini kırdı. ]

Âyette geçen “ Eazzu ” “ Ben senden daha azizim ( güçlüyüm ) ” manasına geldiği gibi, “ Daha şerefli ve üstünüm ” manasına da gelir. Bir kıraatte “ Eaddu ” okunup “ Ben neferce daha çok kişiye sahibim ” manasına da gelir. Her iki kıraatte de bu adamın, maddî gücü, maddî niceliği ve sayıları sevdiğini ve onlara taptığını, onun nazarında tek geçerli değer somut veriler olduğunu söylemiş oluyor.

Âyette geçen “ Nefer ” asker, ordu, savaş ve nüfus manalarına gelir.

( Âyet; 35 )

“ İşte o adam, tamamıyla niceliği seçtiğinden maddî cennetine ( bağına ) girdi. Ve o böyle yapmakla dengesizlik yaptığından, saf bilinç olan benliğine ( nefsine ) zulmederek böyle yaptı. Dedi ki: ‘ Ben bu bağın asla değişeceğini sanmam. ’ ”
( Âyet; 36 )

“ Ve ben kıyâmetin de kopacağını sanmam. Farz-ı muhal eğer Rabbime döndürülsem de, bu dünyevî cennetten daha yararlı bir değişim ve inkılabı bulurum. ”

( Âyet; 37 )

Sâhibi ( arkadaşı ) interaktif olarak onunla konuşarak ona dedi ki: ‘ Sen, seni topraktan bir ben yapan, sonra bir spermden ( meniden ) ( o ben’i geliştirerek ) yaratan, sonra, erkek ( bilinçli, güçlü, sağlıklı bir varlık ) olarak seni düzenleyen O Sonsuz Ben’i ( Ellezî’yi ) nasıl görmezsin! ’ ”


Âyet 35’ in Kelimeleri

“ Ve o maddî cennetine girdi. ” ( Yani maddî imkânlar, onu yuttu. )

“ Nefsine zulmederek... ” ( Yani tek taraflı gittiği için dengesizliğe sebep oldu, neticede zulmetti. )

“ Dedi ki: ” ( Yani onların bilinci artık sadece bir söz olarak kalır. )

“ Zannetmem... ” ( Yani onların bilinci kısır bir kuruntudan ibaret kalır. )

“ Bunun ebedî olarak değişeceğini sanmam! ” ( Yani onların bilgileri maddîdir, sınırlıdır, ebediyete inansalar bile kâinatın sonsuz mânevi bilincini ve bu bilince göre sürekli olan değişikliğini bilmiyorlar. )


Âyet 36’ nın Kelimeleri

Ve onlar bu sonsuz bilinci bilmedikleri için, sonsuz ilim ve irade ve güç isteyen kıyâmetin kopacağını da sanmıyorlar. ( Bunlar deist olduklarından ) “ Rabbime ( zorla ) döndürülsem de daha güzel bir devrim ( inkılap ) bulurum ” derler.

[ Târihen ve sosyolojik olarak sâbittir ki, maddî devrimler ve inkılaplar, tek taraflı gittiklerinden, daima yıkıcı ve tahripkâr olurlar, ve insanın sonsuz bilinç içeren iç dünyasına ve ailevî yapısına zehir oluyorlar. ]


Âyet 37’ nin Kelimeleri

“ Arkadaşı onun için dedi: ” Yani o kâfir arkadaşın demesi bir illet, bir fayda içermediği halde bu mümin kişinin demesi, bir fayda, bir gaye içerir.

“ Arakadaşı ”: Arkadaşlık bir bilinç, bir kollektif kişiliği gösterir. Ve eğer arkadaşlardan biri, bu gerçeğe aykırı davranırsa o bilinç, o kişilik, yıkılır, zulmedilmiş olur.

“ Muhâvere ” : Karşılıklı, interaktif konuşma halidir. Bu tarz konuşma, bilinç halinin diyalektiğini, aktivitesini ve sağlıklı yapısını gösterir. Ondan dolayı, iki taraf için de “ muhavere ” kelimesi kullanılmıştır.

“ Küfür ” : Negatiflik, bilgisizlik, görmemezlik ve inkâr demektir.

“ Ellezî ” : Belirgin kişilik ve özellikli bilinç ve benlik demektir.

“ Halk ” ( Yaratma ) : Özel dosyalama, form verme ve bilinçli ekolojik şekil demektir.

“ Toprak ” ve toprak elementleri bilinci aktarmak ve bilinçli bir DNA oluşturmak için çok önemli ve bilinçli bir hazırlıktır. İnsan, topraktan gelen yiyeceklerle oluşan sperm DNA’ sından ve döllenmiş halinden sonra, artık tam bir bilinç ve kişilik sahibidir. Rubûbiyeti kabul eden, doğal bir mükelleftir. Onun için:

“ Sonra seni adam olarak düzenledi ” : İnsanın, döllenmeden sonraki bütün gelişmeleri ve bilinç oluşumu bir nevi düzenleme, süsleme ve tamamlamadır, diye bizim çevre bilincimizin, sonsuz bilinç ile düzenlendiğini gösteriyor. Ve çocuk aldırmanın câiz olmadığına işaret ediyor. ( A’raf; 172 )

( Âyet; 38 )

“ Lâkin ben ise, Allah’tır benim Rabbim, derim. Ve Rabbime hiç bir bilinç sahibini ( Ehad’i ) ortak koşmam. ”

Âyette “ Lâkinne ” okunan lafız “ Lâkin ene ” “ Fakat Ben ” şeklindedir. Müfessirler bunda müttefiktirler. Hat olarak da öyle yazılmış. Fakat hiffet için “ Lâkinne ” okunmuştur. Diğer kıraatler yine “ Lakin ene ” olarak okumuşlar. Burada bilince iki önemli işaret var: Biri, istisna etmek, bir şeyi ayırma bilinci; diğeri, “ Ben ” ve kişilik ve iman bilinci...

Âyette geçen “ Hüve ”, Mutlak Bilinci ifade eder ki, Allah kelimesi ile ifade edilir. Allah bu Mutlakiyeti, diyalektik ve Rubûbiyet ile gerçekleştirir. Mümin insan, bu sonsuzluğu bildiğinden ve Rubûbiyet ile gördüğünden “ Ben, Rabbime asla kimseyi ortak koşmam! ” demiştir.

( Âyet; 39 )

“ Sen, ey arkadaş! Neden ( maddî ) cennetine girerken, ‘ Allah’ın dilemesiyle, bu bağ ne güzel olmuş! Allah’ın dışında hiç bir kuvvet ( enerji ) olamaz! ’ demedin? İşte eğer sen, beni mal ve evlatça daha az görüyorsan, ”

( Âyet; 40 )

“ İşte Rabbim pek yakında senin cennetinden daha yararlı bir şeyi bana verecektir. Ve senin cennetin üzerine gökten hesaplı bir bela indirecek. Senin o bağın ( cennetin ) ayak kaydırıcı bir toprak ( çamur ) olacaktır. ”

( Âyet; 41 )

“ Veya onun suyu batar, sen artık onu asla isteyemezsin. ”

Bu Üç Âyetin Kelimeleri

* Âyet; 39

“ Levlâ ” : Geçmiş bir şeyin yani geri dönülmesi artık mümkün olmayan bir yanlışın sorgusu için kullanılır. “ Neden? ” manasına gelir.

“ Sen cennetine girdiğinde ” : Yani “ Sen ” ve bilinçli tercih ( giriş ) ve cennet kelimeleri kaybedilmiş bilinç durumlarını hatırlatır.

“ Maşâallah, kuvvet ancak Allah ile olur ” : Bu kelimeler, İlâhî Sonsuz Bilinç ve Meşieti; ve Allah’ın Gücü ve Enerjisi dahi, ilmi ve bilinci ve sonsuzluğu içerdiğini keskin bir şekilde gösterir.

“ Eğer beni görüyorsan ” : Şüphe ve şart edatı, kâfirlerin görüşünün şüpheli olduğunu, gerçeği ifade etmediğini söylüyor. “ Beni ” manasına gelen “ Ya ” nın hazfedilmesi mümin kişide benliğin fazla görünmediğine işarettir.

“ Benim malca ve veletce daha az olduğumu... ”: Evet, imanlı olanlar ve maneviyâtı esas alanlar, tercih sonucu nicelik olarak başta zayıf olurlar.


* Âyet; 40

“ Fe asâ ” : Umut ve gelecek imajı olan bir kelime...

“ İşte Rabbim bana daha hayırlısını verecek... ” : Rabb, somut bilinç ifadesi. Yani mümin kişi başta nicelik ve somut verilerde zayıf olabilir. Fakat bu durum kısa sürer.

“ En yu’tiyenî ” : Bu kelimedeki, “ Ben ” manasına gelen “ Ya ” nın hazfedilmesi, yazı olarak bildirir ki, Allah sadece bir kişiye değil de bütün ehl-i imana umut ve mal verir. ( Çünkü “ en yu’tiyenne ” şeklindeki okunuşu hatırlatır. )

“ Senin cennetinden daha hayırlı ” : Evet, mana ve bilinç ile olan az bir mal dahi, tek taraflı ve materyalizm sonucu olan çok maldan daha faydalı ve daha hayırlıdır.

“ Hüsbân ” : Gelişi-gidişi hesaplı olan kozmik meteor veya musibet demektir.

“ Tusbiha ” : Bu kelime işaret eder ki, her sabah her şey değişiyor. Fakat kâfirler, bu maddî düzeni değişmez kabul ediyorlar.

“ Semâ ” : Atmosferden geçen meteora bir işaret olduğu gibi, değişkenlik yasasına da bir göndermedir. Çünkü gökyüzü, yeryüzüne göre daha çok değişkendir.

“ Yapışkan veya kaydırıcı toprak ” : Bu kelimeler der ki, sizin beşiğiniz olan toprağı, erozyondan ve çamur deryası olmaktan kurtaran ancak ağaç ve bitkilerdir. Ve bunlar da her an çekilmeye hazır olan “ su ” ya muhtaçtır.


* Âyet; 41

“ Evet, dünya suyu bir gün batacak, insanlık onu asla geri getiremeyecektir. Ve böyle bir şeyi talep ve arzu dahi edemeyecek. ”

( Âyet; 42 )

“ İşte bunun üzerine onun mal ve meyveleri bir bela ile kuşatıldı. O ise ( ‘ asbaha ’ değişmeye başladı. ) o maddî cennet uğruna harcadıklarına üzülerek, ellerini ovuşturmaya başladı. O cennet ise bütün tahribâtı ile çardakları ( dayanakları ) üzere yıkık olarak görünür. O ise, ‘ Keşke, Rabbime hiç kimseyi ortak koşmamış olsaydım! ’ der. ”

Âyetin başında “ We ” nin gelmesi işaret eder ki, bu ceza daha önceki bölücülük ve dengesizliğin neticesidir.

“ Kuşatıldı ” kelimesi bildirir ki, bu bela ekolojik ve sonsuzdur, artık karşı konulamaz.

“ Semer ” : Meyve demektir. Yani bağ, ve dayanakları duruyor. Fakat neticeleri ve kârı tahrip edilir. Bu durum ise daha acıklıdır.

“ Asbaha ” : Artık onların değişmesi, pişman olması fayda vermez. “ Elleri ovuşturmak ” zararın, çaresizliğin, pişmanlığın acı hal ifadesidir. Üzüntü kaynağı da “ Daha önce yaptığı milyarlarca harcamalarıdır. ”

Bağ artık “ hàviye ” yani bomboştur. Sadece temelleri ve dayanakları olan çardaklar kalmıştır. Çardak dört dayanak demektir. 4 ise maddiyâtın sembolü ve matematiğidir.

“ Leyte ” : Boş temennidir, keşke ve kayıp duygusu manasına gelir. Bu duyguyu da ancak onun şahsı hissettiğinden, sistem sonsuz olmakla zarardan kurtulduğundan, kayıp duygusu kendi şahsına verilmiştir.

“ Lem üşrik bi Rabbi Ehaden ” : Yani şirk reel bir varlık değildir, negatif bir şeydir. Ve daha önce kâfirlerin şirk koşmaları, sadece onların keşkeli arzusu ve istekleri idi. Onların göreceli davranışı ve inanışı Allah’ın sonsuz sistemine ve birliğine zarar ve halel getirmez.

“ Bi Rabbi ” ( Yani Kendi Rabbime ) : Yani şirk, İlâhî sonsuz Rubûbiyete ancak bir ilinti ve iddiadır. Allah’a zarar vermez. Çünkü Rubûbiyeti sonsuzdur. Demek şirk ancak Allah’ın o kişiye bakan rahmetini eksiltir.

Âyette, “ uhite ” ( kuşatıldı ) fiilinin, geçişli olması için “ ba ” harfine ihtiyaç olmadığı halde, “ ba ” ile gelmesi işaret eder ki, o musibet, bağın bütün her şeyine ilişmiştir, her şeyini yıkıp yakmıştır.

“ Ellerini ovuşturma ” kelimesi işaret eder ki, insanın asıl sermayesi ve ona hâkim olabileceği tek şey iki elidir.

“ Enfaka fîha ” : Onun içine yaptığı harcama ve infak kelimeleri remzen der ki, kâfirler sadece mal ve gelir ve reklam “ içi ” ne harcama yaparlar, onların harcamaları “ içine ” dir, “ için ” değildir; yani kamu için, Allah için, başka yüce gayeler için değildir.

“ Hàviye ” : Yıkılmış anlamına geldiği gibi, boş anlamına da gelir. Çünkü yıkılan şey artık boş ve metrûk kalır.

Bu âyetin 17 kelimesi, 42 yaşında bu hale düşen ve 17 sene böyle sıkıntı çeken bir adamın haline bakar.

( Âyet; 43 )

“ İşte böyle bağının ( cennetinin ) başına bu şekilde bela gelen o adama hiç bir millet ve cemaat ( fiet ) yardımcı olamadı. Ve kendisi de kendine yardım edemedi. ”

Çünkü gelen bela sonsuz bir güçten geldi. Onun gücü ve cemaatin gücü sınırlı idi.

“ Fietün ” kelimesi, grup, yığınla halk ve büyük cemaat manasına gelir. Doğulu muhterem ve iyi Arapça bilen bir iki zât ile bu kelimenin kökünü 5-10 kaynaktan araştırdık. Netice, bu kelimenin “ fey’ ” ( güç, ganimet, ekstra destek ) kökünden geldiği tercih edildi.

Evet, kâfir kişi ve kral kendi şahsî gücünü evvela yeterli görür. Halkın, cemaatin desteğini de ekstra bir destek olarak görür. Dolayısıyla inançsız kişi, bencil ve gururlu olduğundan, demokrat olamaz, halka güvenemez, halkın gücünü ancak zor zamanlarda kullanmaya bakar. Fakat böyle büyük felâketlerde o da, onun şahsî gururu da artık işe yaramazlar.

( Âyet; 44 )

“ İşte böyle bir durumda, sahip olmak, ( velâyet ) egemenlik ve yetki, ancak reel, doğal ve gerçek olan ve sonsuz olup bütün zamanları aşan ve bu sonsuzluğu için Allah ile ifade edilen soyut ve güçlü yasaların ve bilinçli sistemindir. O, ödül vermek ile de, neticelendirme ile de daha hayırlıdır. ”[9]

[ Başka yerel, dünyevî ve zâhirî sistemler ödül verse de, netice verse de ] “ Hakk olan Allah’ın o bilinçli ve evrensel yasaları daha faydalıdır, daha verimlidir, ve sonuçları daha hayırlıdır. ”

( Âyet; 45 )

“ Onların ( insanların ) bu şekilde gerçeği sonsuz olarak bilmeleri için sen dünya hayatının mâhiyetini onlara şöyle anlat:[10] ‘ Dünya hayatı şu hakikate benzer ( sınırlı haliyle ) gökten indirdiğimiz bir su ki, yerin bitkileri onunla gelişir, iç içe girer. Ve kısa bir zaman ardında çer çöp olup rüzgârlar, onu etrafa savurur. Çünkü Allah her şey üstüne iktidar sahibidir. ’ ”


Âyetin Kelimeleri

Âyetin “ We ” edatı ile bir öncekine bağlanması, işâret eder ki inançsızlık ve nankörlük konusunda insanların yanılması, dünya hayatının mâhiyetini bilmeyip onu her şey ve sonsuz sanmalarıdır.

“ Idrib lehüm ” : “ Onlar için temsili vur! ” lafzı gösterir ki, bu gibi metafizik açılımlar ve bilgiler basılan sikkeler gibi çok değerlidirler. Ve insanların bu değerlere uymaları gerekir. Çünkü bunlar darb-ı meseldirler.

“ Lehüm ” : “ Onlar için ” ifadesi îma eder ki, din düzeni bir miktar kural koysa da, yine onların lehinedir, onları dağılmaktan kurtarır.

“ Dünya hayatının meseli... ” : Daha önce 22’ nci âyette “ İki adamı örnek olarak söyle ” şeklinde geçmişti. İki adamın kendileri misal idiler. Burada ise dünya hayatının misali ( özü, ruhu, esprisi ) şeklinde söylenmiştir.

Evet, dünya hayatının ( yakın ve ölümlü bu 1. hayatın ) aslı, özü, gerçek sebebi gökten inen sudur. Ve o su ile gelişen maddî ve mânevi bilinçtir.

Dünya hayatının kendisi ise toprakta yerleşip su ile gelişen ve çok güzel görünmekle beraber kısa bir zaman içinde kuruyan bir bahar mevsimi gibidir.

Kısa zamana işâreten “ takip fâ’sı ” gelmiştir. Bahar mevsimine işâreten “ fe asbaha ” denmiştir. Yani dünya bütün dönemleriyle yeni bir bahar ve yeni bir sabahtır.

Kendi değerinin kısa bir zaman sonra yitirilmesiyle beraber manası, tohum ve gelecek yani bir hayata kaynaklık etmesi yönü çok değerli olduğuna işâreten, önce “ çer çöp olur ” denmiştir. Ve ardından “ rüzgârlar, onun tohumunu etrafa saçar ” ( tezrûhu’r-riyâh ) denmiştir.

Evet, tohumlar, çekirdekler birer mûcizedirler, ve sonsuz bilinç taşıyan birer koddurlar. Onların ilk sebebi su ise de, sonraki sonsuz bilinci taşımaları, ve yenilenmeleri ve gittikçe gelişmeleri emir âleminin bir ma’kesi olan rüzgârlar ile olur.

Yani varlıkta —dünya da, âhirette de— üç önemli kanun var:

a) Şehâdet ve görünen kanunlar âlemi,

b) Emir ve nasıl eseceği belli olmayan hava âlemi,

c) Bu ikisinin ortası ve sebepleri olan su âlemi...

“ Allah, her şey üzerine iktidar sahibidir ” cümlesi insanlara der ki, siz siyasetinizi, bu doğal yapıya göre tanzim edin, yasalarınızı ona göre düzenleyin, bilginizi bu üç kategorik kanunlara göre öğrenin. Yoksa iktidarlar elinizden uçar gider.

Bütün Kur’anda Allah için “ Alâ külli şey’in kadîr ” dendiği halde, bu âyette “ Alâ külli şey’in muktedir ” denmesi bu nükte içindir.

Evet bu 45. âyetin işaret ettiği gibi insanın dokuz aylık doğum sürecini değiştiremeyen ve 45’ inden sonraki ihtiyarlığını durduramayan bir iktidar, onun fıtratına aykırı yasalar yapmamalı! Onun sonsuz emel ve arzularını söndürmemeli! İnsanın ebedîlik arzusunu, mal ve cinsellik ile masturbe etmemeli!

( Âyet; 46 )

“ Evet, mal ve çocuklar bu geçici dünya hayatının zîneti ( süsü ) dirler. ( 70 sene sonra onun elinden çıkıyorlar. ) Yararlı ve ebedî olan şeyler ise Rabbinin katı ile ifade edilen âhirette, ödül ve karşılık olarak daha hayırlı ve faydalıdırlar. Ve umut olarak da daha faydalıdırlar. Çünkü insanın umutları ve emelleri sonsuzdurlar. ”

İşte bu ebedîlik ve âhiret konusunda şüpheniz olmasın. Sûrenin başından bu 46. âyete kadar binler ebedî bilinç ve hayat örneklerini gördünüz. İnsanın 46 kromozomunda da yine sonsuz bilgi ve bilinç ve hazırlık katmanları var. Sizin bu sonsuz bilinci görmemeniz onun olmadığını göstermez.

Bu 46. âyetin 45. âyet ile irtibatı çok açık ve kuvvetli olduğundan arada “ We ” bağlacı gelmiştir.

( Âyet; 47 )

“ Bir gün Biz ( Bizim Sistemimiz ) dağları ( ve yeryüzünde bir form, bir bilinç, bir kişilik ifade eden her şeyi ) yürüttüğümüzde ( düzleyip onlara son verdiğimizde, yani yeryüzünün içinde saklı olan sonsuz bilinci örten ve gizleyen bütün sebepleri kaldırdığımızda )[11] yeri, açık, berrak, sebeplerin perdeleri kaldırılmış olarak görürsün. İşte biz o gün onları diriltir, toplarız. Ve hiç kimseyi ( hiç bir bilinci ) mağdur edip yerin içinde bırakmayız. ”

“ Haşir ” kelimesi, biyolojik bir delile, “ gadr ” de sosyolojik ve psikolojik bir delile işâret ediyorlar.

( Âyet; 48 )

“ İşte onlar, çok düzenli olarak,[12] senin kalbine bu düzenli Kur’anı indiren ve seni onunla manen dirilten Rabbinin huzuruna arz edilirler ( Biz onlara deriz ki, ) ‘ Sizi ilk olarak yarattığımız gibi bize geldiniz, farkında mısınız? Fakat siz daha önce size randevu vermediğimizi iddia etmiştiniz ve bu konuda hiç bir deliliniz yoktu. ’ ”

Bu âyetin çok derin nükteleri var. Fakat sadece üç tanesine bakacağız:

1) İkinci diriliş, birinci dirilişin benzeri olacak. Fakat 1. dirilişte gelişme ve bilinç deneyimleri oluşturmak için evrim sürecine ihtiyaç vardı. Fakat nasıl 9 milyon yıllık o süreç bugün ana karnında 9 ayda hızlı çekim ile gerçekleşiyor. Aynen öyle de haşir ve kıyâmet belki de 9 günde olacak... Kur’anın bir çok âyeti ile haşri ve dirilişi 150 sayfa ile delilli bir şekilde dile getiren Bediüzzaman’ın Risaleleri, açıkça ikinci dirilişin birincisinin aynısı olacağını fakat sürenin farklı olabileceğini söylüyorlar.

2) “ Za’m ” ve “ da’m ” dayatma demektir. Fakat za’m, dayatmalı kuru iddia demektir. Ki, cumhuriyetin ilk yıllarında bir parti bu inançsızlığı milletimize zorla dayattığına işarettir. Müşriklerin Sahâbelere böyle bir inkârı zorla dayattığı gibi...

3) “ Mew’id ” randevu, vakit, saat gibi kelimeler, kâinattaki sibernetik ve ikili sistemin egemenliğine işarettir. Fazlalığın, israfın olmadığını gösterir. Fakat bakışımız üç boyutlu ve kısa mesafeli olduğundan o sistemin içinde saklı olan sonsuz bilinci göremiyoruz.

( Âyet; 49 )

“ Ve kitap ( yazı, kayıt, bilgi, yasa ) ortaya konulur. İşte bunlara karşı suç işleyenlerin gözlerinde, o kitabın içindekilerinden dolayı, şafak attığını, şaşkın olduklarını görürsün. Ve çok yazık bize! Ne oluyor, bu kitaba! Küçük-büyük hiç bir şeyi içinde saymadan bırakmıyor.[13] İşte onlar, bütün yaptıklarını önlerinde hazır olarak görürler. Senin Rabbin, hiç kimseye, hiç bir bilince —dengesizlik ve adâletsizlik yaparak— zulmetmez. ”

[ 1400 sene sonra, ikili sistemi, elektronik devleti, sonsuz kayıt verilerini keşfeden Avrupalıların, bu âyeti okuduktan sonra gururlanma hakları kalmaz. ]

Haşir ve dirilişin sayısız delillerinden biri de insanlıktır. İnsanlık 8 milyon sene evrimleşmiştir. Son milyon senede soyut girişimlerde bulunmuştur. Ve son 100.000 senede “ homosapiens ” ( kültür insanı ) olmuştur. Bu son 100.000 senenin de son 10.000 senesinde medeniyet kurup yerleşik düzene geçmiştir. Artık dil, edebiyat, inanç sahibi olmuştur. Başka bir tabir ile “ âdem ” ( gerçek insan ) olup hayvanlıktan kurtulmuştur. Bu âdemiyet dönemi kimyada soyut bir tesir ve ışık manasına gelen 5. element gibi, üstün ve yaratıcı olup eskiye göre âdeta bir nevi cennet hayatı demektir. Âdemiyet, soyut değerleriyle, bilinçli hayatıyla, fen ve düşüncesiyle adeta haşir ve cennet için binler delil olmuştur. İşte Kur’anın bu gibi dizilişinin mucizeliğini bilmeyen bir takım şüpheciler, eskiden bu Âdem bahsi, Kur’anda başka 6 yerde zikredilmiş, burada neden bir daha anlatılıyor diye itiraz ediyorlardı.

( Âyet; 50 )

“ İşte Biz ( Bizim bilinçli sistemimiz ) bir vakit bütün meleklere ( maddi ve manevi bilinçli güçlere ) dedik ki: ‘ Âdem için ( varlığın, soyut ve mânevi değerlerin, yeni bir dünya olan insanlığın sâhibi olan tür için ) secde edin, hizmetkar olun! İblis ( negatif ve yapay yaratık ) hariç hepsi bilinçli olarak secde ettiler. İblis görünmez yaratıklardandır. Sistemin içinde rolü küçüktür; onun için diyalektik süreci işleten Rabbinin emrinin dışına çıkmıştır. Arık siz, onu ve onun ürünlerini ( zürriyetini ) bana rağmen nasıl kendinize velâyet sâhibi edinirsiniz? Halbuki o size daima zarar veren bir düşmandır. ’ ”

[ Eğer siz dengesizlik ve bilinçsizlik manasına gelen zulme girmezseniz, ona yenilmezsiniz. Fakat eğer girerseniz, otomatik olarak o sizin veliniz olur. ]

“ İşte zalimler için ne kötü bir değişiklik! ”

Âyetin Kelimeleri

Âyet, bu âdem gerçeğini dirilişe delil yaptığından, başında “ We ” bağlacı gelmiştir.

Maddî ve mânevi bütün sistemin ve varlıkların insana hizmetkâr ve secdeber olması gerçeği sonsuz bir bilinç ile olduğundan ve zamanüstü olarak görünen bir arketip olarak somutlaştığından âyet zamansızlık manasını veren “ İz ”edatı ile kullanılmıştır.

“ Dedik ” : Bu secde ve emir, ehadiyet tecellisi ile sadece Zât-ı Akdes’ten değil de, Onun sonsuz sisteminin bir emri olduğundan, âyette çoğul kipi ile “ Biz ” denmiştir.[14]

“ Melekler ” : Melek, güç, mülk, varlık, mana, öz yapı, kollektif kişilik manalarına gelir. Ve eğer bu gerçeklerin yaptığı iş maddî bir eylem ise dişil kipler ile yüklemleri gelir. Yok eğer yaptıkları mânevi ve bilinçli bir eylem ise yüklem eril kip ile gelir. Bu âyette olduğu gibi, “ fesecedû ” denilmiştir.

Secde ve itaatin o sonsuz sistemin bir tek tetiklemesiyle olduğundan, süresizlik ve hemencecik manasına gelen “ takip fâ’sı ” ile kullanılmıştır.

“ Âdem ”, insanlığın maddî-mânevi kollektif kişiliği olduğu halde, metafizik ve arketipler dünyasında ruhanî bir şahsiyet olarak gözüktüğünden, özel ( alem ) isim ile gelmiş, ve ruhanî âlemde melekler ile içli-dışlı olarak anlatılmıştır.

Jung gibi bilim adamları, bu arketip ve kollektif ve ruhanî yapıları evrensel bilince ve dirilişe delil yapıyorlar. ( 4 Arketip Kitabına bakınız!.. )

“ İblis ” kelimesinin sayısal değeri 103’ tür. Ca’l ( yapaylık ve onarım ) kelimesinin de sayısal değeri 103’ tür. Allah’ın buna, göreceli ve geçici ve yapay bir yetki verdiğini, sonradan da onun tahribâtını tâmir ettiğini gösterir.

Eskiden Sâmî milletlerde rakam olmadığından, konuştukları bütün kelimelere de sayısal bir mana verip, aralarında ilişki kuruyorlardı. Âdem’in 46 etmesi, 46 kromozoma işâret olduğu gibi...

Peki onlar DNA’ yı ve kromozomu nereden biliyorlardı, diye sorulursa, “ Dillerin tevkifi ( İlâhî Sonsuz Bilinç ile ) olduğunu ” söyleriz ki, hak mezheplerin çoğu bu görüştedirler.

Âyetin son kelimesi olan zulüm ( dengesizlik ) gerçeği, materyalist olup, varlığın tek boyutlu olduğuna inanıp dengesizliğe sebep olanlara baktığı gibi; aynen öyle de; maddeyi, bilimi, doğal yapıyı, bilinçli evrimi inkâr eden, inanç sisteminin içine kendi yanlış tasavvurlarını ve hurâfeleri katmakla daha büyük ve daha tahripkâr bir dengesizliğe sebep olan yani âdemiyetin ve Kur’anın, anlattığımız ve gördüğümüz o mûcizeli, sosyal ve bilinç ifade eden eşsiz yasalarını bilmeyip “ Din = Hurâfe ” dedirten bu günkü Müslüman ve Hıristiyanların dengesizliğine ve mânevi zulmüne açıkça bakar.
Çünkü bu âyet, açıkça bu gibi dindarların dengesizliğine ve mânevi zulmüne ve dinsizleri mâzur yapan hurâfelerine ve düşüncelerine bakar.

Çünkü bu 51. âyetin, kâfirlere ve müşriklere bakan açık bir veçhesi gözükmüyor. O gün itibârı ile Mekke müşriklerinin Âdem, Secde ve Melekler konusunda bir takıntıları yoktu. Demek bundan ve dindarların tamamıyla hurâfelere binmelerinden ve gelen mûcizeli kelime seçiminden diyebiliriz ki, bu 51. âyet sadece dindarlara bakar, onları bilime, doğal bilince ve doğal yasalara davet ediyor. Âyetlerin birbiriyle ilişkisi o kadar çok açık ki aralarında “ We ” bağlacı bile kullanılmamıştır.

( Âyet; 51 )

“ Ben Allah, ( Saf ve Sonsuz İlim ve Bilinç Sahibi ) göklerin ve yerin yaradılışını onlara göstermedim. Ve kendi ( tür olarak ) yaradılışlarını da onlara göstermedim. ”

[ Fakat bu dindarlar işi görmüş gibi anlatıyorlar. Biz imanı, inancı desteklemekle Allah’a yardım ediyoruz, diyorlar. Fakat işi yapacaklarına, fayda vereceklerine, başta ehl-i ilim olmak üzere insanların saptırılmasına sebep oluyorlar! ]

“ Halbuki Ben ( Allah olarak ) o saptırıcıları ( mudıllîn ) kendime bazu ve destek yapmadım. ”

[ Demek Hz. İsa’nın tabiriyle, doğru bilgi verenler Allah’ın sisteminin yardımcılardırlar. ]

Bu âyetin, dindarlara, yani âdemiyeti yanlış anlatıp dinsizleri netice verenlere baktığına, müşriklere bakmadığına bir delil de “ Onları şâhit tutmadım ” cümlesindeki zamirin, müşriklere yönelik olması için bir merciin, bir karinenin olmayışıdır.

İşte bu 51. âyet dindarlara bir tokat vurduğu gibi 52. âyet de materyalistlere ve müşriklere tokat atıyor. Bu karşılıklı ilişki için “ We ” bağlacı ile kullanılmıştır.

( Âyet; 52 )

“ Bir gün, tanrı gibi kabul ettikleri sebeplerin Allah’ın ortakları olduklarını iddia edenlere denilecek ki; işte onlara çağrıda bulunun. Onları, o sebepleri çağıracaklar. Fakat hiç bir cevap ve tepki alamayacaklar. Ve dünyada aralarında olan ilişkiler kopacak; aralarında asla kavuşturulmayacak ( kapanmayacak ) bir mesafe, bir uçurum konulacak. ”

( Âyet; 53 )

“ İşte şirk koşmakla, kâinattaki sonsuz bilincin güzelliğini bozarak cürüm işleyenler, o suçlarının cezası için ateşin geldiğini görecekler. Önce karşı koyabileceklerini sanacaklar. Fakat onun içine girmekten başka asla bir yön, bir sapma imkânı bulamayacaklar. ”

Âyette “ ateş ” kelimesi, Cehennem yerine seçilmesinin sebebi, onların şirk ve küfür ile edindikleri yanlış bilinçlerini temizlemek, yine o şirk ve küfür ile kâinattaki sonsuz bilince zarar verdiklerinden o zararın misliyle yani ateşle cezalandırmak içindir.

Bilindiği gibi, kâinatta, her şey, her oluşum bir dosya ve bilinçli bir varlıktır. Ateş ise bilincin silinmesi, dağılması için en önemli sembol ve sebeptir. Zaten bilincin silinmesi ve tahribi başlı başına bir cezadır.

Demek bu ateşin illa da, dünya ateşi gibi olması gerekmez. Ve demek, Allah ile kâfirler arasındaki bu tarz diyaloglar, bizim dünya diyalogları gibi değildir.

Belki, Allah’ın ve sisteminin sonsuz haklılığını, bilinçli iş yaptığını, kâfirlerin çaresizliğini, suçlarını, bilinçsiz davranışlarını formüle eden bir üslup tarzıdır. Allah’a yakışan bir hitap üslûbudur.

Onun için, bu manaların özünü bize anlatan 54. âyet “ We ” edatı ile bu âyetle bağlanmıştır.

( Âyet; 54 )

“ Ve and olsun![15] Biz bu Kur’anda insanlar için bütün misalleri ( ve üslup tarzlarını ) değişik değişik şekillerde kullandık. Fakat insanoğlu, [ bencil olduğundan, her şeyi kendine kıyas ettiğinden ve varlığın ( diyalektiğin ) zirvesinde olduğundan ] en çok mücadeleci, olmuştur. ”

( Âyet; 55 )

“ İşte bunun için hidâyet ( doğru bilgi ve doğru yönlendirme ) insanlara geldiğinde, onların inanıp, kendi Rabb’lerinden ( terbiye edicilerinden ) bağışlanma dilemelerini engelleyen tek şey, geçmiş misallerde cezayı hak ettiren İlâhî yasanın kendi dünyalarında geçerli olmasıdır.

[ Yani, onlar yanlış tercih yaptılar. Ve İlâhî yasa gereği cezayı hak ettiklerinden, artık hidâyet bilgisi faydalı olmadı. ]

Veya açıkça ( kubulen ) göz göre göre ( gaybî, metafizik ) azap onlara gelmesidir. ”

[ Yani artık Rubûbiyet gereği olan imtihanın gizli olması ve insanoğlunun bu sayede sonsuz bir saadeti hak etmesinin esprisi ortadan kalkmış oluyor. Âvâmın diliyle, artık kopya çekmekle kazanç olmaz! ]

[ Evet, biz, sınırlı bir varlık alanında, sınırlı bir zamanda, bazı gerçekleri gizlemekle diyalektik sistemi ve imtihan ve gelişme gerçeğini kurmuşuz. Bu sâyede sonsuz kaybetme ve kazanma kapılarını açık bırakmışız. Artık kaybeden sadece kendi nefsini kınasın! ]

( Âyet; 56 )

“ İşte sırf bu sistemin sağlıklı işlemesi için Biz peygamberleri sadece müjdeleyici ve uyarıcı olarak göndermişiz. Ve yine bu sistemin işlemesi için kâfirler, Hakk’ı ve Doğru’yu ezmek için, boş ve bâtıl şeylerle mücadele ediyorlar. ( Ve eğer bu silahları tahrip yapmazsa ) bu sefer İlâhî ve mûcizeli belgeleri, ve onunla uyarıldıkları azâbı alay konusu edinirler. ”

[ Yani bu şekilde sistem çalışır. Sonsuz neticeler verir. Nisbî zararın neticeleri varlık âleminden silinmiş olur. ]

( Âyet; 57 )

[ Evet, bu öyle sonsuz ve güzel neticeler veren bir düzendir ki, bir kısım insanlar, dengesizliğin, zararın, tahribatın, zulmün zirvesine çıkarlar. Artık, geri dönme şansları kalmaz. Çünkü geri dönseler, sistemin dengesini bozarlar. Ve çünkü güzelliği hak etmemişlerdir. ]

“ Evet, kendi öz Rabbinin mûcizeli belgeleriyle kendisine, ikna edici bir şekilde ( zikr ) bilgi ve mesaj verilen, sonra onlardan bile bile yüz çeviren ve elleriyle ( imkânları ile ) yaptığı tahribâtı unutan kişiden daha zâlim, daha dengesiz kim olabilir?! ”

“ İşte böyleleri, bir daha anlamasın, diye onların kalpleri ( algı mekanizmaları ) üstüne kılıflar geçirmişiz. Ve kulaklarına da ağırlık koymuşuz. Sen, ey Muhammed, onları hidâyete çağırsan onlar ebediyen doğru yola gelmezler. ”

[ Yani senin davet ve mesajın ancak onların dalâletini artırır. Yani belge ve mûcize büyük oldukça kayıpları da o derece büyük ve kesin olur. Evet, Mısır’da iki âlim adam 57. yaşlarında bu âyete mâsadak oldular. Biri anlayışını yitirdi, İslâmiyet’i inkâr etti. Diğeri sosyalist oldu, sağırlaştı. İlimden ve İlâhî mesajdan mahrum oldular. ]

Eğer biri sorsa, “ Madem Allah var. Neden hemen müdahale etmiyor? ” Ayet cevaben der ki:

( Âyet; 58 )

“ Evet, senin Rabbin çokça bağışlayıcı ve çokça rahmet edicidir. Eğer yaptıklarından dolayı onları yakalasa, onlar için azâbı öne alır. Fakat kâinatın yazılım sisteminde onlar için bir randevu var. Onlar, o randevuya gitmeyelim, diye başka tarafa gidemezler. Başa da dönemezler. ”

Âyette geçen “ Me’wil ” kelimesi, başka taraf manasına gelmekle beraber, etimolojik olarak baş taraf ve işin evveli manasına gelir, o kâfirlerin başa dönme şanslarının olmadığını bildirir.

( Âyet; 59 )

“ Evet, işte görüyorsunuz! Bir tarafta, Mısır ( Batı ) firavunlarının ve Bâbil ( Doğu ) nemrutlarının şehir ve medeniyetlerini helak etmişiz. Çünkü zulmettiler. Dengesiz gittiler. Kâinatın bilincine zarar verdiler. ”

[ Fakat İlâhî sistem ve bilinç sonsuz olduğundan onların bu zararları, bir sonsuz dosya ile istihaleye uğrar, sistem yine mükemmelliğini gösterir. Yani sistemin mükemmelliği, onların kendi dosyalarında yanlış yapıp, azap görmelerine zıt ve aykırı değildir. ]

“ Evet, her şeyin, her helak oluşun bir vakti, bir ömrü, bir randevusu ( mew’idi ) vardır. ”

İbn-i Haldun, belki bu âyeti bilmiyordu. Çünkü sayısal değerleri kabul etmiyordu. Fakat ısrarla her devletin, her medeniyetin ( eğer kan yenilemeye gitmezse ) —ömrü 120 senedir, diyordu. Ve o gün için istatistikî delillerle bunu gösteriyordu. Evet, o, sayısal işâretleri kabul etmese de —çünkü bir miktar, o günkü şartlar gereği, pozitivist idi— onun bu tabiî ömür dediği hakikat manasına gelen ve âyetçe sadece o manada kullanılan “ Mew’id ” kelimesinin sayısal değeri 120’dir. Belki eski insanlar, dil ve derin bilinç konusunda bizden daha zengin idiler.

Evet, bu garip kardeşiniz Kur’anın 60.000 cümlesini, Tevrat’ın ve İncil’in önemli kısımlarını tefsir ederken şu kanaata varmıştır. “ İnsanlık, teknolojide o günden beri 10.000 kat yükseldiği halde, edebiyatta, dilde, mânevi değerlerde 10.000 kat gerilemiştir. Onun için büyük büyük İlahiyâtçıların bu gibi gerçekleri bilmemelerine şaşmayın! ”

Evet o günlerde Firavun’lara karşı Mûsa’lar vardı. Fakat bugün için yine Firavunlar var. Ama ne yazık ki o Mûsa’lar yok.

İşte, Kur’an çağlarüstü bilinci göstere göstere bu âyete kadar geldi. Firavunların, Nemrutların kayıp ve zararlarını gösterdi. Ve bu büyük kayıp sebebinin onların Mûsa ve Hızır gibi kavramlara ve şahıslara kulak vermeyişleri olduğunu, yıkılışlarını ( büyük işâret edatı olan ) “ Tilke’l-Kurâ ” ( işte o şehirler, o medeniyetler ) kelimesiyle gösterdikten sonra; “ We ” edatı, çârenin Mûsa ve Hızır’da olduğunu bildiriyor.

Fakat bu derin ve bir açıdan sonsuz olan iki gerçeği ve onların, biri fizik dünyada, diğeri metafizik alemde temsil ettikleri sonsuz ( sarı ve yeşil ) bilinci anlatmadan önce, biri düşünce tarihimizde, diğeri bu iki kavram ile ilgili bir iki müzekkireyi dile getirmekte fayda var:

a) Sakın demeyin, târihimizde hiç kimse bu âyetleri bu şekilde anlamamıştır... Evet, onların aktardıkları rivâyetler ve etimolojik yorumlar gösteriyor ki, onlar bizden daha iyi şekilde bu evrensel ve bilinçli manaları anlamışlar. Fakat o görüşlerin birbiriyle ilişkileri koparıldığından ve âyetlerin nazm-ı maânîsi nazara alınmadığından, ve yukarıda dediğim gibi evrensel bilinci ifade eden dil yapısı gerilediğinden o güzelim gerçekler kitapların köşelerinde ve sûfilerin kalbinde saklı kalmıştır.

b) İlk üç asırda o günün muhaddislerinin, sûfilerinin, târihçilerinin aktardığı malzeme ve bilgi formları bize gösteriyor ki, Mehdi de, Deccal de, Âdem de, Hızır da, Mûsa da bireysel târihî şahsiyetler değiller. Bütüncül çağlarüstü sonsuz bir bilinci ve yapılanmayı ifade eden, kollektif, sosyal ve arketip kişiliklerdir. Evet, dinin mûcizevi gerçeklerini ve kavramlarını bireyselleştirmek bir kereye ve bir kişiye indirmek, o gerçekleri hurâfeleştirmektir, inkârlarına sebep olmaktır.

İşte metafizik bilgileri zayıf olan fakat dinî hamiyetleri kuvvetli olan Mevdûdî, İbn-i Kayyım, İbn-i Teymiyye ve Muhammed Esed gibi değerli zâtlar, dini bu gibi hurâfelerden kurtarmak için, bu tür kıssaları inkâr eder şekilde yorumlamışlardır.

Bediüzzaman, Mevlanâ ve Seyyid Kutûb gibi derin bakış açıları olan zâtlar ise bunlar şahs-ı mânevidirler. ( Kollektif kişi ve arketiptirler. ) Her zaman ve bölgede ihtiyaca binâen birer monad ve model olarak gözükürler, diye ehl-i ilmi dalâletten kurtarmışlar.

Hatta ilk iki nesil rivâyetçileri bu boyutu sezdiklerinden, zâhiren birbiriyle çelişen rivâyetleri hoş karşılamışlar. Çünkü rivâyetlerin çokluğundan ve icraatların farklılıklarından anlamışlar ki, bu şahsiyetler mânevi ve arketiptirler; Eflatun’un “ İde ” leri, İbn-i Arabî’nin “ A’yân-ı Sâbite ” leri gibi...

Mesela, bir âlim[16] Hızır ( Onun ismi Belyan ibn-i Melkan ) Âdem’in oğludur, demiştir. Diğeri O, Kàbil ibn-i Âdem’in oğludur, demiştir. Diğeri, Firavun oğludur. Başkası, O, Benî İsrâil’in bir kralının oğludur veya O, İran kralının oğludur, ve saire demişler. Bütün bu görüşler tek bir gerçeği gösterir.

“ Hızır ( yeşil-bilinç, metafizik bilgi, olağanüstü yetki ve yapılanma ) Âdem’in ( medenî insanın ) veya Kàbil ibn-i Âdem’in ( yani yerleşik şehirli insanın ) oğludur, veya Benî İsrâil’in ( dindar, medenî idarenin ) oğludur, veya Firavunun ( Batı medeniyetinin ) veya İran ( Doğu medeniyetinin ) oğludur. ”

Evet, insaniyet dil ve medeniyet kurduktan sonra, dinî ve siyâsî yasalarla ( Mûsa’larla ) katı bir şekilde yönetildi. Fakat bu mülkiyet ve şehir yasalarının ve hayat şartlarının altında ezilen insanların imdadına yasalarüstü, metafizik ( melekûtî ) açılıma sahip bir maneviyât şahsı ve şahısları gerekli oldu. Ki, din ile dahi yönetildikleri halde Abbâsî ve Osmanlı yönetimleri altında mânevi tarikatların gelişmeleri ve hâkimiyet kurmaları bu sırdandır.

Yani bu sırrın esprisi, sonsuz ve metafizik bilince erişip, siyâsetin, mülkiyetin, sorumluluğun, yasanın getirdiği bela ve sıkıntıları aşmak, onların ötesine geçmektir. Onun için bir rivâyette ismi Belyan ibn-i Melkan diye geçiyor.

Mûsa dahi burada târihî şahsiyeti değildir. Din, yasa, şeriat demek olan evrensel arketip kişiliğidir. O dahi, olağanüstü mânevi ve sonsuz bilinç ve bilgiyi istemiş ki, devlet ve yasa işlerinde başarılı olsun. İşte bu farklılığı bilen Medine Yahudileri “ Bu, bizim Musa değildir ” diye sahâbeleri cahillikle suçlamışlar.

Fakat onlar, Hz. Peygamberden, “ Hızır, bir Benî İsrail kralının oğludur ” diye işittiklerinden görüşlerini değiştirmediler. [ Yani insanoğlu Benî İsrail ( Allah’ın koyduğu bütün tabiî engelleri aşıp, toplumlarını inanca göre yöneten kişilik sahibi ) olduktan sonra, maneviyâta, mistik gelişmelere, olağanüstü ve mânevi bilgilere ihtiyaç duyar. Ve bu ihtiyacı sonsuz İlâhî emir ve bilinç ( Hızır ) ile giderilir. ]

Evet, Tevrat üzere yazdığım tefsirde delilleriyle gösterilmiş ki, Benî İsrail başta Yahudiler idi, sonra Abbâsîler oldular, sonra Osmanlı oldular, şimdi de Batı medeniyeti ve düzeni olarak gözüküyor. Çünkü Asya Devletleri hukuku, bilgiyi, inancı, hürriyeti, tekniği onlar kadar başarılı bir şekilde yürütemiyor.

İşte, ey Doğu insanları! Gelin ağlanılacak hayatımızın acı ve kara bir noktasını görün.

( Âyet; 60 )

“ Bir vakit ( târihî olarak ) veya zamanüstü ( arketip olarak ) Musa ( yasa, şeriat ), uygulayıcı yiğidine ( kuvvet ve uygulamayı başaran bilgiye ) dedi ki: ‘ Ben iki denizin ( fizik ve metafiziğin, inanç ve ilmin, hayat ve ölümün ) birleştiği noktaya ulaşmadan asla istirahat etmeyeceğim. Veya bu uğurda çok uzun yıllar geçireceğim. ’ ”

( Âyet; 61 )

“ O ve yiğidi[17] o iki denizin birleştiği noktaya ulaşınca, ( onların maddî bilinçlerini temsil ve takviye eden ) büyük balıklarını unuttular. Bunun üzerine balık, deniz içinde bir tünel olarak kendine bir yol edindi. ”

Rivâyette —sahih olarak— var ki, balık, o iki denizin ( yani ölüm ve ebedî hayatın ) birleştiği yerde, ebedîlik sağlayan hayat çeşmesinden bir suya bulaştı. Bu onu diriltti. O da denizin ( ebedî sonsuz hayatın ) içine bir dehliz açarak ebediyete karıştı.

Evet, sembol ilminde; deniz ve balık, yüksek, şahsî ve sosyal ( ve ebedî ) bilinci temsil ediyorlar. Ki, denizdeki ve balıktaki biyolojik bilinç, karadaki bilinçten ve insan bedeni gibi çok gelişmiş organizmalardan daha yüksektir.

Bu manaya bir karine de “ denizin içine serap ( dehliz ve tünel ) açmasıdır. ” Evet, bir sonsuz deniz olan insan beyni çocuk iken kavunun içi gibi doludur. Sonra, bir kişilik ve bilinç ifade eden her bir beceri ve bilgi ve ustalık için o beynin içinde bir yol, bir dehliz, bir serap ( su ve bilinç yolu ) açılır. Öyle ki insan harikalar dahi gösterir. Saatlerce cambazlık dahi yapar. İşte Hızır, bu ve benzeri bütün bilinçleri temsil ettiğinden, şehâdet ile gayb denizleri ortasında durduğundan, ölümsüzlük suyunu içmiştir. İsterse yer-içer, isterse yemez-içmez. İsterse ölür ( gizlenir ), isterse yaşar, görünür. ( B. Said Nursî, Mektubât, 1. Mektub )

( Âyet; 62 )

“ İşte böyle bir konumda Musa ve yiğidi, o noktayı geçince, yiğidine dedi ki: ‘ Gıdamızı ( öğlen yemeğimizi, bilincimizi takviye eden o balığı ) getir. Biz bu çok uzun yolculuğumuzda çokça yorulduk. ’ ”

[ Yemek, balık ve beden ve nefis, ebedîlik yolculuğunda bazen gerekli oluyorlar. Diyalektik süreç bunu ister. Yoksa tek ayakla insan yürüyemez. ( Ve tek elle işi sağlıklı ve bilinçli yapamaz. ) ]

( Âyet; 63 )

Yiğidi dedi ki: ‘ Gördün mü! Biz kayaya ( ebedîlik kayasına ) sığındığımızda, işte ben ( şahsî bilinç ) o balığı ( bedenî bilinci ) unuttum. Ve o değerli şeyi anmaktan beni alıkoyan ancak şeytan sebep oldu. Ve o balık acayip bir şekilde denizde kendine bir yol yapmıştır. ’ ”

63. Âyetin Kelimeleri

“ Dedi: Gördün mü? ” : Yani yiğidin sözü de, Mûsa’nın görüşü de bireysel ve şahsî kalınca, geneli göremediler.

“ İz ” : Zamanüstülük ve sonsuz bilinci hatırlatan bir edat.

“ Sahra ” ( Kaya ) : Ebedîlik, değişmezlik[18] ve sonsuzluk sembolüdür. Toprağın, dağınıklık, fânîlik ve değişikliğin sembolü olduğu gibi...

“ Ona yaslandığımızda balığı ( bedeni ) unuttum ” : Evet, o sonsuzluk bilinci o kadar çok faydalı ve zevklidir ki, insanoğlu en temel değerlerinden biri olan bedenî ihtiyaçlarını unutur. Onun için Hızır, bazen yer, bazen yemez. Bazen evlenir, bazen kadını bırakır.

Hatta denilebilir ki, Hacerü’l-Esved ve Mirac’a basamak olan Kudüs’teki “ Sahra ” dahi bu manalardan, yani ebedîlik ve sonsuz bilincin basamağı olduklarından dolayı kutsaldırlar. Bunların değerini fizik olarak değerlendirmek, dinî bilgileri hurâfeleştirmektir, bilinçsizliktir.

“ O balığı ” manasına gelen “ ensenihû ” daki zamir, gramere göre “ hi ” olarak gelmesi gerekirken, merfû olarak gelmesi, onun da değerinin yüksek olduğuna ve fizik bilinç olarak çok faydaları bulunduğuna işarettir. Fetih sûresindeki “ Aleyhûllahe ” ifadesinde olduğu gibi...

“ Şeytan unutturdu ” : Yani denge gidince, bilinç zayıflayınca bu durum bir negatiflik oluşturduğundan şeytan ile ifade edilmiştir.

İnsanın, madde ve manayı, gayb ve şehâdeti beraber anması ve yaşaması gerçek bilinç olduğundan ona “ mesaj ” manasına gelen “ zikr ” denilmiştir.

Fakat, eğer bu denge uzun bir dönem ihmal edilse, artık balık, denize doğru kendine bir yol bulur. Artık sen başa dönüp o birlik ve bütünlük bilincini bulamazsın!

“ Acaba ” kelimesi, soru ve bilinç edatı olmasını, ve bu tek taraflılığın tuhaf bir şey olduğunu, ve ebediyet denizinin fânî beden gibi düşük düzeyde bir bilinci dahi ebedîleştirdiğini gösteriyor.

Evet, Hz. Muhammed’in de, Hz. Ali’nin de beden balıkları, 63. yıllarında kendilerini bırakıp ebediyetin bilinç denizine karıştılar. Ve acaba neden bunlar öldü, diye soru işaretini bıraktılar.

( Âyet; 64 )

“ Mûsa dedi ki: ‘ İşte kestirmeden aradığımız, bu idi. ’ Bunun üzerine, eski izlerini takip ederek, gerekenleri uygulayarak geri döndüler. ”

Mûsa’nın da, yiğidinin de, maddî-mânevi yaptıklarının —kestirme— amacı, ebediyeti ve sonsuzluğu bulmaktı. “ Kàle ” ( dedi fiilinin ) öznesi hem Mûsa, hem yiğidi olabilir. Gramer buna açıktır.

“ Zâlike ” işâreti, der ki, ebedîlik, sonsuzluk insan için en büyük ve her zaman görmesi gereken parlak bir gerçektir.

“ Nebğî ” fiilinde, olması gereken “ Ya ” nın hazf edilmesi, onların kestirmeden böyle bir noktaya varmak için, ömürleri boyunca çalıştıklarını bildirir.

Âyette geçen “ Kasas ” uygulama ve uyarlama manasına gelir.

Bu kelime ve önceki iki kelime, açıkça işaret ediyorlar ki, eğer Mûsa ve yiğidi, başa dönüp yaptıklarını yeniden uygulamasalar, tâbileri irtidat edecek. Bedenleri zaman denizinde kaybolduğu gibi, manaları ve ruhları da ebediyet kayasına varamayacak.

( Âyet; 65 )

“ İşte ( o kaya yanında ebedîlik ile fânîlik denizlerinin birleştiği yerde ) kullarımızdan bir kulumuzu[19] buldular. O kul ki, metafizik âlemimizden ona somut bir rahmet vermişiz. Ve kendi bilincimizden ona bir bilgi öğretmişiz. ”

Âyetin Kelimeleri

Vahiy ve Medeniyet kitabımızda şifreli kelimelerde gösterdiğimiz gibi, 13 sayısı ve bunun 5 katı olan 65 sayısı, velâyete ( yani özerk kişiliğe ), Ehad’a ( Allah’ın bağımsız tecellîsine ) ve şerre ( çünkü şeytan da özerk çalışması için Allah’tan izin aldı ) bakar. Bu âyetin metafizik ve özerk bir gerçeğe baktığına bakar.

“ Veceda ” : Buldular, keşfettiler. Evet, metafizik ve o âlemin gerçekleri her zaman vardırlar. Bizim onları bilmemiz,[20] gözümüzün açılması ile onları gördüğümüze işarettir. Yoksa onlar bizim bilgimizle var olmuyorlar.

“ Kullarımızdan bir kul ” : Yani bu tip Hızır şahıslar hem çokturlar, hem özerk oldukları halde tamamıyla Bizim düzenimize göre hareket eden kullardır.

“ Rahmeten min ındinâ ” : Rahmet, somut bir imkân ve veri demektir. Fizik âleme bakar. Allah’ın katı ile ifade edilen “ indallah ” ise metafiziğe bakar. Demek bu gibi âlemlerde dahi kendine göre bir diyalektik yapı var.

Rahmeti metafizik âleme isnad etmesi, ve ilmi kendi şahsına vermesi, bilincin ve ilmin Allah gibi sonsuz olduğuna ve bütün âlemlerde eşit bulunduğuna bakar.

İster soyut, ister somut, ister Allah, ister Rahman fark etmez. ( İsra suresinin sonuna bakınız! )

( Âyet; 66 )

Mûsa ( peygamber, yasa, düzen ) ona ( veli ve bilinçli metafizik şahsiyetine ) dedi ki: ‘ Sana doğru bir şekilde öğretilen ve doğru karar vermeye sebep olan ilmi bana da öğretesin, diye sana tabi olmak istiyorum. Ne dersin? ’ ”
( Âyet; 67 )

“ O kul dedi ki: ‘ Sen ( bir beşer olarak ) benimle beraber bulunmaya dayanamazsın. ’ ”

[ Sen beşer olarak veya peygamber olarak yemek, ticaret, mahkeme, devlet ve aile ile yükümlüsün. Benim ise böyle bir sorunluluğum yok. Dolayısıyla sen benimle beraber kalmaya dayanamazsın! ]

( Âyet, 68 )

“ Nasıl olur da, yüzde yüz sana ters gelen ve gerçek mâhiyetlerini bilmediğin şeylere karşı sabredip dayanabilirsin?! ”

( Âyet; 69 )

“ Mûsa dedi ki: ‘ İnşâallah sen, beni sabreden ve hiçbir şekilde sana karşı isyan etmeyen biri olarak bulursun. ’ ”

[ Yani ben Mûsa’yım, kanun ve yasayım. Kanun ve yasanın en temel özelliği, sabretmek, ve isyan etmemektir. Bu iki özellik benim temel karakterimdir. Sen mevcut olan bu iki karakterimi bende bulacaksın. Bunlar bende sonra oluşacak şeyler değil.

Onun için âyette “ setecidunî ” denilmiştir. ]

( Âyet; 70 )

“ Hızır dedi ki: ‘ Eğer bana uyarsan ( yani senin bana uyman zaten şüphelidir. ) Hiç bir şey için beni sorguya tabi tutmayacaksın! Ta o konuda ben sana işin özünü ( manasını, aslını ) anlatıncaya kadar. ’ ”

( Âyet; 71 )

“ Bunun üzerine ikisi yola çıktılar. Nihâyet gemiye bindiklerinde, onu deldi. Mûsa ise dedi ki: ‘ İçindeki ahâliyi batırmak için mi onu deldin! Gerçekten sen asla görülmemiş, tuhaf bir şey yaptın! ’ ”


Âyet 71’in Kelimeleri

Mûsa da, Hızır da başta insanlarla iç içe değiller. Önce yola çıkarlar. Sonra sosyal hayat gemisine binerler. İşte din ve yasa ister ki, o sosyal yapıda insanlar çokça zengin olsunlar, fakat sonsuz bilinç görür ki, bunlar çok zengin olsa, zâlim sömürgeciler tarafından yağmalanacaklar. Rahmetli Özal “ Petrolümüz yok diye Allah’a şükrediyorum ” demişti.

Bütün sembolik literatürde görüldüğü gibi; gemi, sosyal hayat ve sosyal örgütlenmedir. Veya sosyal hayat, deniz; sosyal örgütlenme, gemi olarak gözükür. ( 21. Lem’aya bakınız! )

Sosyal hayatın delinmesi, para, zenginlik ve gelirin kaybolması demektir. ( Münâzarât ) Demek böyle bir durum o insanların fakirliğini netice verir. Fakat onların ölümüne, gark olmasına varmaz. Tam tersi, nisbî de olsa kârda olmalarını sağlar. Evet bu durum, çokça insanî ve hukûkî olmadığından Mûsa, ona “ iğrenç, tuhaf şey ” demiştir.

( Âyet; 72 )

“ Hızır dedi ki: ‘ Ben demedim mi, sen benimle bulunmaya dayanamazsın! ’ ”

( Âyet; 73 )

“ Mûsa dedi ki: ‘ Beni unuttuklarımla sorumlu tutma! Ve yapımdan dolayı, bana zorluk çıkarma! ’ ”

[ Burada Mûsa, yasaların iki kolay tarafını gösteriyor:

a) Kanuna karşı unutkanlığın mazeret olabileceğini,

b) Kanunların zor bir yapı oluşturmamasını...

Fakat düzenin sonsuz ve istisnasız olması, ve sonsuz bilince entegre olması için, Mûsa’nın bu iki tavsiyesi de geçerli değildir. Unutkanlık mazeret oluşturmaz. Ve kanun demek, sorumluluk ve yük demektir. Yoksa anarşi olur. ]

Bu âyetin, hark ve gark, rekibe ve sefine ve benzeri kelimeleri arasında o kadar ahenkli bir mûsiki yapı oluşuyor ki, onun tadına varmak için Arapça’yı ve yüksek dil bilgisini bilmek gerekir.

Rekibe ( bindi ) fiilinin sayısal değeri 222’dir. Matematiksel binişi ve katlarını hatırlatır. “ Ehàraktehâ ” ( Onu neden deldin? ) 1307 eder. İslam Âlemi’nin deliniş tarihidir. “ Gark ” batma manasına gelen kelime de 1300 eder.

( Âyet; 74 )

“ Ve yine çıktılar. Nihâyet sağlam bir erkek çocuğa rast geldiler. Hızır, hemen onu öldürüverdi. Mûsa: ‘ Kısas olmadan, sağlıklı, günahsız bir kişiyi nasıl öldürürsün? Sen gerçekten çok iğrenç bir şeyi ortaya koydun! ’ ”


( Âyet; 75 )

“ Hızır: ‘ Ben demedim mi, sen benimle beraber gelmeye sabredemezsin! ’ ”

( Âyet; 76 )

“ Mûsa: ‘ İşte eğer bundan sonra bir şeyi daha sorgularsam, sen artık kesinlikle bana arkadaşlık etme! Artık benden yana mâzereti elde etmiş olursun! ’ ”



[ Bir Ara Not:

İşârî manada baba, din demektir. Dinî ilkeler baba gibi insan inancını ve kişiliğini oluştururlar. Anne ise çevre ve maddî ortam demektir. İşte eğer gerçekten bir insanın inanç değerini ve çevre imkânlarını, ve başka insanların yaşam haklarını tahrip etmeye sebep olacaksa, kanun suçu yaptıktan sonra onu idam ile cezalandırır. Fakat evrensel sonsuz bilinç ve kader —hiç bir nefsi garaz ve kin işin içine karışmadığından— önceden müdahale edebilir ki, çağlarüstü olarak insan, düşündüğünde kaderin buna benzer icraatını görür.

Fakat devlet ( Mûsa ve mahkeme ) suç olmadan, ceza kesemezler. Kesseler, onlar suçlu olurlar, fizik ve metafizik bilince zarar gelmiş olur. ]

( Âyet; 77 )

“ Yine yola çıktılar. Nihâyet bir yerleşim yerine vardılar. Ahâli, onları misafir edinmeyi kabul etmediler. O ikisi, yıkılmak üzere olan bir duvarı gördüler. Ve hemen Hızır onu düzeltti. Mûsa dedi ki: ‘ Eğer isteseydin, bu iyiliğine karşı bir ücret alabilirdin! ’ ”

[ Bir Not:

Bazı yerleşkeler var ki, onlarda ne yasa, ne ilim, ne de mânevi bir yaşam olur. Bunlar bu gibi değerlerden mahrumdurlar. Sadece güvenliklerini sur gibi maddî araçlara havâle ederler. O da, her an yıkılabilir bir durumdadır.

İnsanlar, özellikle çocuklar, bir nevi yetimdirler.[21] İşte Hızır, gelecek nesillerin faydasına bu gibi hayırsız nesillerin yaşamına destek çıkar. Ve bir ücrete de ihtiyacı yok. Fakat Mûsa’nın, yemeye, vergilere, harcamalara ihtiyacı var. Ve böyle olduğu için zaten arkadaşlık burada bitmiştir. Evli evine, köylü köyüne gitmiştir. ]

( Âyet; 78 )

“ Hızır, işte bu durum, benimle senin aramızdaki ayrılıştır. Sonra ben sana, dayanamadığın şeylerin yorumunu anlatacağım. ”

[ Hemen anlatmıyor, çünkü böyle bir bilgi hukuka zarar verebilir. Halbuki hukuk bilgiden ziyade belgeye dayanır. ]

( Âyet; 79 )

“ İşte gemi denizde ( sosyal hayat denizinde ) çalışan bir kısım miskinlerin idi. ( Kendilerini koruyamazlardı. ) Hem önlerinde ( hem arkalarında ) bir kral vardı; bütün gemileri gasbediyordu. ”

Demek geminin delinmesinden maksat, Hızır’ın onları fakir bırakmasıdır. Yoksa burada fizikî delmekten söz ederdi.

Âyette geçen “ Wera ” kelimesi, hem önlerinde, hem arkalarında... manasına geldiğinden tefsirlerde ikisi de zikredilmiştir. Evet yağmacılar, her taraftan gelebiliyorlar.
Sahih rivâyette var ki, o kralın ismi “ Hûded ibn-i Bûded ” imiş. Bu iki kelime etimolojik olarak, çokça zorba oğlu çokça yıkıcı manalarına gelir.

“ Hedde ”, yıktı; “ Bedde ” zorunlu tuttu demektir.

( Âyet; 80 )

“ O genç oğlan ise, onun ebeveyni mümin idiler. Çocuğun ( kader çizgilerinde ) onlara karşı azgınlık ve nankörlük görünüyordu. Biz o ana-babaya —mümin oldukları için— böyle bir şeyin yapılmasından korktuk. ” ( Çünkü bu İlâhî kader terazisinde zulüm olarak kalırdı. )

( Âyet; 81 )

“ İşte Biz ( ve bizim sonsuz bilincimiz ) istedik ki, onların Rabbi daha sağlıklı ve akraba ilişkilerine daha yakın bir çocuk ile onu, onlar için değiştirsin. ”

( Ve belki de bu yeni kardeş ve yeni nesil onun da kurtulmasına ve mâsûmiyetine sebep olur. )

( Âyet; 82 )

“ Duvar ise, şehirdeki iki yetimin idi. Altında onların bir hazinesi vardı. Babaları da çok faydalı idi. İşte senin Rabbin istedi ki, onlar ergenliklerine kavuşsun, hazinelerini çıkarsın, Rabbinden somut bir rahmet olarak... Ben bunu kendimden yapmadım... Senin dayanamadığın şeyin yorumu işte budur. ”[22]

[ Olaylar üç iken, bu yorum âyetinde zamirin müzekker tekil olması gösteriyor ki, üçünün de mâhiyeti birdir. Ve böyle sonsuz bilinç ile olan işler çokça önemlidirler.

Belki de sadece son olayın önemine bakar. Evet, din ve çevrenin kurtulması ve fayda görmesi, gelecek nesillerin sağlıklı, inançlı ve bilgili olmaları hürmetine bazı mâsûm ama inançsız insanların yaşamına yol verilir.

Evet, târih böyle durumlarla doludur. Bakara sûresinde 40-80. âyetlerin arasında bu gibi işâretler vardır. ]

Âyette “ Ben bunu emrimden yapmadım ” sözü der ki, kâinatta nasıl yasal, düzenli, ve Mûsevî çokça durumlar var; aynen öyle de, olağanüstü, nâdir ve sonsuz bilinç isteyen işler de vardır. Ferdî, sosyal ve dönemsel dirilişler bu ikinci gruba girerler.

Âdeta, dünya ve Mûsa ve toprak, olağan idare gibidir. Kıyâmet, Hızır ve hava hareketleri olağanüstü yönetim gibidir. Askeriye de böyle olduğundan, onlarda alttan soru sormak, onları yargılamak yok. Yani bazı devletler sivildir, diğerleri askerîdir.




Hızır Hakkındaki Rivâyetlere Bir Göz Atış

Hemen hatırlatalım ki, siyer kitaplarından anlaşıldığı gibi; burada kıssadan hisse, Hızır Hz. Muhammed’dir. Evet, O ( A.S.M. ) dengeye ve İbrahimî geleneğe, İlâhî Evrensel Bilince dayanarak bir kısım yenilikler yapıyordu. Fakat Medine ve medeniyetin Yahudi âlimleri ( Mûsa ) “ Bunlar, Tevrat’a ( yasaya ) uymuyor ” diye itiraz ediyorlardı. O ise “ Ben bunları kendimden yapmıyorum, ancak Allah’ın emriyle yapıyorum ” diyordu.

Evet, Hızır kavramının sayısal ( ve evrensel ) değeri 1600’ dür. Bu da âyet ve hadislerin işâret ettiği gibi, Hz. Muhammed’in ve İslam’ın ( Mûsa yönüyle değil de ) mânevi ve sonsuz bilinç yönleriyle ömrüdür. Ki, bu ömürden sonra, maddî veya mânevi bir kıyâmetin kopacağı anlaşılır. ( B. Said Nursî, K. Lahikası’nda bu işâretleri âyetlerden ve sahih hadislerden istihraç etmiştir. )

İşte Rivâyetler ve Kaynakları:

[ Bu notları Hızır ile ilgili yazılmış Arapça bir kitaptan sırasıyla buraya alacağımdan, notların başta birbiriyle ilişkileri görünmeyebilir. ]

a) Hızır’ın ismi konusunda değişik görüşler söylenmiştir. Şöyle ki: Belyan ibn-i Melkan ( yerleşik düzenin bilinçli belası ), İlya ( Allah’ın adamı ), Muammer ( uzun zaman yaşayan ), Ermiya ( İlâhî bilinçli musibet ), Ahmed ( peygamberin Muhammed yönü değil de, veli yönü ), El-Yesa’ ( bilinç gücü ) denilmiştir.[23]

b) Babasının ismi de şöyle sıralanmıştır: Melkan ( yerleşik medeniyet ), Ayil ( kafile ), Kabil ( şehirli ), Firavun ( Batı Medeniyeti ), Tayfa ( dolaşan )...[24]

İbn-i Abbas’tan rivayet edilmiş ki, O Âdem’in oğludur. ( Yani insanlığın bir hali ve durumudur. )

c) Vehb ibn-i Münebbih demiş ki: “ Onun ( Hızır’ın ) nesebi, Sam ibn-i Nuh’a varır. ” ( Ki genelde bu kültür, Sâmî milletlerde gözükmüştür. )[25]

d) Bir rivâyette, Mûsa’nın kardeşi Harun’un torunudur. ( Yani herkesin bildiği gibi; Mûsa, şeriatı, dini ve yasayı temsil eder. Harun ise velâyeti, mânevi bilinci temsil eder, ki bütün Yahudi tarikatları Harun’a dayanır. İslam tarikatlarının Ali’ye dayandığı gibi… )

e) Taberî, Abdullah ibn-i Şu’zeb’den rivayet etmiş ki: “ Hızır, Fars oğullarındandır. İlyas ( veli peygamber ) ise Benî İsrâil’dendir. ”[26]

Hızır, o Zâtın lakabıdır. Buhârî ve diğer büyük muhaddisler peygamberden rivâyet etmişler ki, onun lakabı Hızır’dır. “ Çünkü O, ak, kuru bir toprak üzerine oturduğunda, o yer anında titreşip yeşillenirdi. ”[27]
İkrime ve Süddî’den de benzeri manalar, rivâyet edilmiştir.

İsâbe’de, müttefekun aleyh olarak kaydedildiği gibi, Onun künyesi “ Ebu’l-Abbas ” ( ekşilikler babası )’ dır.

İşte bu Zât, kollektif velâyet bilinci olduğundan yani onun somut görüntüleri hem çok, hem değişik gerçekleri temsil ettiğinden Kur’an onun ismini zikretmemiştir. ( Fî Zılâli’l-Kur’ana bakınız! )

f) Rivâyette ( aynı kaynaklarda ) var ki, O ( A.S. ), İbrahim zamanında yaşamıştır. ( Yani böyle bilinçler, çokça denge, İslam ve mâneviyâtın egemen olduğu dönemlerde olur. )

g) Başka bir rivâyette, “ O ve Makedonyalı İskender[28], teyze oğulları imişler. ” [ Yani biri mânevi anarşizmi yenmiş; diğeri maddî anarşizmi bitirmiştir. 300 yıl insanlık bir nevi Asr-ı Saadet yaşamıştır. ( Çünkü, İskender, hem düzeni getirdi, hem de Doğu ile Batı’nın sentezini yaptı. ) ]

h) Taberî’nin rivâyetine göre: “ O, İran kralları zamanında yaşadı. ” ( Onun için İran’da mistik hareketler çok görünür. ) [ Taberî ( 1/188 ) ]

ı) Rivâyette var ki: “ O, yemeden, içmeden, evlenmeden yaşardı. ” [ El-Bidâye ve’n-Nihâye ( 1/331 ) ]

i) Çoğunluğun görüşüne göre, O, veli bir kişilik idi. Peygamber değil idi. [ İbn-i Kesîr ( 3/99 ); Kuşeyrî ve Yâfiî, ( 48-80 ) ]

[ Yani medeniyet ve kültürün bir sembolü olan âdemiyet, ve velâyet ve mâneviyâtın bir simgesi olan Hızırlık ve siyâset ile devletin bir kişiliği olan Zü’l-Karneyn, peygamber olmasalar da, peygamberâne icraatı ve neticeleri gösterdiklerinden, genelin bilinci onlara peygamber nazarı ile bakmışlar. Fakat dinî metinlerde onların peygamber olduğuna dair bir nass yoktur.

Ayrıca bütün peygamberler, hem kültür ve din adamı, hem veli kişiler olduklarından, hem bir devlet ve düzen getirdiklerinden bu iki farklı kategori birbirinin içine girmiştir. ]

j) İbn-i Arabî, tamamıyla velâyet üzere gittiğinden “ O, bir peygamberdir ” demiştir. [ Rûhu’l-Maânî ( 15/329 ) ]

k) Kurtûbî, Sa’lebî ve bir kısım muhaddisler, Onun peygamberliğini iddia etmişlerse de, delilleri açık ve güçlü değildir. Velâyetin peygamberâne icraatını vahiy ile ve şeriat ile karıştırmışlar.

İmam-ı Rabbânî ise, velâyetin, nübüvvet ile iltibas edilmesine karşıdır.

l) Rivâyette var ki: “ Hızır, aynu’l-hayat ( ebedîlik çeşmesi ) ve ( bilinç ) denizi sahilinde duruyordu. ” [ Fahreddin-i Râzi ( 21/ 144 ), İbn-i Cerîr-i Taberî, Târih ( 1/191 ), Askalânî, Fethu’l-Bâri ( 8/ 312 ) ]

m) Buhârî’nin rivâyetine göre, “ Mûsa’nın fetâsı ( yiğidi ) Yûşa ibn-i Nûn idi... Tevrat’ta var ki, Mûsa Arz-ı Mev’ûd’u kuramadı. Ondan sonra gelen iki yiğit: ‘ Yûşa ibn-i Nûn ( ilimden kaynaklanan güç ) ve Kàleb ibn-i Yefünne ( fenden kaynaklanan teknoloji ) Arz-ı Mev’ûd’u kurdular. ” ( Yûşa Kitabı )

n) Buhârî’nin rivâyetine göre, “ Balık denize girinceye kadar çırpındı. Nihâyet, taşın içine delik açar gibi, suyun içinde bir dehliz ve yol açmıştı. ” [ İrşâdü’s-Sârî ( 7/223 ) ]

o) Buhârî ve Müslim’in rivâyetine göre: Allah, Mûsa’ya dedi: “ Ölü bir nun ( balık, bilinç ) edin. Onun dirildiği yerde sen, maksadına ulaşmış olursun. O ise uyudu ve bu işin takibini Yûşa ibn-i Nûn’a bıraktı. ” [ Fethü’l-Bâri ( 8/ 313 ) ]

ö) Aynü’l-Hayat ( ebedîlik çeşmesi ) ve ebedilik sembolü olan “ Kaya ” hakkında [ Taberî ( 1/192 ), Rûhu’l-Maânî ( 15/ 314 ), Fahreddin-i Râzi, ( 21/ 146 ) ]’ ya bakınız!

p) Mûsa ve Hızır gemiye binince bir serçe gagasını denize daldırdı. Hızır, Mûsa’ya dedi ki: “ Bütün mahlukatın ilminin Allah’ın ilmine göre oranı, bu gaganın denize göre oranı kadardır. ” [ Buhârîî ( 5/235 ) ]

r) Rivâyette var ki, “ Deccal’in defalarca öldürdüğü halde ardından tekrar dirilen kişi Hızır’dır. ” ( Müslim, Nevevî Şerhi ile ( 18/ 71-72) ]

* * *

( Âyet; 83 )

“ Onlar, ( insanlar ) senden Zü’l-Karneyn’i soruyorlar. Sen vahiy dili ile de ki: ‘ Ben ( onun târihî yönünden değil de ) onun hakikatinden ve misyonundan size bir zikir ( mesaj ve bilgi )söyleyeceğim. ’ ”

[ Sûrenin başından buraya kadar, bilincin, ebediyetin, canlılığın, fizikî ve olağanüstü yaşam biçimlerinin binler çeşidini gördük. Şimdi sıra, bunlardan sonra gelen siyâsî bilince ve devlet bilincine geldi. Bu bilinç insanın son ölümünden önce, insanlığı kurtaran bir olağanüstü gücün gelişini ifade ediyor. Bu bilinç, insanlığın ilk dönemlerinde, insanlığı, Ye’cüc-Me’cüc’lükten ( vahşîlikten ) kurtardığı gibi, son dönemlerinde de yine, insanlığı dinsizlik ve anarşizm ateşinden kurtarmıştır.

Ayrıca Hz. Muhammed’in 63 + 20 sene istikametli hilâfet yaşına bakar. Ve ayrıca bu son asırda 83 sene hizmetiyle, dinsizlik ve anarşizm ateşini söndüren —O’nun tabiri ile— Sedd-i Zü’l-Karneyn[29] inşa eden bir Kur’an hàdimine bakar.

Zü’l-Karneyn’in gücü —Hz. Muhammed’de göründüğü gibi— dünya-âhiret, madde-mana, din-siyaset, Doğu-Batı bütünlüğünü yakalaması ve dengelemesindedir. Zaten Zü’l-Karneyn, iki boynuz ( iki güç, iki çağ, iki yön ) sâhibi manasına gelir.

Bu arketip ve mânevi şahsiyet, diğer şahsiyetler gibi küllîdir; târihî bir bireye mahsus efsanevî bir şahıs değildir. Onun için, mana ve mâsadaklar olarak —tefsirlerde— yüzlerce örnek verilmiştir.
Evet, âdil ve gerçek şekilde dindar olan bütün devlet başkanları, bütün peygamberler, bütün mürşid zâtlar, birer Zü’l-Karneyn’dirler. İşte gelin bakın, bu gerçeği Kur’an ne güzel bir şekilde bize sunuyor. ]


( Âyet; 84 ) [ Hayatı onarma gerçeği ]

“ Biz, o Zülkarneyn’e yeryüzünde bütün olabilir imkânları sağladık. Ve her şeyden kullanılabilecek yol ve yöntemleri ona verdik. ”[30]

( Âyet; 85 )

“ O da bir sebebe ( yol ve yönteme ) tâbi oldu. ”

Âyetlerin Kelimeleri:

“ Biz ” : Yani yeryüzündeki bütün sistem, bir imkân ve araç oldu.

“ Mekkennâ/Temkin ” : İmkân sağlama, yerleştirme manasına gelir. İmkân manasıyla olabilirlik çerçevesini hatırlatır.

“ Fi’l-Arzı ” : Yeryüzünde... Demek Zü’l-Karneyn gerçeği yeryüzünde olmuş. Uzayda olmamıştır.

Âyetin son cümlesinin asıl manası şudur: “ O, her şeyi bir araç ve sebep yapabildi. ”

Sebep, neden, yol, yordam manasına gelir. Yani yol, insanı belli bir hedefe götürdüğü için ona da sebep ( neden ) denilmiştir.

“ O da bir sebebe tâbi oldu. ” ( Yani bütün sebepleri kullandı )

Çünkü iki gücü birleştirdiğinden her şeyi kullanabilir, duruma gelmişti.

( Âyet; 86 )

“ Nihâyet güneşin battığı yere ulaşınca, güneşi sıcak ( buharlı ) bir çeşmede batıyor,[31] gördü. ”

[ Yani Atlas Okyanusu’nun kenarına geldi. ]

“ Onun yanında bir kavim ( millet ) buldu. Biz ‘ Ey Zü’l-Karneyn, ya bunları azaplandıracaksın veya onlar içinde güzel bir yönetim tutturacaksın. ’ dedik. ”

( Zü’l-Karneyn de diyalektik siyâsetini, ve adâletini şu şekilde buyurdu: )

( Âyet; 87 )

“ İşte kim zulmederse, arada zaman geçse de biz onu azaplandıracağız. Sonra o Rabbine döndürülecek. O ona görülmemiş bir azap verecektir. ”

( Âyet; 88 )

“ Kim de iman edip yararlı işler yaparsa, işte onun mükafâtı çok güzel olan cennettir. Biz ona şeriatımızdan kolay bir buyruk söyleyeceğiz. ”

[ Bu üç ayet, Batı Medeniyeti’nin üç aşamasını ve Batı İnsanı’nın düzenli yaşayışını bize açıkça bildiriyor. ]

( Âyet; 89 )

“ Sonra başka bir yola tâbi oldu. ”

( Âyet; 90 )

“ Nihâyet güneşin doğduğu yere ulaşınca; baktı, güneş, bir kavim üzerine doğuyor ki, onları güneşten koruyacak bir örtüyü onlar için yapmamıştık. ”

[ Zü’l-Karneyn’in diyalektiğine göre, Batı’dakiler medenî iken, Doğu’dakiler çırılçıplak, evsiz-barksız ve hayvan derecesinde yaşayan bir vahşî kavim idiler. İşte Zü’l-Karneyn bunlar için bir şey yapamıyor. Onları bırakıp kuzeye doğru yeni bir yol tutuyor. ]

( Âyet; 91 )

“ Evet, Zü’l-Karneyn böyle yaptı. Çünkü Biz onun yanındaki bilgi imkânlarını kuşatmıştık. ” ( Biliyorduk. )

[ Evet, din ve medeniyet ve yasa ve savunma, medenî olan; az veya çok gelişmiş insanlar içindir. Hayvanlara din gelse de, kırk bin sene uğraşılsa da bir şey çıkmaz. ]

[ Bunların yani tamamıyla vahşî olan bu kabilenin Doğu Afrika’da olmaları kuvvetle muhtemeldir. ]

( Âyet; 92 )

“ Sonra yine yeni bir yola tâbi oldu. ”

( Âyet; 93 )

“ Nihâyet iki dağın ( silsilelerinin; Kafkas ve Toros dağlarının ) birleştiği yere ulaştı. Baktı, önlerinde bir kavim var. Nerede ise hiç bir sözü anlamıyorlar. ”

[ Demek az da olsa, insan anlayış sâhibi ise; ona din ve düzen ve Zü’l-Karneyn fayda verebilir. ]

( Âyet; 94 )

“ O kavim dedi ki: ‘ Ey Zü’l-Karneyn, Ye’cüc-Me’cüc ( kendi kendilerini yiyen kabileler ) yeryüzünde bozgunculuk yapıyorlar. Bizimle onlar arasında bir sed yapasın diye, sana vergi verelim mi? ’ ”

( Âyet; 95 )

“ Zü’l-Karneyn dedi ki: ‘ Rabbimin bana verdiği imkân, sizin duvar seddinden daha iyidir.[32] Bana kuvvet ile yardım edin. Sizinle onlar arasında bir döküm yığalım. ’ ”

( Âyet; 96 )

“ Bana demir kütüklerini getirin. Nihâyet iki sadef gibi birbirine karşı gelen iki dağın ortasını doldurunca ‘ Onu körükleyin! ’ dedi. Nihâyet o demir yığınları ateş olunca ‘ Getirin bana, üzerine petrol dökeyim ’ dedi. ”

( Âyette geçen kıtr kelimesi, petrol manasına geldiği gibi, bakır manasına da gelir. Evet, insanlık, demirden sonra, önce bakır teknolojisi ile, sonra petrol ile kendini korumuştur. )

[ Bu diyalogdan anlaşılan, târih boyunca mazlum milletlerin, taştan sedlerle, sonra demir sedlerle, sonra demirden olan silahlarla ve en sonunda petrol ile kendilerini savunmalarıdır. Bütün bu 10 bin yıllık savunma sanâyii târihi, Zü’l-Karneyn ile ifade edilmiştir ki, Çin Seddi, Kuzey İran’daki Derbent Seddi ve Kuzey Irak’taki demir sed bunlardan sadece bir kaçıdır. ]

( Âyet; 97 )

“ Artık o Ye’cüc ve Me’cüc o seddin üstünden atlayamadılar. Ve artık onu delemediler. ” Âyet 82’deki “ Sataa ” kelimesiyle ilgili not burada da geçerlidir.

( Âyet; 98 )

“ Zü’l-Karneyn dedi ki: ‘ İşte kıyâmete kadar Ye’cüc ve Me’cüc’ün bu suru ve bu seddi aşamamaları, Rabbimin ( dinin ve devletin ) özel bir başarısıdır. Fakat Rabbimin kıyâmet vaadi gelince onu yerle bir eder. Hiç şüphesiz Rabbimin vaadi gerçektir. ’ ”

[ Evet, din ve devlet o günden beri insanlığı Ye’cüc ve Me’cüc’den ( anarşizm ve düzensizlikten ) kurtarmıştır. Fakat kıyâmete yakın Allah’ın somut rahmeti olan o düzen yıkılır. İnsanlar yine birbirine girer. ]

( Âyet; 99 )

“ Evet, o gün ( kıyâmet günü veya ona yakın dönemde ) insanları bırakırız. Dalgalar şeklinde birbirine girerler. Sonra Sûr’a üfürülür. Biz de onları cezalandırmak için onları toplamış oluruz. ”

( Âyet; 100 )

“ Ve kâfirler için cehennemi ortaya çıkartırız. ”

( Âyet; 101 )

“ O kâfirler ki, bizim mesajımızı görmeye karşı gözleri bir kılıf içinde idi. Ve hiç bir şey işitemiyorlardı. ”

( Âyet; 102 )

“ Yoksa o kâfirler, benim kullarımı[33] bana karşı sahipler olarak edineceklerini mi sandılar?! Biz gerçekten cehennemi kâfirler için bir menzil yapmışız. ”

( Âyet; 103 )

“ De ki: ‘ Amelce en zararlı olanları size haber vereyim mi? ’ ”

( Âyet; 104 )

“ Onlar ki,[34] dünya hayatında yaptıkları her şey kaybolmuştur. Halbuki, onlar güzel sanatlar yaptıklarını sanıyorlardı. ”

[ İşte bilinçsizliğin en kötü şekilleri ve en çukur yönleri! ]

( Âyet; 105 )

“ İşte bunlar, Rabblerinin belgelerini ve onunla buluşmayı inkâr edenlerdir. Bütün yaptıkları boşa gitmiştir. Artık kıyâmet günü onlara bir değer, bir tartı vermeyiz. ”

( Âyet; 106 )

“ İşte bunlar, inkâr ettikleri ve âyetlerimi ve peygamberlerimi alay konusu edindikleri için onların tek mükafâtları cehennemdir. ”

( Âyet; 107 )

“ Bunlara mukàbil iman edip sâlih ( yararlı ) işler yapanlara ise, en yüksek cennetler ( firdevsler ) konakları olacaktır. ”

( Âyet; 108 )

“ Onlar orada ebedîdirler. Ondan asla ayrılmak istemezler. ”

[ Evet, kâinat, sonsuz bir bilinçten oluşur. Ve bu sonsuz bilincin en verimli yönü dünyanın imtihan için kurulmasıdır. Ve Kıyâmet ve Haşir ile neticelenmesidir. İşte bu iki hakikatin en güçlü ve açık delili vahyin sonsuz bilgileri ve sonsuz bilincidir. ]

( Âyet; 109 )

“ De ki: ‘ Eğer deniz, Rabbimin kelimeleri ( bilgileri ) için mürekkep olsa, Rabbimin kelimeleri bitmeden deniz biterdi. O denizi onun gibi başka bir deniz ile desteklesek de... ’ ”

[ Evet, Okyanus silikon maddesi olsa ve bütün Asya toprakları kasa olsa, insan beyninin içindeki bilgileri yazıp bitiremezler. İşte böyle bir gerçeğe karşı insanoğlu için en önemli görev bu sonsuz bilince tâbi olması ve ona ayak uydurmasıdır. Şirk, bölücülük ve ikilik ile o sonsuz bilince nisbî de olsa zarar vermemesidir. O sonsuz bilincin zirvesi olan firdevslere çıkmasıdır. Ebedî ve sonsuz ve bilinçli bir hayatı hak etmesidir. ]

( Âyet; 110 )

“ Sen bu vahiy diliyle de ki: ‘ Ben ancak sizin gibi bir beşerim. ( Bir ten’im. ) Tapmanız ve uymanız gereken Mâbudunuzun tek bir ilah olduğu bana vahiy ile bildiriliyor. Artık kim, diyalektik ve imtihan süreci ile onu terbiye eden Rabbine kavuşmak istiyorsa, yararlı işler yapsın; ve Rabbine yaptığı ibadette hiç bir kimseyi ortak etmesin! ’ ” ( Bilinci, tevhidi, bütünlüğü, canlılığı bozmasın. Bu sayede sonsuza ve ebediyete kavuşsun! )


Son Bir Hatırlatma

Ye’cüc ve Me’cüc’ün seddi geçemeyişini bildiren 97. âyetin sayısal değeri 2227’ dir. Demek bu târihte anarşizm kapıları açılacak, insanlar birbirlerini yiyecek, sosyal ve ailevî ve dinî bilinç tamamıyla ortadan kalkacaktır. Âyetin birinci cümlesinin değeri ise 1444’ tür. Önemli bir önleme ve çâreye işârettir. O târihte gelecek bir Zü’l-Karneyn’i gösterir. Kur’anın Evrenselliği adındaki tefsirimize bakınız!

Ye’cüc-Me’cüc ifadeleri kelime olarak, ateşin ateşi yemesidir. Evet, sosyal, ailevî ve dinî bilinç gidince, insanlar birbirini yiyen ateş parçaları olacaklar. Bu şekilde maddî kıyâmetten önce mânevi bir kıyâmet kopmuş olacaktır. İşte bu gibi hikmetler için, 5.000 sene önce olan Ye’cüc ve Me’cüc bahsine bitişik olarak kıyâmet âyetleri gelmiştir. ]


Son 5 Not

A) Jung, bu surenin evrensel bilinç ile ilgili olduğunu tespit etmiştir. Fakat sûre içinde gördüğümüz bin küsûr bağlantıyı bilmediğinden “ Sûre, Arap aklına hitap etmekle beraber —haşa!— çokça karışıktır ” diyebilmiştir.

B) Ve işte bu bin küsûr bağlantıyla beraber, bu Kehf’ te ( mağarada ) sonsuz bir ahengi ve müziği işitmeniz için, yüksek derecede gramer, dil felsefesi ve fonetiği bilmeniz gerekir.

C) Bu gibi Kur’anî mûcizelikler gösteriyor ki, inananların elinde 10 bin atom bombası değerinde 10 bin mânevi değer var. Fakat onları hurâfeleştirmekle, onları 10 bin çürük yumurta haline getirmişiz. Bilincimizi kaybetmişiz.

D) Âyette bilinçsizlik manasında, şirk ve bölücülük geçtiği halde ölüm kelimesi geçmiyor. Çünkü sonsuz bilinç mekanizması içinde ölümün yeri yoktur.

E) Âyetçe sâbittir ki, “ Onlar orada ( cennette ) 1. ölümden ( bireysel ve bencil bilinçlerinin ölümünden ) başka ölüm tatmazlar. ” İşte bunun için hadis: “ Ölmeden önce ( nefsen ) ölünüz ” diye buyuruyor! Yani eğer bencilliği aşarsanız dünya dahi bir bilinç ve güzellik cenneti olur.

28. 08. 2007
Bahaeddin SAĞLAM




EK-1

Âyet 52’de “ Allah’ın, benim ortaklarım diye iddia ettiğiniz şeyler... ” cümlesi, “ Benim ” manasına gelen “ Yâ ” ( ى ) ile yazılmış. Hat ve yazı diliyle âyet diyor ki:

“ Benim ortağım, olamaz. Çünkü ben Sonsuz’um. Fakat benim Ehadiyet Tecellîlerime, insanlar ortaklar koşabileceklerini sanıyorlar. Ama bu da bir iddiadır. ”

Âyet 42’de, müslümanın, müminin ben’i, belirgin olmadığından, “ Eğer ‘ Beni ’ görüyorsan! ” ifadesinde ise “ Beni ” manasına gelen “ Yâ ” ( ى ) kullanılmamıştır.

Âyet 62’ de, Mûsa’nın Hızır’a “ Bana öğretesin ” ifadesinde de, ilmin sırf Mûsa için olmadığına ve Mûsa’nın benliği ve kimliği yasa olduğuna, yasanın da olağanüstülüğe yatkın olmadığına işâreten yine “ Yâ ” ( ى ) kullanılmamıştır.

Fakat “ Beni sabreden ve isyan etmeyen biri olarak bulacaksın ” âyetinde ise “ Yâ ” harfleri kullanılmıştır. Çünkü sabır ve isyan etmemek, yasanın temel karakteri ve benliğidir.

Hızır’ın konuşmalarında ise, “ Beni ” manasına gelen “ Yâ ” harfleri dâima yazılmıştır. Çünkü Hızır ( evrensel bilinç ) güçlü bir Ben’dir. Zaten sûrenin ana konusu da bu bilinç ve benliktir. İşte harflerine kadar sûrenin örgüsünün ne kadar mûcize olduğunu görün!

* * *

EK-2

İşte gördüğünüz gibi, bu sûrenin ana konusu bilinçtir. İlâhî, evrensel ve ölümsüz olan sonsuz bilinçtir. Bunun da insandaki bilinç gibi, üç temel duyusu var. Lokmân ( bitkisel şehevî güç ), Zü’l-Karneyn ( hayvânî savunma gücü ) ve Hızır ( melekî akıl gücü )... Ve gerek bu evrensel bilinç, gerekse kişisel bilinç dengede oldukları zaman tavan yapmış olurlar. Ayrıca birbiriyle entegre oldukları zaman, kâinat ve bütün varlık kemâle ererler. Hamd, Varlık, Sonsuzluk anlaşılır ve tadılır.

* * *





EK-3

Hızır’ın Yaptığı Üç İşin Gerekçelerinin Değişikliği

1) Bir toplumda maddî bir musibet ve sıkıntının olması için Allah’ın emriyle bir velinin irâdesi ve duası yeterlidir.

2) Fakat zâhiren mâsûm bir insanın ölmesi içinse, evliyadan veya meleklerden bir kurulun irâdesi ve teşebbüsü gerekir.

3) Amma eğer bir iş bütün evreni, bütün sistemi ilgilendiriyorsa —mesela: bir çağın tamamen dinsiz yaşaması gibi— o zaman, sonsuzluk ifade eden İlâhî irâde ve yaratma gerekir.

İşte bu üç nükte için, Hızır, “ Sosyal hayat gemisinin delinmesini ‘ Ben istedim ’; o mâsûm çocuğun öldürülmesini ‘ Biz istedik ’; ve o toplumun değerlerden yoksun yaşamasını ‘ Senin Rabbin istedi ’ ” demiştir.

Ve bu üç meselede de asıl yetki ve iznin Allah’ın olduğunu bildirmek için “ Ben bunu kendimden yapmadım ” diye söylemiştir.

[1] Bakınız, Bediüzzaman Said Nursî, Şuâlar, 11. Şuâ...
[2] Özellikle reanimasyon ( yoğun bakım ) hekimleri iyi bilir ki; uzun süre yatan hastalarda eğer hastaların pozisyonu değiştirilmezse dekibütis ülseri denilen ciddi, ölümcül, yaygın enfeksiyona açık cilt/cilt altı yaraları oluşur. ( Uzm. Dr. K. Önder YILDIRIM )
[3] İnsanın 7 duyusu + nefsi... Ashab-ı Kehf’in küçük bir modeli.
[4] Lafzen meâli: “ Size üstün gelirlerse... ” Demek bu dönemden önce sırlar, düşmana verilmiyor imiş. Demek eğer sırrını koruyamıyorsan yeniksin!
[5] 4 ve onun bir katmanı olan 22 sayısı, maddeyi ve materyalizmi ve bundan dolayı kıyamete yakınlığı ifade eder, 22. Sûre’ye ve Matta İncili’nin 22. Bab’ına bakınız!
[6] Âyette geçen “ tilâvet ” uymak manasına gelir. Çünkü bir şeyi tilâvet edip okuyan kişi de metne ve kitaba uyarak okuyor. Burada ise okuma manasıyla bu kelimenin bir manası olmuyor. Onun için “ Vahye uy! ” manasında tercüme ettik.
[7] Sıkıntı ateşini söndürmek için bu insanlar, seks suyuna başvururlar. Fakat namus gibi bilinçler işin içinde olmadığından kıskançlık ve maddî güzelliğin yetersizliği ateşiyle yanıp çirkinleşiyorlar. ( Eymen )
[8] Mâden kelimesi de aynı kökten gelir.
[9] Neticelendirme manasına gelen “ ukba ” kelimesinin “ ya ” ile değil de direkt olarak “ elif ” ile yazılması, O’nun neticelendirmesinin muhakkak olduğuna işarettir. Ve kafiye uyumu içindir.
[10] Bir kısım arkadaşlarım, son bu âyeti “ Dünya hayatının misali bir su gibidir ki... ” şeklinde meallendirmemi yanlış buldular. “ Burada teşbih suya değil de, çer çöp olan bitkilere göredir. Bu birleşik bir teşbihtir ” dediler. Ben onların hatırı için yukarıdaki meâli değiştirdim. Fakat sûrenin ana konusu bilinç olduğundan ve dünya hayatının bilinçli ve sağlıklı sebebi su olduğundan âyet, “ Bu su bir gün gideceği gibi dünya hayatı da bir gün gidecek ve dünya susuz bir çöl olacak ” diyor. Ayrıca âyet, birleşik teşbih olsaydı, teşbih edatı direkt olarak su kelimesinin başına gelmezdi, “ we kezâlike ” gibi bir ifade seçilirdi.
[11] Bakınız, Nesefî Tefsiri...
[12] Bu kelime biyolojik ve sosyal düzenleri hatırlatıp haşri gösterir.
[13] Âyette “ ya weylenâ ” yerine “ ya weyletenâ ” denmesi, onların acısının keskinliğine ve net olarak göründüğüne işarettir. “ Bu kitaba ne oluyor! ” sözünün yazılış şekli “ Bu kitabın malı olan içindekileri, ne müdhiştir ” şeklinde de okunabilir. Onun için Kur’anın imlasında yanlış vardır, diyenler, yanlış diyorlar.
[14] Bu ifade başka bir açıdan da, yeryüzündeki varlıklar içinde en aciz ve en çok ihtiyaçlısı olan insanın bu hilafete liyâkati olmadığını gösterir. Ve Sistemin, insana konuşmayı ve bunun sonucu olarak varlıklar üzerine tefekkür etmeyi ve onlara isim koyarak onları sahiplenmeyi ve kontrol etmeyi öğrettiğini belirtir. ( Rahman Sûresi ) Ve bunun olağanüstü bir şey olduğunu “ Emr ” kelimesiyle ifade eder. Kur’anda “ Emr ” kelimesi olağanüstülükler için kullanılır. Bu açıdan bu âyette “ Emr ve Biz ” kelimeleri arasında diyalektik var. ( Eymen )
[15] Bu yemin kipi dahi Arapça’da bir şeyin önemine dikkat çekmek içindir. Demek dil yapısına bakıp bizim Allah’ı bir insan gibi düşünmemiz ( teist olmamız ) doğru değildir.
[16] Sonra bu görüşleri sıralayıp teker teker yorumlarını vereceğiz.
[17] Kıssadan hisse onun yiğidi, burada Ali’dir. Mûsa da kendisidir. Ki sahih hadiste “ Ali’den daha büyük yiğit yoktur ” denilmiş...
[18] Tevrat’ta, Allah’tan, “ İsrail Oğullarının Kayası ” şeklinde bahsedilmesi bu kaya sembolizminin evrenselliğini gösterir.
[19] Bu kelime açıkça işâret eder ki, ruhanîlerin de, mutasavvıfların da en son varabilecekleri güzel nokta, Allah’ın sistemine tam bağlı olmak, ona entegre olmaktır. Abd kelimesinin manası budur. “ Kullarımızdan bir kul ” ifadesi bildirir ki, Hızır gerçeğini gösteren çok veliler ve şahıslar ve örnekler var. O, sadece bir târihî şahıs değildir.
[20] Bakınız, Bediüzzaman Said Nursî, 29. Mektub, 9. Kısmın Zeyli, 4. Hatve... O, burada, bilincin kökeninin tesbitinde “ vecede ” kökünden türemiş iki kelime kullanmıştır.
[21] Bu ifade, Allah’a ve âhirete imanın, baba ve anne sembolizmine uyarlanmasına dayanır. Bu noktadan, Allah’a ve âhirete inanmayan bir nesil, yetimdir, hayırsızdır.
[22] Dayanamadığın manasına gelen “ mâlem testatı’ ” kelimesinin “ mâlem tastı’ ” şeklinde yazılması Mûsa’nın gücünün kısalığına ve eğer sabretseydi, bunun üstesinden geleceğine işarettir. Çünkü “ Sataa ” dama çıkmak, üstesinden gelmek manasına gelir.
[23] İmam Nevevî, Tehzibü’l-Esmâ; İbn-i Kesîr, El-Bidâye ve’n-Nihâye ( 1/236 ); İbn-i Hacer, El-İsâbe Fî Temyîzi’s-Sahâbe ( 2/115 )
[24] İmam Nevevî, Tehzibü’l-Esmâ; İbn-i Kesîr, El-Bidâye ve’n-Nihâye ( 1/236 ); İbn-i Hacer, El-İsâbe Fî Temyîzi’s-Sahâbe ( 2/115 ) ve Fethü’l-Bâri ( 6/309 )
[25] Rûhu’l-Beyan, ( 15/ 309 ), İrşâdü’s-Sârî ( 5/384 )
27 Askalânî, El-İsâbe ( 2/115 )
28 Askalânî, Fethü’l-Bâri ( 6/309 )

29 Bu manada Büyük İskender, bulunduğu dönemin Zü’l-Karneyn’idir.

[29] Bakınız, Kastamonu Lahikası...
[30] Bu Kehf sûresinin bütünlüğünden açıkça anlaşılıyor ki, insanın şahsî hayatını devam ettiren, kuvve-i akliye, kuvve-i gadabiye ve kuvve-i şeheviyeye mukabil, insan nevinin kollektif hayatını devam ettiren Hızır ( kuvve-i akliye ), Zü’l-Karneyn ( kuvve-i gadabiye ) ve Lokman Hekim ( kuvve-i şeheviye ) var ve varlıkları insanın duyguları kadar katî ve evrenseldirler. ( Lokman sûresi tefsirine bakınız! )
[31] Evet, dünya suyunu ve iklimini en iyi şekilde besleyen çeşme Atlas Okyanusu’dur. Diğer okyanusların akarı ise genellikle tayfun ve seller ile neticelenir. Tam çeşme vazifesini görmez.
[32] Biri demirden, diğeri ise taştandır.
[33] Maddî-mânevi makam sahiplerini...
[34] Bunlar, geçici dünya hayatını bile bile âhirete tercih etmekle tanınan kişilerdir.

Hiç yorum yok: