16 Ocak 2008 Çarşamba

YÛSUF SÛRESİ

بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِ

KUR’ANIN 12. SÛRESİ

YÛSUF SÛRESİ

111 ÂYETTİR


Yusuf kelimesi İbranice bir deyim ve isimdir. Nitelikli, değerli olay, nesne ve kişi demektir. Arapça ve İbranice lehçeleri kardeş olduklarından Arapça şekli ﯧﯘﺻﻒ “ Yûsif ” tir. Nitelik, vasıf ve değer kazandıran eril varlık demektir. İbranicedeki Sad, Sin’e dönüşmüştür. Sûrede sıkça “ Yûsuf ” a muhsin ( güzelleştirici ) denmesi, işaret eder ki eşyayı ve olayları güzelleştiren ancak nitelikli ruhtur.

Kur’anın bu 12. suresinin dört açıdan yorumu, eşit ağırlıklı olarak yapılır. Gramer ve sure dizaynı buna elverişlidir.

a) Psikolojik açıdan,

b) Tarihî açıdan,

c) Hz. Muhammed’e bakan veçhesiyle,

d) Ontolojik olarak bütün insanlığa baktığı yönden…

Şimdilik sadece birinci maddeyi yazacağız. Diğer üçünü —inşaallah— sonra kaleme alacağız.

İşte psikolojik açıdan bu sûrenin tefsiri yapıldığında, öznemiz olan “ Yûsuf ” “ Ruh ” demek oluyor. Evet Ruh, varlığa, olaylara, bedene, dine nitelik kazandıran, onları güzelleştiren İlahî bir öz, ve olağanüstü bir realitedir.

Tarihin bedenine ve olaylarına da nitelik ve mana kazandıran, Yahudilerin 12 Sıbtı, Hıristiyanların 12 Havarisi, Müslümanların 12 mezhebi, 12 tarikatı ve insanlığın 12 ayrı milleti ve geleneği olmuştur. Belki de bu sûrenin numarasının 12 olmasının çok hikmetlerinden biri, bu sayısal tevafuktur.

Ayrıca ruhî fonksiyonları bedende icra eden ana sinir damarları, 12 adettir. Yûsuf ve kardeşleri de 12 kişidirler.

Sûre âyetlerinin 111 olması 5 nükte içindir.

a) Varlık ve programlama ve ruhî fonksiyonlar “ 0-1 sistemi ” ile olur. Fakat Araplarda sıfır olmadığından bu işaret Üç Bir ile ifade edilmiştir.

b) 111 sayısı ihlasın, maneviyâtın, ruhun sembolüdür. B. Said Nursî’nin 21. Lem’a olan İhlas Risalesine bakınız.

c) Varlığın üç kategorisine “ Ruh-Hafıza-Beden ” “ Gayb-Hayat[1]-Şehâdet ” “ Allah-İsim(Vahiy)-Ruhu’l-Kuds ” gibi yüzlerce değere işarettir.

d) Bazı mütefekkirler, Allah’ı Bir olarak kabul edip, önüne sonsuz sıfırlar koyarak diğer varlıkların Allah’a karşı konumunu belirlemişlerdir. Fakat din ve Kur’an, varlıkları Allah’ın birer “ Ehadiyet ” ( Birlik ) tecellisi olarak görmüşler. Sıfır olmadıklarını müşahede etmişler. Yeter ki Allah’a bağlı kalsınlar, ona isyan edip sayısal düzeni bozmasınlar.

e) Başta Allah’ın Ehadiyet tecellileri olmak üzere, dinî bütün kavramlar, küllî ve evrenseldirler. Ahiret de, Cennet de, Cehennem de, peygamberlerin arketipleri de, daima çok ve evrenseldirler. Dinî gerçekleri bireyselleştirmek, onları imha etmek demektir. Maalesef Hıristiyanlık dünyası, Hz. İsa hakkında böyle dar bir anlayışa girdiğinden dünya bugün krizler yaşıyor. İşte böyle bir yanlışı düzeltmek için dinî değerleri evrenselleştirmek üzere Kur’an üç biri, üç elifi bir arada ifade etmiştir.[2]

Şimdi bu mucizevi sûrenin psikolojik yorumuna geçiyoruz. Fakat psikiyatri ve biyoloji ile ilgili deyimler, çok kullanılacağından herkes, hemen anlamaya kalkışmasın; gerekirse işi ehlinden sorsunlar.

İşte insan ruhunu, kişiliğini, benliğini belirleyen üç ana unsur vardır:

1) Soyut yazılım, manevi değerler ( Benlik ),

2) Dil ve edebiyat ve konuşabilme,

3) Sorumluluk ve görev üstlenebilme…


( Âyet; 1 )

Bu üç ana artere, sûrenin bir özeti olan “ Elif, Lâm, Ra ” açıkça bakıyor.

Elif, yazılım ve manevi değerlerin, benliğin ismidir.

Lâm, lisan ve konuşmanın özüdür.

Ra, ( risâlet ) görev ve sorumluluğun ağırlığıdır.

Klasik yorumlarda Elif, Allah; Lâm, Cebrâil; Ra, Risalet olarak açıklanması, bu manaya aykırı olmadığı gibi, bilakis bunu destekliyor. Çünkü,

Allah, kader, yazılım, sistem ve bilinci temsil ediyor.

Cebrâil, bilişimi, dili, vahyi temsil ediyor.

Muhammed, görevi, sorumluluğu, gerçek insan olmayı özetliyor.
Sadece burada onun yerine, diğer herhangi sorumlu bir insanı koyuyoruz.

“ İşte gerek bu değerler ve gerek bu sûrede anlatılacak ruhî olaylar apaçık bir kitap ve yazılım olan kâinatın, açık belgeleridirler. ”

( Âyet; 2 )

“ Biz ( sistem olarak ) o kitabı Arapça ( açıkça anlaşılacak güzel bir dil ) üzere, bir Kur’an ( bellek, yazılım ) olarak, seviyenize indirdik ki, insanlığın en temel özelliği olan aklınızı çalıştırıp riske girip gelişesiniz! ”

( Âyet; 3 )

“ Ey insan, Biz bu Kur’anı sana bildirmekle ( senin ruhunda onu icra etmekle ) senin modelin üzere çok güzel bir yazılımı ( Yûsuf kıssasını ) uyguluyoruz.[3] Her ne kadar daha önce sen, bu gerçeklerden habersiz isen de!.. ”

( Âyet; 4 )

Bir vakit ( zamanüstü olarak )[4] Yûsuf ( ruh ) babasına ( beyne )[5] dedi ki: “ Ey babacığım, Ben 11 gezegenin, ( duygunun ) güneşin, ( bilginin ) ayın ( maddenin ) bana hizmet ve secde ettiklerini gördüm. ”

( Âyet; 5 )

Babası dedi ki: “ Ey gencecik oğlum, rüyanı ( manevi görüşünü ) kardeşlerin olan diğer duygulara uygulatma! Sana tuzak kurarlar. ( Seni kendileri gibi maddîleştirmek isterler. ) Çünkü şeytan ( madde ve kötü yazılım ) manevi ve soyut değerlerden ibaret olan insana apaçık bir düşmandır. ”

( Âyet; 6 )

“ İşte eğer bu şekilde maddileşmezsen, senin Rabbin, olgun bir meyve gibi seni yetiştirecek, ( yectebîke ) olayların ( geçmiş ve geleceğin ve soyut değerlerin ) yorumunu sana öğretecek; sana ve Yakub’un ( insanlığın ) âline ( milletlerine ) devletleşmek demek olan nimetini tamamlayacaktır. Tıpkı daha önce denge ve mutluluk demek olan babaların İbrahim ve İshak’a devletleşme imkânı verdiği gibi… Çünkü seni geliştiren Rabbin, hem sonsuz bilgi sahibidir, hem her şeyi hikmet ve ilim ile yapar. ”

Bir Not:

[ İnsan ruhunu oluşturan ve onu mutlu eden ve insanın ruhunu yeryüzü devletinin sultanı yapan, sibernetik denge ve mutluluk olduğundan; Kur’an bu iki kavramı ruhun babası olarak ifade etmiştir. Ve insan ruhundan beklenilen netice, olayları ve soyut değerleri yorumlayabilmesi ve bu sayede bütün diğer yaratıklara sultan olmasıdır. ]

( Âyet; 7 )

“ Gerçekten Yûsuf ve diğer kardeşleri olan duygular konusunda, ( varlıkta bir gerçek var mı yok mu diye ) araştıranlar için önemli ve gizli belgeler vardır. ”

Not:

Bu belgelerin önemine ve gizliliğine işâreten “ âyâtün ” kelimesi belirsizlik tenvini ile gelmiştir.

( Âyet; 8 )

Onun o kardeşleri demişlerdi: “ Yûsuf ( ruh ) ve kardeşi ( Bünyamin, maneviyât ) babamız yanında ( beyin yazılımında ) bizden daha sevimlidirler. Halbuki, güç bizdedir. Babamız güce değil de, bu iki değere önem vermekle gerçekten büyük bir yanlışlık içindedir. ”

( Âyet; 9 )

“ Yûsuf’u ( ruhu ) öldürün. Veya onu bir araziye atın. ( materyalize edin ) O zaman babamız, sadece size bakacak ve sadece sizi sevecektir. Ve siz ondan sonra verimli, üretken bir millet ( güç ) olursunuz. ”

( Âyet; 10 )

Onlardan biri dedi ki: “ Yûsuf’u öldürmeyin; onu ( beden ) kuyusunun derinliklerine atın. Gezgin bir duygu gelir, onu alır götürür. Eğer yapacaksanız, böyle yapın. ” ( Yoksa babamız, ölür, biz de biteriz. )

( Âyet; 11 )

O kardeş duygular, dediler ki: “ Ey babamız, neden Yûsuf için bize güvenmiyorsun? Halbuki biz onun için çok samimiyiz. ”

( Âyet; 12 )

“ Yarın onu bizimle gönder, ( o da bizim gibi maddî olsun ) otlansın, oynasın. Biz onu gerçekten koruyacağız. ”

( Âyet; 13 )

Babaları ( beyin) dedi ki: “ Sizin onu ( ruhu ) götürmeniz, ( yani benim ondan ayrı kalmam ) beni üzüyor. ( Benim mutluluğum ancak onunladır. ) Ayrıca siz, ondan habersizken ( çelişki, şüphe ve kaygı ) kurdunun ( canavarının ) gelip onu yemesinden korkuyorum. ”



( Âyet; 14 )

Onlar dediler ki: “ Biz bu kadar güçlü iken eğer kurt onu yerse asıl zarar edenler biz oluruz. ” ( Manevi ve moral gücümüz biter, biz zarar ederiz. )

Bir Not:

[ Evet insan gelişiminin 13. yaşında böyle kurtlar bazen onun kalbine musallat olurlar. Ve 14. yaşında onu zarara sokarlar. Çünkü maddî güç ve ergenlik ve şehvet, işi oldu bittiye getirebilir. Âyetlere bak! ]

( Âyet; 15 )

“ Onlar onu götürünce ve oybirliği ile onu beden kuyusunun[6] dibine atmak isteyince, Biz ona vahiy ve ilham ile bildirdik ki, korkma, onların bilinçsizce yaptığı bu işi, sen onlara haber vereceksin. ”

( Âyet; 16 )

[ Onlar Yûsuf’a ( ruha ) böyle yapınca, ortalık karanlık oldu, içlerinde bir sıkıntı ve üzüntü hissettiler. ] Gece karanlığında babalarına gelip, ağladılar.

( Âyet; 17 )

Dediler ki: “ Ey babamız, biz gittik, oynayıp yarışıyorduk. Yûsuf’u da eşya ve yaşam gereçlerimiz yanında bekçi olarak bıraktık. Bu arada kurt hemen onu yemiş. Biz doğru da olsak sen bize asla inanmazsın! ”

Bir Not:

Sonsuzluğu, doğru değerleri gören ruhtan başka insanın duyguları büyük de olsalar, çocuk gibi, yalan söyleyebilir, kendilerini maskeleyebilirler. Beden maddesi dahi masturbe işlerle kendini kandırır, yalan söyler. Onun için, Yûsuf’un kardeşleri de, Züleyha da yalan söylemişlerdir. Fakat Yûsuf “ Es-Sıddîk ” ( sonsuz doğru ) lakabını almıştır.

( Âyet; 18 )

Ve onun gömleği üzerine yalancı bir kan getirdiler. ( Yani maddî duygular, maddesi ve kanı ve sahtesi dahi olsa, daima ruha ihtiyaç duyuyorlar. ) Bunun üzerine babaları ( beynin genel muhâkemesi ) onlara dedi ki:

“ Bu, nefsinizin ( maddî yazılımınızın ) kurguladığı bir iştir. Bana düşen güzelce sabredip beklemek. ( Çünkü sahtekârlık ve yalanın sonu kötü olur. ) Ben sonunda onu bulacağım, kârlı çıkacağım. Yaptığınız bu kötü niteleme ve yorumlarınıza karşı ben sadece Allah’tan yardım diliyorum. ”



( Âyet; 19 )

“ Ve gezgin bir duygu kervanı, geldi. Suya ( maneviyâta ) ihtiyaçları olmuştu. Sucularını gönderdiler. Kovayı sarkıtıverince işte müjde! Bu eril ( ruhani ) bir çocuk, dedi. Ve onu satmak için gizlediler. Allah ise ne yaptıklarını biliyordu. ”

Not:

Tüccarlar, şehirliler, Batı manasında olan Mısır; ruhu inkâr etmiyor, onu öldürmüyor. Fakat, ona satılabilecek, paraya çevrilecek bir meta nazarı ile bakıyorlar. ( Âyeti bir daha okuyun! )

( Âyet; 20 )

“ Ve onu ( o ruhani değeri ) çok az bir fiyat ile, sayılı dirhemlerle sattılar. ( Ondan hiçbir istifade etmediler. ) Yani onda zahitler gibi davrandılar. ”

( Âyet; 21 )

Beden şehrinden ( Batı dünyasından ) bir akıllı adam, onu satın aldı. Hanımına ( maddî organlara, maddî oluşumlara ) dedi ki: “ Çok güzel bir şekilde ona ( Yûsuf’a, ruha ) bak, yakında bize çok faydalı olacak. Veya onu evlat ediniriz. ”

Bir Not:

İnsanoğlunun 13, 14 yaşlarında geçirdiği bunalım, 20-21 yaşlarında geçer. Fakat hala maddî olarak düşünür, ruhî ve manevi değerleri birer araç olarak kullanmaya bakar. Ruha inansa da onu bedenin bir fonksiyonu ( evladı ) olarak görür. Tıpkı materyalistlerin iddia ettiği gibi...

( Âyet; 21’in devamı )

“ Böylece biz Yûsuf’a yeryüzünde ( maddî dünyada ) bir imkân verdik. Sonunda ona olayların, rüyaların ( metafizik açılımların ) yorumunu öğrettik. Çünkü Allah, yapmak istediği şeyi mutlaka yapar. ( Çünkü sonsuzdur. ) Fakat insanların çoğu bunu bilmiyorlar. ” ( Çünkü sınırlı düşünüyorlar. Bir altyapı, bir imkân olmadan işler nasıl gerçekleşir, diye bilmiyorlar. )

( Âyet; 22 )

“ Yûsuf ( insanın ruhani soyut algılama duyusu ) ergenliğe yetişince, biz ona yönetme becerisi ve bilgiyi verdik. İşte biz iyilik ve güzellik yapanları ( muhsinleri ) böylece mükâfatlandırırız. ”

Not:

[ Evet varlığın en yüksek seviyesi, insan olmaktır. Bunun da en yüksek seviyesi, diğer varlıkları yönetebilmek, ve kâinat hakkında, soyut değerler hakkında bilgi ve yorum sahibi olmaktır. İşte böyle bir insan asla ruh hastası olmaz. Ve eğer insan kendi çapında böyle bir seviye tutturamazsa, karanlık, yalan, kayıp, üzüntü ve bedenin dar kuyusu içinde boğulmaktan başka bir şey eline geçmez. ]
( Âyet; 23 )

Artık beden şehrinde ruhun da maddî yapı kadar bir değeri ve yeri vardır. Fakat bunlar henüz birbirinden ayrıdırlar. Ve Yûsuf’un, ( ruhun ) evinde barındığı bedenin maddî duygusu, onunla birleşmek istedi. ( Daha doğrusu onu maddileştirmek, özünü —nefsini— bitirmek istedi. ) Ve ( göz-kulak gibi ) bütün kapıları kapattı.( Âdeta kendinden geçti. ) Ve işte ‘ Senin için hazırlandım. Hadi gel! ’ dedi. Yûsuf: ‘ Allah’a ( sonsuz dengeli sisteme ) sığınırım! O bana çok güzel bir makam ve mevki vermiştir. O, dengesizleri asla başarıya ulaştırmaz ’ dedi. ”[7]

( Âyet; 24 )

“ Ve gerçek bir şekilde o maddî etkin duygu onunla ilgilendi. Yûsuf da ( diyalektik süreç gereği ) onunla ilgilendi. Eğer onu güzelce geliştiren Allah’ın açık mucizesini görmeseydi, o maddî duyguya yem olacaktı. İşte Biz ona o mucizeyi göstermekle, onun bodur, ( çirkin ) gelişmemiş ve fâhişe ( aşırı, dengesiz ) olmasını önledik. Çünkü o, bizim özel, saf, hàlis kullarımızdandır. ” [ Bize ( soyut dünyaya) bağlı bir değerdir. Biz onun geri kalmışlığına izin veremeyiz. ]

( Âyet; 25 )

“ İşte, onlar böyle mücadele ederken, o maddî temel duygu kapıya doğru, onu yakalamak istedi. Ve arkadan onun gömleğini yırttı. Ve tam kapı yanında o duygunun efendisine dolandılar. Hemen: ‘ Ailene bir kötülük yapmak isteyenin cezası ne olabilir? Ya sicne atılmalı, veya ağır bir azap çektirilmeli! ’ dedi. ”

Bir Not:

[ Diyalektik süreç gereği, madde ruha âşık olduğu gibi, ruh da maddeye talip olur. Burada ruhun gömleği ( maddî yazılım kısmı ) arkadan saldırıya uğramış. Evet insan ruhu geçmişten gelen yazılımlarla oluşurken, bir kısım maddî ve hayvani özellikler, taşır. İşte, bu kısım, maddenin saldırısına uğrar.

Yani, insan ruhu geçmişiyle bir miktar, maddîdir ve kusurludur; fakat geleceği gören soyut imkânlara ve duygulara sahip yönüyle asla maddî saldırılara uğramaz. Uğrasa da ona tesir etmez.

Âyette iki mucizeli kelime daha var: “ Sicn ” ve “ Ağır azap. ”

Sicn, bir varlığı gelişmekten alıkoymak için yapılan tutukevidir. Hapis ise, suçluyu suç işlemekten alıkoymak için yapılan cezaevidir. Bir de ağır azap, ruhî acılar, sıkıntılar var.

Evet burada Züleyha kendini savunuyorken iki ilmî delil kullanıyor. Yani benimle ( madde ile ) birleşip, doğal sibernetik sistemi devam ettirmeyen bir ruh, sicne atılır, bodur kalır, gelişemez. Veya, ağır acılar çekmek zorunda kalır.

Evet bu doğru bir beyandır. Fakat madde burada yalan söylüyor. Çünkü onun amacı denge değildir, ruhu materyalize etmektir. Onun için Yûsuf, sicni seçiyor. ]
( Âyet; 26 )

Yûsuf dedi ki: “ Onun bu isteği, bir denge ve destek sorunu değil. O benim nefsimi ( özümü ) istedi. ” Züleyha’nın ailesinden bir şâhit de, ( maddî bir duygu ve belge ) dedi ki: “ Eğer gömleği önden yırtılmışsa, ( ruh, soyut değerlerini vermişse ) Züleyha doğru söylüyor. O ise artık yalancılardandır. ”

( Âyet; 27 )

“ Ve eğer gömleği arkadan yırtılmışsa, o Züleyha ( maddî temel duygu ) yalan söylemiştir. O ( Yûsuf ) ise doğrulardandır. ”

( Yani maddî tatmin bir hayvaniyettir, geriden bir duygudur, bir yalan ve masturbedir. Asıl gerçek ve doğru değer, soyut ve gelecekle ilgili değerleri yaşamaktır. )

( Âyet; 28 )

Efendi, gömleğinin arkadan yırtıldığını görünce: “ Bu sizin tuzak kurmanızdan dolayıdır. Siz maddî duygu ve yazılımların tuzağı ise çok büyüktür ” dedi.

Not:

Evet maddî ekolojik dünyada, her şey ötekini avlıyor. Ve avlayabilmek için de insanı bile hayrette bırakan tuzaklar kuruluyor. Ruhlar ve melekler dünyası ise, sonsuz imkânlara sahip olduğundan, hile, tuzak ve kıskançlıklar taşımaz ve böyle eksikliklere yer vermez.

( Âyet; 29)

“ Ey Yûsuf, senin geçmişinde, gençlik döneminde böyle bir kusurun olmuş olabilir. Sen bundan yüz çevir, geleceğe bak. Ve, ey bedenî duygu, sen de günahını telafi etmeye bak. Gerçekten sen yanlış yapmışsın. ”

( Âyet; 30 )

Ve beden şehrindeki diğer dişil duygular, ( diğer kadınlar ) “ Aziz’in ( bedenin, efendinin ) hanımı, onun kölesi olan bir duygu ( Yûsuf ) seviyesine inmek istiyor. Onun ( Yusuf’un ) sevgisi onun kalbine nakşolmuş. Biz onu gerçekten büyük bir sapıklık içinde görüyoruz ” dediler.

( O maddî duygular, böyle derken, aslında Züleyha’ya hile ve tuzak kurmak istiyorlardı. Züleyha Yûsuf’u bıraksın da biz onu elde edelim, diye istiyorlardı. Mevlana’nın anlattığı, fâhişe kadın hikayesini hatırlayın! )

( Âyet; 31 )

“ Züleyha ( maddî temel duygu ) onların ( diğer duyguların ) tuzak kurduklarını öğrenince, onlara gelip hazır olmaları için, haber gönderdi. Ve rahat etsinler diye onlara birer koltuk kurdu. Ve her birisinin eline bir ‘ sikkîn ’ ( bıçak ) verdi. Yûsuf’a da ‘ Üzerlerine çık! ’ dedi. Onlar Yûsuf’u görünce onu gözlerinde çok büyüttüler. Ve ellerini kestiler. Ve —haşa!— ‘ Bu bir beşer ( ten ) değil. Bu ancak çok değerli bir melektir ’ dediler. ( Beşer tüysüz, dokunulabilen ten demektir. )

[ Bu âyette birkaç noktaya dikkat çekmemiz gerek:

a) Maddî duygular ne kadar rahat etse de, karşı cinsi görünce, maddî rahatlık biter.

b) Züleyha onlarına ellerine sikkîn ( bıçak ) vermiştir. Arapça’da bu kelime, “ en güçlü müsekkin ” demektir. Yani maddî duygulara en kuvvetli müsekkini de verseniz, hiçbiri, aşk ve manevi güzellik ve iman ve bilinç kadar insanı teskin edip ona huzur veremez.

c) Ellerine bıçak verince her halde elma da vermiştir. ( Ki, rivayet öyledir. ) Elma ise, cinselliği temsil eder. Demek en güzel cinsel birleşme dahi, manevi ve ruhî ve evrensel soyut güzelliğe denk gelmez. ( Ellerini kesmeleri ise, müsekkinlerin onların güçlerini kesmelerine ve tüketmelerine işarettir. )

d) Burada kadınlar, bir cemaat teşkil ettiklerinden, soyut ve kollektif bilinç oluşturmuşlardır. İnsan ruhunun maddî bir beden olmadığını, kollektif, sonsuz, masum bir bilinç demek olan Kerîm ( hayırlı ve verimli ) bir melek olduğunu anlamışlar. Onun için, eril kipi kullanılmış. “ Kàle nisvetün ” denilmiştir.

e) Buradan anlıyoruz ki, gerçek güzellik, gerçek varoluş, tende ve datalarda değil de, onların arasında yaşanılan ve gerçekleşen ilimde ve bilinçtedir. ]

( Âyet; 32 )

Züleyha maddesi dedi ki: “ İşte beni onun yüzünden kınadığınız kişilik budur. Ben onun nefsini içselleştirmek istedim. O ise, kendini korudu, bilincini dağıtmadı. ( Âyette geçen i’tisam bu manaya gelir. ) Ve eğer ona emrettiğimi yapmazsa, o sicne atılacak ( gelişmesi durdurulacak ) ve aşağı, bodur bir halde kalacaktır. ”

( Âyet; 33 )

Yusuf dedi ki: “ Ey beni geliştiren Rabbim! Sicin, benim için onların beni çağırdığı bu durumdan daha sevimlidir. Eğer onların bu beden ve bilinç ormanı içinde kurduğu tuzaklarını başka tarafa çevirmezsen, ben çocuk gibi onların kucağına dökülürüm. Ve ben cahillerden olurum. ” ( Soyut sonsuz algımı kaybederim. )

[ Dikkat edilirse, Yûsuf’u ( ruhu ) isteyen sadece Züleyha değildir. Diğer maddî duygular da onu istiyor. Ve insanoğlunun kurduğu duygu tuzakları asla imha edilemez. Ancak başka bir tarafa yönlendirilirse, onların zararından kurtulabilir, insan. Yusuf ( ruh ve bilinç olduğundan ) burada bilgeliğini göstermiştir. Ve cinsel duygular, evrim sürecinin en dibindeki türlerde bile var olduğundan, soyut sonsuz manevi değerler yanında, çocuksu bir hareket ve oyun ve eğlence gibi kalırlar diye ifade etmiştir. ]

( Âyet; 34 )

“ İşte böyle bir duadan sonra, onu ( Yûsuf’u ) geliştiren Rabbi, onun duasını kabul etti. Onların tuzaklarını başka tarafa çevirdi. Çünkü Allah gerçekten işiten ve bilendir. ”
Bir Not:

[ İşitme, Arapça’da, itaat ve düzen içinde yaşamaya işaret eden bir deyimdir. İlim ise, sonsuz bilgi ve bilinç demektir. Demek insan bu iki değerle, böyle tuzaklardan ve tehlikelerden kurtulabilir. Yoksa kaybeder, kendini idam eder. Yani maddîleşir, ölüme mahkum olur. ]

( Âyet; 35 )

“ Sonra bedendeki maddî-manevi[8] bütün duygular, Yûsuf’un ( ruhun ) üstünlüğünün delillerini görünce, onları tamamıyla ruhanileştirip dünyayı terk ettirmesin, diye onu belli bir müddet için, bedenin derinliklerinin sicnine atma kararı aldılar. ”

[ Belli bir müddet manasına gelen “ Hîn ” kelimesinin sayısal değeri 68’dir. Evet bu yaştan sonra kabir kapısı görünür. İşler Yûsuf’a teslim edilir. Artık insan cinsel dürtülerin esiri olmaz. ]

( Âyet; 36 )

“ Ve Yûsuf ile beraber, iki babayiğit duygu daha since girdiler. ”

[ Adrenalin ve Seratonin ile beslenen heyecan ve mutluluk duyguları da hapse atıldılar. Evet, ruh ve sonsuz manevi duygular gidince insan artık mutlu olamaz, heyecan da duyamaz. Depresyonla ilgilenenler, bu âyete iyi dikkat etsinler! ]

“ O iki yiğitten biri dedi ki ‘ Ben rüyamda şarap sıktığımı görüyorum. ’ ( Heyecan ) Diğeri de: ‘ Ben kafamın üstünde kuşların ondan yediği bir ekmek[9] taşıdığımı görüyorum. ( Kuşlar insanın latife ve duygularıdır, onlar mutlulukla besleniyorlar. ) Bunun yorumunu bize haber ver. Biz, ey Yûsuf, seni madde ve manayı, gayb ve şehâdeti eşit gören bir muhsin olarak görüyoruz. ”

[ Yani sen dengeyi ve ruhu temsil ettiğin için her şeye güzellik veriyorsun. ]

( Âyet; 37 )

Yûsuf ( ruh ve ruh bilgini ) dedi ki: “ Size rızk olarak verilen hiçbir yiyecek size gelmeden, ve neticesi görünmeden, ben onun duygu durumunuzda ne yapacağını bilirim. Bu, beni uzun bir süreçte yetiştiren Rabbimin bana öğrettiği bir gerçektir. Ben, Allah’a ve âhirete inanmayan ve yasal yaşamayan bir milleti ( davranış biçimini ) terk ettim. ”

[ Burada Yûsuf, ( ruh ) demek istiyor ki, Allah’a ( sonsuzluğa, sonsuz kutsal değerlere ) ve âhirete ( ebediyete ve ebedî mutluluğa ) inanmayan ve yasal yaşamayan ( yani kâfir olan ) bir millet, mutlaka depresyon gibi çöküntülü hastalıklara maruz kalır. Onların tek tedavi yöntemi; içki gibi müsekkinler ve seratonin üreten ilaçlardır. İşte siz de inanın ve bu bâdireden kurtulun. ]



( Âyet; 38 )

Çünkü ben, denge, mutluluk ve insanî evrensel duygular olarak ifade edilen İbrahim, İshak ve Yakub’un[10] milletine ( davranış biçimlerine ) uydum. Bizim Allah’a ortaklar koşmamız bize yakışmaz. ( O zaman biz onlar arasında bölünür şizofren oluruz. ) Bu sonsuz anlayış ve tevhid, Allah’ın biz, iç duygulara ve insan toplumlarına yaptığı ekstra bir iyiliktir. Fakat insanların çoğu memnun olmuyorlar. ( Onun için yine depresyona düşüyorlar. )

( Âyet; 39 )

“ Ey bu beden sicninde bana arkadaşlık eden iki yiğit, dağınık ve kopuk liderler mi daha faydalı, yoksa bütün bedeni ve kâinatı birliğiyle birleştirip tek bir şey gibi idare eden Allah mı daha hayırlı? ”

( Âyet; 40 )

“ Sizin O Sonsuz Allah’ın dışında taptığınız şeyler, geçici bir nokta olup sizin ve babalarınızın isim taktığı birer kavramdan başka bir şey değiller. Allah, onların sonsuz olduğuna ve sizi sonsuza kadar yaşatacaklarına dair bir belgeyi asla indirmemiştir. ( Bildirmemiştir. ) Yetki, yönetim sadece Sonsuz Olan Allah’ındır. O, Ona tapmaktan başka bir şeye tapmayasınız, diye buyurmuştur. İşte en doğru ve değerli yaşam budur. Fakat insanların çoğu bu sonsuzluğu bilmiyorlar. ”

Önemli Bir Not:

Âyet 37, 38, 39 ve 40’tan anlaşıldığına göre, eğer insanlar, bu şekilde kutsal ve sonsuz değerlere bağlanmazsa, o millet ( hayat tarzı ) üzere yaşamazsa ya aşağı bir hayvaniyet derekesine düşüp sarhoşluktan başka çare bulamayacaktır. ( Geçmiş çağlarda olduğu gibi ) Veya şizofren olup, intihar edecektir. Belki de tarih sayfasından silinip, kurda-kuşa yem olacaktır.

Bir çok müfessir, bu âyetin, Yûsuf kıssası arasına girmesinin hikmetini bu şekilde bilmediğinden “ Bu, istitrâdî bir bahistir, Kur’anın bir tasarrufudur ” demişler. Fakat bağlantılar görününce işin öyle olmadığı anlaşılıyor.

( Âyet; 41 )

“ Ey sicin arkadaşlarım, biriniz heyecanı geliştirmekle efendisi olan beyne adrenalin şarabını içirecek. ( Yani ölmeyecek. ) Diğeriniz ( mutluluğu sağlayan ) ise asılacak. ( Ölecek. ) Onun bilinç yazılımını diğer duygular kullanacak. ( Siz yukarıda anlatılan değerlere inanmadığınız için ) Öğrenmek istediğiniz iş kesinleşmiştir. Bu determinizm yasasıdır. Siz bu halinizle onun dışına çıkamazsınız. ”

[ Ne kadar güzel bir şekilde bu çağımızı ifade ediyor. Yani mutsuz insanlar, artık ancak heyecanlarla yaşatılabiliyorlar. Yani inanç ve cehd gitti, kumar ve spor geldi. ]


( Âyet; 42 )

“ Yûsuf, ( ruh ) kurtulacağını umduğu o arkadaşa ( heyecan duygusuna ) dedi ki: ‘ Rabbin olan beyne söyle, beni bu beden hapsinden çıkarsın ’ Fakat o duygu heyecanlı ve sarhoş ( atak ) olduğundan Yûsuf’u anmayı unuttu. Bunun üzerine Yûsuf birkaç sene sicinde durdu. ”

[ Demek ruh hapiste de olsa sıkıntı çekmez. Hapis, onun için bir duruştur. ]

( Âyet; 43 )

Ve kral ( beyin ) dedi ki: “ Ben, kendilerini yedi cılız ineğin yediği yedi semiz inek ile yedi yeşil başak ve kuru başaklar görüyorum. Ey benim danışmanlarım olan duygular, rüyam konusunda beni bilgilendirin; eğer rüyayı yorumlayabilirseniz! ”

Bir Ara Not:

Sene 4 mevsim döngüsüyle insanı beslediğinden, inek de insanı en iyi şekilde beslediğinden bilinçaltı sembol stoğunda, sene inek olarak görünmüştür.

Yeşil kavramı da bolluk ve mutluluk sembolüdür. Kuruluk kavramı ise, sıkıntı, kıtlık ve darlık sembolüdür.

Bu 40’lı yaşlarda insanın derin sembol stokları açılır, insan maneviyâta ve geçmiş ve geleceğe yönelir.

( Âyet; 44 )

Duygular meclisi dedi ki: “ Bunlar, düş, hayal demetleri yani katmanlarıdır. Biz düşleri yorumlayacak âlimler değiliz. ”

[ Yani önümüz karanlıktır. Biz herhangi bir şey görmüyoruz. ]

( Âyet; 45 )

“ O iki yiğitten kurtulan ve bir müddet sonra Yûsuf’u hatırlayan kişi, ‘ Ben bu rüyanın yorumunu size haber veririm. Beni salın! ’ dedi. ” [ Onu salınca sarhoş olmaktan kurtuldu. Ve işin önemi ona göründü; daha büyük sorunlar için heyecan duymaya başladı. Gitti. ]

( Âyet; 46 )

“ Ey Yûsuf! ( Gerçek nitelik, gerçek hayat! ) Ey çok doğru ve reel ve insanî varlık! Bize böyle-böyle bir rüya hakkında bilgi ver. Belki insanlar döner, onlar da manevi ve ruhani varlığı bilir, bu mukadder sıkıntıdan kurtulurlar. ”

( Âyet; 47 )

Yûsuf dedi ki: “ Art arda yedi sene ekersiniz. ( Yani ara vermeden ve çokça kültür üretin. Ekin, kültür demektir. Yedi de çok demektir. ) Topladığınız mahsulün çok azını yiyin! Diğerini geniş zaman için ayırın. ”
( Âyet; 48 )

“ Çünkü öyle şiddetli bir dönem gelecek ki, bu kültürden ancak tohumluk miktar kalacaktır. Kıtlık gerisinin hepsini yiyecektir. ”


( Âyet; 49 )

“ Sonra bunun ardında, bir yıl ( dönem ) gelecek insanları ıslatacak kadar, yağmur yağacak ( manevi feyiz ve bereket olacak ) ve o sene insanlar üzüm sıkacaklar. ( Yani üzüm bol olacak. )

[ İşte bu sefer insanlar, ekmek seratoniniyle mutlu olacakları gibi, helal iman ( üzüm ) ile de coşacaklardır. Yunus Emre’de gördüğümüz gibi, üzüm, su ve ekmek manevi feyizler, manevi değerler ve iman demektir. ]

( Âyet; 50 )

Melik ( Kral ) dedi ki: “ Böyle soyut değerleri bilen o nitelikli Yûsuf’u bana getirin! ” Elçi ona gelince, “ Git, efendine sor! O kadınlar neden ellerini kestiler? Benim Rabbim onların tuzağını çok iyi biliyor. ”

( Âyet; 51 )

“ Kral ( Beyin ) o maddî duygulara, siz Yûsuf’un öz benliğini yemek istediğinizde başınıza ne geldi, ( O size ne yaptı? ) dedi. Onlar: ‘ Allah için —haşa!— biz onda hiçbir kusur görmedik ’ ( O bize bir zarar vermedi ) dediler. Başbakanın ( bedenin ) hanımı dedi ki: ‘ İşte şimdi hak ortaya çıktı. Ben onu elde etmek istedim. O asla yalancı madde gibi bir şey değildir. O doğrulardandır. ’

( Âyet; 52 )

“ Ben bunu itiraf ediyorum. Bilsin ki, onun arkasında ona hıyanet etmem. Çünkü Allah hàinlerin tuzağını, başarıya ulaştırmaz. ”

[ Burada Züleyha ( madde, beden ) demek istiyor ki, biz onu başta tamamıyla yemek istiyorduk. Fakat anlaşıldı ki, ruh, maneviyât ve soyut niyetler ve değerler olmadan hayat olmaz. İşte ben kusurumu kabul ediyorum. Fakat yine de ona âşığım. Bu sefer, dengeli, eşit şartlarda yani onu yiyip bitirmeden ona kavuşmak istiyorum. Bu birlik, fıtratın bir gereğidir. Diğer duygular da onu elde etmek istese de ona asıl denk olacak benim! ]

( Âyet; 53 )

Yûsuf da: “ Bu bütünlük manasındaki birliği benim nefsim de istedi. Ben nefsimi tebrie etmiyorum. Nefis ( ruhun somut şekli ) daima kötülüğü ( sınırlı ve somut şeyleri ) emreder ve ona sevk eder. Rabbimin özel şefkatiyle koruduğu durum hariç… Çünkü O, Gafûr ve Rahîm’dir ” dedi.

[ Bazı mealciler, bu âyetin Züleyha’nın sözü olduğunu sanıyorlar. Fakat gelenekçi büyük müfessirler, bunun Yûsuf’un sözü olduğunu tesbit etmişlerdir. Çünkü başta Yûsuf konuşuyor. Araya Kral’ın ve kadınların konuşması karışıyor. Sonra Züleyha sözünü bitirince; Yûsuf yine söze başlıyor.

Evet maddenin ruha ihtiyacı kadar, ruhun da ( somut olarak ) maddeye ihtiyacı var. Önemli olan bu beraberliğin, evrensel değerler ve yasalar çerçevesinde olmasıdır. Ruhun bitirilişi şeklinde olmamasıdır.

Psikolojik ve ontolojik boyutu olan bu kıssadan anlaşılıyor ki, eğer cinsel tatmin, evrensel, manevi değerler çerçevesinde olmazsa, sıkıntı, darlık, kıtlık, hastalık, bunalım ve zekâ geriliğine sebep olur. Bir hadiste: “ Zina fakirlik getirir, hacc ( maneviyât, manevi açılım ) bereket getirir ” denilmiştir. ]

( Âyet; 54 )

Kral[11] ( beyin ) dedi ki: “ Onu ( Yûsuf’u, ruhu ) bana getirin. Ben onu öz varlığım, has adamım kılacağım. ” Yûsuf gelip onunla kelam edince[12] ( ona yasaları, yolu gösterince ) Kral dedi ki: “ Artık bugün sen yanımızda şerefli bir makam ve güvenlik içinde olacaksın. ” [ Yani, artık hiç kimse seni beden kuyusunun dibine atmayacaktır. Ve hiçbir kimse sana tuzak kurmayacaktır. Çünkü sen olmazsan hepimiz yok olacağız. ]

( Âyet; 55 )

Yûsuf dedi ki: “ Beni arzın ( bedenin ) stoklarına bakan yap! Onlar artık asla tükenmeyecektir. Çünkü ruhun aslı bilgi olduğundan, aslı bilgi, olan ve birlik içinde yaşayan, asla ölmez. Evet ben iyi bir koruyucu ve iyi bir bilenim. ”

[ Konumuz şimdi ekonomi değil; ama ekonomistlere burada güzel bir ders vardır. ]

( Âyet; 56 )

“ İşte böylelikle yeryüzünde ( maddiyâtta ) Yûsuf için yüksek bir makam verdik. O, o ortamda istediği alanı ruhani bir çevre ediniyordu. Biz ( İlahî bilinç ) istediğimiz ruha rahmet ederiz. ( Onu maddeten de somutlaştırıp etrafını bereketlendiririz. ) Biz soyut ve manevi değerleri seçen iyi ruhların ( muhsin kişilerin) ecrini zayi etmeyiz. ” ( Sonunda onlara maddi varlık da veriyoruz. Onları nimetlendiriyoruz. )

( Âyet; 57 )

“ Fakat bu ruhani zâtlar ve değerler, sabredip dünya ile evlenmeseler, işi ebedî olan âhirete bıraksalar, bilsinler ki; âhiret mükâfatı, sonsuza inanan ve ruhunu madde kılıfına bulaştırmaktan koruyanlar için daha faydalı ve daha iyidir. ”

( Âyet; 58 )

“ İşte Yûsuf ( ruhani boyut ) madde ve manaya böyle hâkim olunca, onun kardeşleri olan diğer duygular, gelip onun yanına girdiler. O, basiretli ve manevi görüş sahibi olduğundan onları tanıdı. Fakat onlar, onu tanımadılar, ondan iğrendiler. ”
[ Vücud ülkesinde ruh egemen olunca ve çevredeki diğer maddi imkânlar kıtlığa uğrayınca, Yûsuf’un kardeşleri ondan buğday almaya gelmişlerdi. Buna mukabil de belli bir miktar bedel getirmişlerdi.

Rivayette var ki, onların getirdiği bedel, birkaç deri parçası ve demir aletlerdi. Tevrat’a göre ise, getirdikleri bedel para idi. ( Her ne kadar tarihî olarak o dönemde para yoksa da. )

Bu rivayetlerin manası şudur:

1) Vücudda, maddî dünyada kıtlık olunca en acil gıda, mutluluk veren buğdaydır.

2) Bu berekete mukabil o duygular, ruha deriden ibaret olan bir beden veriyorlar. Güçlü olması için de demir aletler bağışlıyorlar.

3) Yahudilikte ( medenî zengin ortamda ) ise, ruh maddeye muhtaç değildir. Sevap ve ruhani dualar demek olan paraya muhtaçtır. ]

( Âyet; 59 )

Yûsuf onları yükleri ile donatınca; “ Bababir, bir kardeşiniz var. Onu bana getirin. Görmüyor musunuz, ben size olan tartıyı tam veriyorum. Ve sizi en iyi şekilde ağırlıyorum. ”

[ Burada hatırlanması gereken şey, Yûsuf öz ruh, Bünyamin ( küçük kardeş ) mistik duygu, diğer on kardeş ise, diğer maddî duyguları temsil ediyorlar. Yûsuf, yönetime geçince, maneviyâta ve mistik hayata özlem duydu, onun için onlara bu şartı öne sürdü. O kardeşlerin isimlerinin zikredilmemesi, maddî duyguların hem çok, hem kişiliklerinin belirlenmediğindendir. ]

( Âyet; 60 )

“ Eğer o küçük kardeşinizi bana getirmezseniz, benim makamımda size bir şey tartıp vermek asla olmaz. Ve bana asla yaklaşmayın! ” dedi.

[ Bu âyette, ruh, mistik hayat, maddî duyular, birlik, yaklaşma gibi mefhumlar, ince psikolojik bir tenteneyi örüyorlar. Dikkat edilmesi gerek. ]

( Âyet; 61 )

Onlar “ Biz, onu babasından isteyeceğiz. Ve mutlaka biz bu işi becereceğiz ” dediler.

[ Yani insanların, ve duyguların çoğu materyalize olsa da insanda veya insanlık dünyasında mutlaka mistik değerler kalır. ]

( Âyet; 62 )

Yûsuf hizmetkârlarına: “ Getirdikleri fiyatı onların yükleri içine koyun. Onlar evlerine döndüklerinde bu eşyalarını tanıyacaklar. ( Hırs ve tama’ ve alışkanlık için dahi olsa ) Dönecekler ” dedi.

( Âyet; 63 )

Onlar babalarına döndüklerinde: “ Ey babacığımız, bir daha bize buğday tartılmayacak. Sen küçük kardeşimizi bizimle gönder ki, daima buğday tartıp getirelim. Biz gerçekten onu koruyacağız ” dediler.

[ İstatistiklere göre, bir yörede, bir evde mistik hayat ve ruhani ibadet varsa, orada daima buğday ve bereket olurmuş. ]

( Âyet; 64 )

Yakub ( İnsanlık ): “ Ben daha önce onun ağabeyi olan Yûsuf konusunda size güvendiğim gibi mi güveneyim? Artık Allah en iyi koruyucudur. Ve O en iyi merhamet edendir ” dedi.

[ İnsanlık, ( Yakub ) materyalizm yüzünden ruhu ( Yûsuf’u ) kaybetmişti. Şimdi artık maneviyâtı ve tasavvufu kaybetmek istemiyor. ]

( Âyet; 65 )

Onlar, eşyalarını açınca, baktılar ki, verdikleri bedel onlara geri gönderilmiş. ( Yani madde karşılıksız bir şey vermezken, ruh onlara karşılıksız buğday ve mutluluk vermiştir. ) Dediler ki: ‘ Ey babacığımız, daha ne istiyoruz? İşte eşyamız bize geri verilmiştir. Biz bu şekilde ailemize bakar, kardeşimizi korur, ona düşen bir deve yükü daha buğday getiririz. Bu sefer getirdiğimiz, çok az bir şeydir. ’

[ Bu ifadeler gösteriyor ki, maddî insanların gözü asla doymuyor. ]

( Âyet; 66 )

Yakub onlara dedi ki: “ Onu getireceğiz, diye Allah’tan bir güvence bana getirmedikçe ben onu sizinle asla göndermeyeceğim. Meğer kuşatılıp esir edilirseniz o müstesna… ” Onlar, güvence belgelerini getirince, Yakub: “ Allah bu sözleşmenizin şahidi ve koruyucusudur ” dedi.

[ Kur’anın bir çok yerinde görüldüğü gibi; bu âyette Allah kavramı, kamusal hukuk demektir.

Evet materyalist ortam ve maddî insanlar, ancak kamusal hukuktan çekiniyorlar. Onların değerleri içinde manevi ve vicdani yapılar yoktur. ]

( Âyet; 67 )

Yakub, onlara: “ Ey çocuklarım! Hepiniz Mısır medeniyetine, ( veya beyin ülkesine ) bir kapıdan, bir damardan girmeyin. Böyle bir sıkışma olursa ben insan olarak sizden herhangi bir zararı gideremem. Nihai hüküm sonsuz olan Allah’ındır. Ben işlerimi Ona bıraktım. İşi başkasına bırakmak isteyen Ona bıraksın. ”

[ Yani, ey bedenin temel duyguları, panik yapmayın! Ahenkli yaşayın ve korkmayın. Bunun için de sonsuz sisteme dayanın! ]
( Âyet; 68 )

“ Onlar babalarının emrettiği yerlerden girince, bu onların başına gelecek herhangi bir sıkıntıyı gidermedi. Sadece Yakub’un tedbir için ihtiyaç duyduğu bir işi yaptılar. Biz ona ( insanlığa ) bilgi verdiğimiz için, o bilgi sahibidir. Fakat insanların çoğu bilmiyorlar. ”

[ Yani insanoğlu ( Yakub ) çok sıkıntı çektiği ve büyük bâdireler atlattığı için yani sistem, ona çok şey öğrettiği için o bilgi sahibidir. Fakat insanların çoğu bu gelişme yoluna girmediklerinden, hayvanlık seviyesine yakın bir durumda kalıyorlar. Ve hiçbir şey bilmiyorlar. Demek, Yûsuf’u Yûsuf yapan, insanı âlim yapan, hayatın binler çeşit manasını doğuran, trajedilerdir, musibetlerdir. ]

( Âyet; 69 )

“ O kardeş duygular Yûsuf’un yanına girince Yûsuf, kardeşi olan maneviyatı yanına çekti. Ben senin anabababir kardeşinim. Sen sakın onların yaptığı şeylerden dolayı sıkılma. ”

[ Evet Ruh’un da, maneviyatın da babaları evrensel İlahî ve insanî değer ve ilkeler olduğu gibi, onların anası da yani yetiştikleri ortam da Yakub’un ( insanlığın ) kalbinin sevgisidir. ]

( Âyet; 70 )

“ Yûsuf, onları yükleriyle donatınca, Kral’ın su kabını ( beynin manevi değerleri taşıyan kabını ) kardeşinin yükü içine koydu. ” [ Bu bir hile idi. Fakat uygun bir işti. Çünkü beyin maneviyât ve umut gibi soyut değerlerle beslendiği gibi, Bünyamin ( küçük kardeş ) de maneviyâtı, şamanizmi temsil ediyordu. ]

Sonra, bir bildirici, “ Ey kervan! Siz hırsızsınız ” diye seslendi. ( Yani siz maddî bir şeyler almaya geldiniz. Fakat özel manevi bir şeyi çaldınız. )

( Âyet; 71 )

O kardeşler, onlara dönerek “ Neyi kaybettiniz? ” dediler.

( Âyet; 72 )

Onlar, “ Biz, Kral’ın ( beynin ) su ( feyiz ) kabını kaybettik. Kim onu getirirse, ona bir deve yükü daha verilecektir. Bu ülkenin temsilcisi olarak ben de buna kefilim ” dedi.

[ Yûsuf bunu böyle yaparken iki amacı vardı: Biri, ruha destek için maneviyât sembolü olan kardeşini yanında alıkoymak. Diğeri, yavaş yavaş da olsa o maddî kardeşlerini yüce manevi değerlere alıştırmak idi. Eğer alışmasalar; maddiyât, manevi değerlerle beslendiğinden hırsız ve yalancı bir değer olur. ]

( Âyet; 73 )

Onlar, “ Yerden göğe kadar bütün mukaddesata yemin ederiz! Siz bilirsiniz ki, biz arzı ( bedeni ) bozmak için gelmedik. Ve asla hırsız değiliz ” dediler.

( Âyet; 74 )

Onlar, “ Eğer yalancı iseniz bunu çalanın cezası ne olsun? ” dediler.

( Âyet; 75 )

Onlar, “ Kimin yükü içinde bu su kabı çıkarsa, ona ceza olarak el konulsun ” dediler. İşte biz zalimleri böylece cezalandırırız.

[ Madde kör olduğundan, eşyanın içyüzünü, olayların gerçek yorumunu bilmez. Onun için işler o dünyada, o ortamda birbirine karışır, beden ülkesi de bunalıma girer. Yine işi kurtaran Yusuf’un manevi görüşü ve ilmidir. ]

( Âyet; 76 )

“ Bunun üzerine, küçük kardeşinin yükünden önce onların yüklerini açtı. İşte biz Yusuf’a meşru bir hile imkânı verdik. Çünkü Kral’ın düzeni içinde, kardeşini başka şekilde alamazdı. Meğer Allah olağanüstü bir durum gösterse![13] Biz bu şekilde istediğimiz duygunun makamını yükseltiriz. Ve her bilgenin üstünde bir bilge var. ”

[ Bu âyetten çıkarılan ilmî nükteler:

a) Eğer sonuç, karşı tarafın lehine ise ve iş yasalara zarar verecek bir yalan değilse, hile, meşru sayılabilir. Mevlana’nın tabiriyle “ Birisi bir kuşu Tayr-ı Hümâyun yapmak için tuzak ile avlasa, buna yalancı ve hilekâr denilmez. ”

b) Buğday ve yiyecekler içinde şükre ve maneviyâta çıkan bir yol vardır.

c) Bilindiği gibi beynin üç katmanı var: Bitkisel, hayvanî ve insanî… Fakat işin içinde Yûsuf gibi nitelikli bir bilgi varsa, ve İlahî sonsuz meşiet izin verire, bu katmanların mertebeleri yükselir. İnsan bütün beyniyle düşünür, görür. Hatta maddî bedeni dahi, beynin yerine geçebilir. Eğer Yûsuf ve Bünyamin bir arada birbirlerini desteklerlerse… ]

( Âyet; 77 )

Yûsuf’un kardeşleri: “ Eğer bu küçük kardeşimiz çalıyorsa, daha önce onun büyük kardeşi de çalmıştı. ” Yûsuf bu sözleri kalbinde saklı tuttu. Onlara açıklamadı. “ Siz çok kötü bir konumdasınız. Allah sizin bu nitelemeleriniz çok iyi bilendir ” dedi.

[ Bu âyette iki önemli incelik var:

a) Materyalist insan veya duygu, bencilliğinden dolayı kendini aklamak için herkese çamur atabilir. Hatta saf hayır olan ruha ve kadere bile sövebilir.

b) Bilge ve maneviyât ehli, gaybî sırları mümkün mertebe açıklamamalı. Yoksa maddî düzen aksayabilir. ]

( Âyet; 78 )

Onlar dediler ki, “ Ey Aziz bakan! ”

[ Burada sadece Yûsuf’un maddî makamını görüyorlar, onun engin ilminden ve ruhani yapısından habersizdirler. ]

“ Onun çokça yaşlı bir babası var. Sen onun yerine birimizi tut. Biz seni iyilik yapanlardan ( muhsinlerden ) görüyoruz, dediler. ”

( Âyet; 79 )

“ Yûsuf, Allah’a sığınırım! Biz eşyamızı onun yanında bulduğumuz kişiden başkasını alamayız. Böyle bir durumda biz gerçekten zulmetmiş oluruz. ”

( Âyet; 80 )

Onlar, ondan umutlarını kesince, gizlice danışmak için bir araya çekildiler. Büyük kardeşleri dedi ki; “ Biliyorsunuz, babanız, sizden İlahî kamusal evrensel bir güvence aldı. Daha önce Yûsuf’a ne yaptığınızı biliyorsunuz. ( Siz onu götürmezseniz mutlaka cezalandırılacaksınız! ) Ben yeri ( bedeni ) terk etmeyeceğim. Tâ babam bana izin verinceye veya Allah, beni öldürünceye kadar. Allah ise neye hükmederse sonu hayırlı olur. ”

[ Burada maddî duygular, artık evrensel ve kamusal hukukun gücüyle biliyorlar ki, daha önce Yûsuf’u kaybettikleri gibi, Bünyamin’i de kaybetseler, ne kendileri, ne de Yakub ( insanlık ) yaşayabilecektir. Ve bu sözü söyleyen büyük kardeş nisbeten iyi olduğundan daha önce Yûsuf’un öldürülmesini ve materyalize edilmesini önlemişti. Biraz ehven olarak, onu beden kuyusuna atmaya sebep olmuştu. ]

( Âyet; 81 )

İşte babanıza dönün! ( Materyalize olmaktan çıkıp, insanî değerler olun! ) Deyin ki: “ Ey babamız, gerçekten senin küçük oğlun hırsızlık yaptı. Biz bildiğimizden başka bir şeye şâhit ve kefil olmadık. Biz bize görünmeyen varlığın bekçisi olamayız. ” [ Tasavvuf ve maneviyât; din ve hukuk dışında bazı insanî ve manevi değerleri içine aldığından, mecâzen de olsa, burada küçük kardeş hırsız yaftasını yemiştir. ]

( Âyet; 82 )

“ Ey babamız, istersen, içinde olduğumuz şehre ve onlarla döndüğümüz kervana sor! Biz gerçekten yalan söylemiyoruz. Biz gerçekten doğru söylüyoruz. ” [ Evet bu sefer bu maddî duygular, evrensel değerleri, kamusal hukuku öğrenmişler. İçinde barındıkları bedenin ve yaşadıkları ömür kervanının kurallarına uyuyorlar. ]

( Âyet; 83 )

“ Yakub, ( insan ) hayır, nefsiniz size bir iş kurgulamıştır. Ben sizin bu hilenize karşı güzel bir sabretmekten başka bir şey yapamam. Umudum o ki pek yakında Allah hepsini yanıma getirir. Allah her şeyi çok iyi bilen, ve her şeyi hikmetle yaratandır. ”

[ Burada iki insanî duyguya vurgulama var:

a) İnsan, daha önce bildiği bir probleme karşı, aynı bilgi ile yaklaşabilir. Ve bu sefer yanlış yapar.

Demek insanî bilgi her olayda ayrı ayrı belgelere ve bilgilere dayanmalı! Yani hastalık yoktur, hasta vardır.

b) İnsanoğlu ne kadar trajediler yaşasa da umudunu ve sabrını yitirmemeli. Eğer yitirirse manevi görüşü biter, sistemden düşebilir. ]

( Âyet; 84 )

Yakub onları bırakıp, “ Ah, Yûsuf’um! ” dedi. Ve üzüntüden gözleri ağardı. O bu durum ile beraber kızgınlık ile dolu idi.

Âyetin Nükteleri:

a) İnsanın maddî duyguları ne kadar yanlış da yapsa insan ( Yakub ) onları bırakmamalı.

b) İnsan, Bünyamin’siz ( maneviyâtsız ) yaşayabilir. Fakat Yûsuf’suz ( ruhsuz ) yaşayamaz.

c) Ruh giderse, en evvel üzüntü ( kayıp duygusu ) insanı sarar.

d) Ve bu üzüntüden en hassas organ olan gözler körelir.

e) İşte ruhu, maneviyâtı ve maddî görüşü dahi kaybeden bir insanın eline kızgınlık ve sıkıntıdan başka bir şey geçmez.

( Âyet; 85 )

O kardeşler, “ Yerden göğe bütün değerlere and ederiz ki, sen Yûsuf’a olan aşkından kendini alamıyorsun! Nihayet ya eriyeceksin, veya yok olup gideceksin ” dediler.

[ Âyette geçen zikr, aşk seviyesinde anmak ve sevmek demektir. ]

( Âyet; 86 )

Yakub, “ Ben, sıkıntımı ve üzüntümü, ancak Allah’a söylüyorum. Ben Allah hakkında sizin bilmediklerinizi biliyorum ” dedi.

( Âyet; 87 )

“ Ey çocuklarım, insan ne kadar yıkılsa da asla umutsuz olamaz. Gidin, Yûsuf ve kardeşini hissetmeye ( bulmaya ) bakın. Allah’ın verdiği saadet ve mutluluktan umudunuzu kesmeyin! Çünkü tamamıyla kâfir olan bir milletten başka hiç kimse bu mutluluktan umudunu kesmez. ”

( Âyet; 88 )

Bunun üzerine o kardeşler, Mısır’a gidip Yûsuf’un yanına girdiler. “ Ey başbakan, bize ve ailemize büyük bir sıkıntı dokundu. Ve biz az bir parça mal ile geldik. Bize bol bir şekilde rızkı tartıver, ve ayrıca bize bağışta bulun. Allah bağışta bulunanları çokça mükâfatlandırır ” dediler.

[ Yani maddî duygular, açlık ve sıkıntı sebebiyle manevi değerlere yanaşmaya başlamışlar. Artık Yûsuf’u tanıyabilirler. ]

( Âyet; 89 )

Yûsuf onlara dedi ki: “ Siz maddî ve cahil iken Yûsuf’a ve kardeşine ne yaptığınızı biliyor musunuz? ”

( Âyet; 90 )

Onlar, “ Acaba sen gerçekten o Yûsuf musun? ” dediler. Yûsuf: “ Evet ben Yûsuf’um, bu da benim kardeşimdir. Hiç şüphesiz Allah bize olağanüstü bir ikramda bulundu. Çünkü kim ruhunu ( maddi duygu ve saldırılardan ) korursa, ve bunun sonucu başa gelen sıkıntılara sabrederse, ( o en iyilerden olur ) ve Allah böyle güzellerin ve iyilerin ( muhsinlerin ) ücretini zayi etmez. ”

( Âyet; 91 )

Onlar, “ Yerden göğe kadar bütün mukaddesata and olsun ki! Allah seni bizim üstümüzde üstün kılmıştır. Ve biz gerçekten yanlış yapanlardan olduk. ”

[ Evet madde de, mana da, iyi de, kötü de aynı ana-babadan oluşuyorlar. Fakat biri yükselir, diğeri düşer. Arap şairin dediği gibi “ İkimiz iki çekirdek idik. Biri büyüdü, çınar oldu. Diğeri çürüdü, gübre oldu. ” ]

( Âyet; 92 )

Yûsuf, “ Bugün size bir ceza verilmeyecektir. Allah sizi bağışlayacaktır. O Erhâmürrâhimîndir. ”

[ Somut verileri dahi değerlendirip soyuta ve sonsuza bir pencere ve kapı yapar. Yani Rahmet Allah’ın somut tecellisidir. Siz somut olarak bu tecelliye ayna olacaksınız. Tıpkı Allah’ın sonsuz soyut sistemi sizin kusurlarınızı telafi edip sizi bağışlayacağı gibi… ]

[ İşte bu ayetlerin cevherleri içinde, mucizeli bir şekilde biz, insan ruhunun nasıl korunacağını ve nasıl terapi yapılıp sisteme entegre olacağını açıkça ve ilmî bir şekilde görüyoruz. ]

( Âyet; 93 )

“ Siz benim bu gömleğimi ( makam ve hilafet cübbemi ) götürün, babamın yüzü üzerine atın, o görür olarak dönecektir. Ve bütün ahalinizi bana getirin. ”

[ Demek, insanlar, kutsal bir hilafet gömleği ile —ne kadar cahil de olsalar— gerçekleri görür olurlar. Ve eski eksiklikleri bu sayede telafi edilmiş olur. Manevi bir kimlik ve kişilik kazanırlar, Mısır’a ( yeryüzüne ) egemen olurlar. ]

( Âyet; 94 )

Kervan Mısır’dan ayrılınca, babaları “ Ben, Yûsuf’un kokusunu[14] alıyorum. Eğer bana bunak demezseniz. ”

( Âyet; 95 )

Yakub’un içlerinde yaşadığı materyalist toplum “ Allah’a and olsun, sen hala eski sapıklığın içindesin ” dediler.

[ Çok ilginçtir ki, bu günkü materyalist toplum, en ufak bir manevi değeri ve en ufak ruhî özellikleri, bunaklıkla, delilikle ve sapıklıkla suçluyorlar. İşte bunun için Yûsuf, kardeşleri, Yakub ve hanımı bu toplumu terk ediyorlar, saadete eriyorlar. Bunun üzerine Filistin’deki o kâfir toplum helak oluyor. Eski dilde “ fila ” ve “ filas ” kâfir manasına geliyor. ]

( Âyet; 96 )

“ Müjdeleyici gelince, gömleği babasının yüzü üzerine attı. Anında göz nuru geri gelmeye başladı. ” [ Yani kutsal hilafet gömleği gelince, Yakub’un ( insanlığın ) gözü açıldı, ve görmeye başladı.] Yakub oradakilere: “ Ben Allah’tan sizin bilmediğiniz şeyleri biliyorum demedim mi ” dedi.

( Âyet; 97 )

Çocukları, “ Ey babamız, suçlarımızın bağışlanması için Allah’tan mağfiret iste! Biz gerçekten yanlış yapanlardandık ” dediler.

( Âyet; 98 )

Yakub, “ İleride Rabbimden ( beni geliştiren Allah’tan ) sizin bağışlanmanızı dileyeceğim. O gerçekten bağışlayan ve rahmet edendir. ” dedi.

[ Allah, insanın kusurlarını telafi edip, onu başarılı kılandır. Mağfiret, kusurların telafisi demektir. Rahmet de insanları başarılı kılmak manasına gelir.
Bu âyette ince bir işaret var ki, bu materyalist asır geç de olsa, yanlışlarını anlayacak, telafi yoluna girecek ve başarılı olacaktır. ]

( Âyet; 99 )

Onlar Yusuf’un yanına girince, Yusuf ebeveynini kucakladı. Ve “ Mısır ( medeniyet ) ülkesine girin. Allah’ın izniyle güvende olursunuz ” dedi.

Yani insanlık ( baba), medeniyet ( ana), Ruh, maneviyât ve diğer duygu ve yetenekler, bir araya gelince, Yûsuf ( ruh ) insanlığı ve medeniyeti kucaklayınca insanoğlunun iki temel ihtiyacı yerine geldi:

a) Beslenme ve sosyal yaşam ( Mısır )

b) Güvenlik ve soyut değerler ( Allah )

( Âyet; 100 )

Bunun üzerine ( yani iş ve sistem tamamlanınca ) Yûsuf, tahtını ( iktidarını babasına ve anasına ) bıraktı. [ Artık, insanlık ( hümanizm ) ve ekonomi, tahtı ( devleti ) yönetecek. ] Ve hep beraber, ona secdeye gittiler. ( En üstün ve kutsal değerin ruh olduğunu anladılar. ) Yûsuf dedi ki: “ Ey babacığım, ( ey insanlık ) işte bu daha önceki rüyamın yorumudur. Rabbim, onu gerçekleştirdi. Rabbim bana çok güzel bir iyilik yaptı. Beni sicinden ( bireysel ve yalnız ruh olmaktan ) kurtardı. Sizi de çölden ( bedevilikten ) medeniyete çıkardı. Şeytan, benim ile diğer kardeşlerimin arasındaki bağı kopardığı halde Allah, bize böyle güzel davrandı. Rabbim gerçekten istediği şeye lutf eder. ( Onu lâtif ve ruhani yapar. ) Çünkü Rabbim, sonsuz ilim ve hikmet sahibidir. ” ( Sonsuz ilmiyle ruhu yazdırır, ve hikmet ölçüleriyle onu bir ben ve bilinç yapar. )

( Âyet; 101 )

“ Ey Rabbim, sen bana devlet yönetmeyi, olayları ve nesneleri yorumlamayı nasip ettin! ( Yani maddi ve manevi imkânlar verdin. ) Sen göklerin ( metafizik âlemlerin ) ve yerin ( fizik alemin ) açarak yaratanısın. Sen dünyada da, âhirette de benim sahibimsin! ( Sen bu üç alandaki, dengeyi bozmadan ) Denge ve zıtlar arası barış demek olan İslam üzere beni vefat ettir. Ve bu sayede dünyayı ve dini imar eden yararlı kullarına beni kavuştur. ”

( Âyet; 102 )

“ İşte ey Muhammed ve ey insanoğlu! Bunlar ( bu arketip ve sembol gerçekler ) metafizik alemin malzemesidirler. Biz onları sana ( senin bilinçaltından ) deşifre ediyoruz. O âlemdeki, gelişmemiş duyguların birleşip maddiyat için nasıl hile ve maske yaptıkları zaman sen ( beşeri üst bilinç olarak ) orada değildin. ”

( Âyet; 103 )

“ Fakat sen ne kadar, böyle olağanüstü ve çağlar üstü doğal gerçekleri yaşatmak için hırs göstersen de, insanların çoğu inanacak yapıda değiller. ”

[ Çünkü maddeye göre, ruh ve mana oranı azdır. Önemli olan sayısal çokluk değil de nitelikli çokluktur. ]

( Âyet; 104 )

“ Bunlar, maddî düşündükleri için senin de bu işi ücret için yaptığını sanıyorlar. Fakat sen onlardan asla bir ücret istemiş değilsin. Bu ( vahiyler ) birer âlem değerinde olan iyi insanlar için mesaj, yasa ve bilgiden ( zikirden ) başka bir şey değiller. ”

( Âyet; 105 )

“ Bu vahiyler ( metafizik deşifreler ) ispatsız ve delilsiz de değiller. Göklerde ve yerde nice belgeler var ki onlar üstünden geçip onları çiğniyorlar. Ve o belgelerden yüz çeviriyorlar. ”

( Âyet; 106 )

“ Maddî bir güç ile veya kitle psikolojisi ile onların çoğu, Allah’a inansa da, ona şirk koşmadan yapamazlar. ”

[ Yani sınırlı düşünce ve putperestçe yaklaşımlardan kurtulamazlar. Halbuki, iman, ruh, metafizik değerler hep sonsuzdurlar. Bunlar, soyut değerleri algılamaz. Ancak korku psikolojisi ile iş yaparlar. ]

( Âyet; 107 )

“ Yoksa onlar, Allah’ın her tarafı kuşatan bir azabından güvende mi oldular? Veya onlar farkına varmadan, aniden kıyametin gelmesinden mi güvende oldular? ”

[ Bu son üç âyette insanın en temel duyguları olan üç hakikatten söz ediliyor:

1) Soyut ve sonsuz değerlere inanıp bağlanmak,

2) Kalite, yasa, bilgi gibi insanî değerleri yaşamak,

3) Geçmiş ve geleceği hesaplayıp ona göre davranmak.

Bunların altına düşmek ise, insanı hayvan seviyesine indirir. Böyleler için, ne Yûsuf, ne İbrahim, ne İshak, ne Yakub var! Onlar ya bireysel veya sosyal olarak şizofrendirler, sistemden, büyük bir azap ile diskalifiye olacaklardır.

Maalesef bugün toplumumuzda dahi insanlar, sürü psikolojisiyle böyle büyük değerli zâtlara yanlış bakıp, soyut ve sonsuz ruhani değerleri bir hurafe ve yanılgı olarak görüyorlar. ]

( Âyet; 108 )

Sen, ey Muhammed veya ey insan! Vahiy diliyle de ki: “ Benim yolum bu manevi yoldur. Ben de, bana tâbi olanlar da, görerek Allah’a ( sonsuzluğa, birliğe, bilgiye ) çağırıyoruz. ( Bu bir hayal değildir. ) Allah’ın sistemi sahte ve kof şeyleri başarılı kılmaz. Bu sistem böyle bir şeyden çok yücedir. Ben asla müşriklerden değilim. ”

[ Yani müşrik de inanır, fakat Allah’ın birliğini ve sonsuzluğunu göremediği için ona ortaklar koşuyor. Ben ve bana uyanlar ise, görerek Ona, Onun birliğine inanıyoruz. Bu görüş bir yanılgı ve halüsinasyon değildir. Gözle görülen maddeden daha çok gerçektir. Evet, varlıklardaki bilinç ve hikmet gözle görülecek kadar açıktır. Ve maddenin gerçekliğinden daha çok gerçektirler. İşte gerçek müminleri hurafecilikle suçlayanların ne kadar düşük bir algı sahibi olduklarını gör! ]

( Âyet; 109 )

“ Senden önce, ancak bir kısım eril ve medeni ve kendilerine vahiy gerçeğini bildirdiğimiz değerli kişileri gönderdik. ” [ Yani peygamberler, ruhi fonksiyonları güçlü, bilgili, medeni, ve geçmiş ve geleceğe açılan vahiylerle donatılmış kişilerdir. Her konuda zirvedirler. ] Acaba bu insanlar, yeryüzünde gezip peygamberlere karşı gelenlerin akıbetlerinin nasıl olduklarını görmüyorlar mı? Evet, din ve vahiy dünyaya düzen verir. Fakat, âhiret ve ebedilik için imkanlarını saklayanların yurdu, daha hayırlı ve daha iyidir. Acaba soyutu ve sonsuzu algılamak için yaratılan akıllarınızı neden kullanmıyorsunuz? ”

[ Evet din ile küfür, dünya ile âhiret, şirk ile tevhid arasında sonsuz bir çatışma ve gelişme var. Ve bu diyalektik sürece göre, peygamberlerin ve insanların kişilikleri şekilleniyor. ]

( Âyet; 110 )

“ Nihayet peygamberler, ümidini yitirip yalana çıkartıldıklarını zannettiklerinde birden bizim yardımımız onlara gelir. Biz istediğimizi kurtarırız. Ve suç işleyen bir milletten şiddetli azabımız geri çevrilmez. ”

[ İşte siz bakın; varlığın, diyalektik sürecin ve umudun, ne kadar meyvedâr olduklarını görün. Fakat peygamberler, zâhitler gibi dünyayı terk etmedikleri için onlar diyalektik savaşın şiddetini yaşıyorlar. Ve iş o kadar çok şiddetleniyor ki, insan olarak “ Acaba biz yanıldık mı? ” diyebiliyorlar. Kaygılanıyorlar. ]

( Âyet; 111 )

“ Evet and olsun, bu peygamberlerin yaşamında, ve evrensel kıssalarında akıl sahipleri için önemli bir ibret ve ders vardır. Bu peygamberlerin arketip olan kıssaları, uydurulmuş bir roman değildir. Fakat Kur’andan önce gelen Tevrat’taki o arketiplerin tasdikidir. Ve her şeyin açıklaması ve yorumudur. Ve inanan bir millet için istikamet ve başarı kılavuzudur. ”

30. 06. 2007
Bahaeddin SAĞLAM

[1] Hayat, Gayb ile Şehâdet arasında ara formüldür.
[2] Tâbiri caizse, üç tane bir, yüz on bir olmakla, Bir’e ( Allah’a ) ait esma-i hüsnâ olurlar.
[3] Kıssa, kasas kelimeleri uyarlama, ölçüp biçme manasına gelir. Hikâyeye de kıssa denmesinin sebebi, yazarın hikâyeyi, anlatmak istediği gerçeğe uyarlamasındandır. Makas kelimesi de bu kökten gelir.
[4] Ruh, zamanüstü olduğundan, Sâmî dil mantığında geçmiş kipi ile ifade edilir.
[5] İnsanî bütün değerler, beyin tarafından özellikle üst kortex yönünden var edildiği için, “ baba ” kavramını bazen beyin, bazen insanlık diye çevirdik. Kıssa içinde beynin bu özelliği, çoğu yerde Yakub ile ifade edilmişken 1-2 yerde de Kral ile ifade edilmiştir. Çünkü, beyin insan şehrinin gerçek kralıdır.
[6] 8. Söz’e ve Tolstoy’un İtiraflarım kitabına bakınız!
[7] Gerçekten manevi ve ilmî değerlerin kaçması ve ölmesi, onların materyalize olmasından daha ehvendir.
[8] Onun için burada fiil eril kip ile kullanılmıştır.
[9] Seratonin üreten aktif bir yiyecek, ekmektir.
[10] İbrahim, denge ve tevhid sembolü olduğu gibi, İshak da kelime olarak gülmek ve mutluluk demektir. Yakub ise İsrail olduktan sonra, dindar, medeni, tabii şartları yenen insanoğlu demektir. Tevrat ile ilgili kitabımıza bakınız!
[11] Aziz ( başbakan ), güçlü ve ekonomi elinde olan beden manasına işaret ettiği gibi, Kral da yönetici ve yetki kendisinde olan beyin demek olur, psikolojik yorum itibarı ile…
[12] Kelâm yasa, vahiy ve akıl demektir.
[13] Yani umumi sistem izin vermezse, beyne hiçbir yeni dosya ilave edilemeyeceği gibi, hiçbir dosya da ondan silinemez.
[14] Yusuf, ruhu, niteliği, ilmi temsil ettiği gibi güzel koku da, maneviyatı, ruhu, güzel esintileri hatırlatır.

BESMELE' NİN SIRLARI

Kadir Bey’in Soruları;

Muhterem Hocam gönderdiğiniz cevabı ve makaleleri okudum. Üzerinde tetkikatım sürüyor. Bu arada bu sabah 14.Lem'a’nın 2. Makamı’nı okumaya başladım. Sizinle müzâkere ettiğimiz konular ve esmâ-i hüsnâ ile alakadâr sesli dersinizi arabada müteaddit defalar dinledikten sonra bu dersi okurken daha değişik tarzda mütalaa ederek okuma ihtiyacı hâsıl oldu ve birçok soru çıktı. Bunları size sıralamak istiyorum.

1) Besmele için Üstad; “ Sahife-i âlemde bir satır-ı nurânî teşkil eden üç sikke-i Ehadiyyetin kudsî ünvanıdır. Ve kuvvetli bir haytıdır ve parlak bir hattıdır ” diyor. Ve “ İnsânî arşa çıkmağa bir yol olur ” diyor. Gerçi üç sikke-i Ehadiyyeti önceki paragrafta açıklıyor ama “ hayt ve hat olması ve insânî arşa çıkmak ” konularını biraz daha açar mısınız?

2) “ Vâhidiyyet içinde ukùlü boğmamak ” hakikati acaba “ Şiddet-i zuhûrundan gizlenmiş ” hakikatı ile açıklanabilir mi?

3) “ Vâhidiyyet içinde ukùlü boğmamak ve kalpler Zât-ı Akdes' i unutmamak için ” cümlesinde “ Zât-ı Akdes ” kavramı ve “ unutulması ” kavramı üzerinde durabilir misiniz?

4) “ O Sultan'a muhatab ve halil ve dost olmak ” ne demektir? Sizin hep söylediğiniz “ Sonsuzluğa entegre olmak ” la açıklanabilir mi?

5) “ Kendi istiğnâ-yı mutlakına karşı Rahmetini ihtiyac-ı mutlak içindeki zîhayata ve insana makbul bir şefaatçi yapmış ” ifadesinde “ Kendi rahmetinin ”, “ Kendi istiğnâ-yı mutlakına karşı ” insan için şefaatçi olması ne demektir?


14. Lem’anın 2. Makamı ile Alâkalı Notlarım


Pek değerli Kadir Ağabey!

Hatırlıyorsun, Fâik Ağabey daima 14. Lem’anın 2. Makamı ile ilgili rüyasını anlatırdı. Şöyle ki: “ Üstadı görmüş. Üstad büyük bir cemaate hitap ediyormuş. Ve seyr u sülûk ile, maneviyât ile ilgili her şeyi Risâle-i Nur’da serpiştirdiğini, özellikle 18. Söz ile bu 2. Makam’da açıkça anlattığını söylemiş. ”

Ben yıllar sonra ve muhterem Ağabey’in vefatından çok sonra bu rüyanın yorumunu anladım. Yani eğer 18. Söz’deki 1. Nokta ile “ Nefsin mâhiyetini ” bilsen; 2. Nokta ile “ Tabiatı ” tanısan yani hem nefis, hem tabiatta zâhiren görünen çirkinliklerin aslında çirkin olmadığını ve bizim onu çirkin ettiğimizi anlasan, ve 3. Nokta’daki bilgi ile, “ Ubûdiyet dairesinde güzelleşip İlahî muhabbete ersen ” işte seyr u sülûkun 1. basamağı biter, dindâr bir sûfi olursun. Ve eğer 14. Lem’anın 2. Makamı’ndaki sırları da tam anlayıp yaşasan, insan-ı kâmil ve ârif bir asfiya olursun.

Değerli Ağabeyim! Benim bu makamdaki manevi açılımları tam aktarma gücüm yok. Fakat tasavvufla, felsefe ile meşguliyetten ve çokça şüpheleri def etmek zorunda kaldığımdan ve Kur’an tefsiri ile çok meşgul olduğumdan belli kavramları anladığımı söyleyebilirim. Fakat Üstad, “ Bu makam, fikirden ziyade hisse bakar ” demekle, bilgiden ziyade yaşanılması gerektiğini söylüyor.

1) Kâinat, ( Varlık ) faaliyet ve tekerrür-ü vücûduyla sonsuz olduğundan Allah ona bakar. Allah kelime olarak Mâbud ( tapılan ) demektir.

Yani eğer bir hakikat, bir varlık sonsuz olmazsa, tapılmaya layık değildir. Ve eğer insan, sınırlı şeylere tapsa, bir nevi putperest olur. Çünkü sınırlı şeyler, sonsuzun yanında geçicidirler, fânidirler, esmâdırlar; sonsuz bir bilgi ve bilinç ifade etmezler.

2) Rahman ise yeryüzü ve yeryüzündeki diyalektik süreç sonucu olan faaliyetler, demektir. Daha doğrusu bu hakikati bütün somut, küreler, varlıklar, baharlar, çiçekler ve rızıklar şeklinde ifade edebiliriz. Ki, bu faaliyet somut olarak en güzel şekliyle yeryüzünde tecelli etmiştir.

Demek, kâinatı, mutlak varlığı, sonsuzluğu, sınırsız bilinci anlarsan, bu sefer sıra, insana gelir. İnsan ise bir mûcize-i hilkàttir.

İnsan, sınırlı, küçücük bir varlık olduğu halde sonsuz bir bilgiye, bir güce, bir iradeye, özel inâyet ( ilgi ) ve kerâmetlere, İlahî müdahalelere mazhardır.

İşte, eğer Allah’ı ( soyut ve sonsuz bilinci ) ve Rahman’ı ( somut ve sayıları ile sınırsız verileri ) ve ardında bu iki açılı sonsuzu ispat eden Rahimiyet’i görüp yaşarsan, insan-ı kâmil olursun, insâniyet arşına ( zirvesine ) çıkarsın, Vâhidiyet ile Ehadiyet’i bir görürsün.

3) Allah, sonsuz olarak bir bilinç, bir gerçek ( vâcib ) varlıktır. Buna Vâhidiyet ( geniş birlik ve bilinç tecellisi ) diyebilirsin.

Sonra somut olarak da değişik varlıklar ve benlikler olarak, maddî ve şehâdet âleminde, esmâları sayesinde görünür. Fakat bu da bir derece sonsuz olduğundan, insan için algılanması ve muhatap alınması yine zordur.

Bu Bilinç ve Gerçek Benlik, Kur’anda Taha sûresinde “ Ben, Ben’im. Ben, Allah’ım ” şeklinde ifade edilmiştir.

Yani Gerçek Bilinç ve Gerçek Varlık ve Gerçek Benlik, ( Ene ) ancak Allah’tır. Ki, Muhammed İkbal psikolojik ilme dayanarak, Allah’ın “ Büyük Ben ” olduğunu, diğer varlıkların ve özellikle şuurluların “ Ona tâbi benlikler ”[1] olduğunu söylemiştir. Hem Avrupa’da, hem Asya’da bir büyük tesir göstermiştir.

İşte insan Allah Benliği’ni, Rahman Benliği’ni düşündüğünde bunlar sınırsız olduğundan, fikir onları kuşatamaz.[2] Fakat bir bahçede, bir şeyhte, bir peygamberde, insanın yüzü ve sesi gibi bir şuurlu fiilde küçük çapta o Sonsuz Ben’in bir monadını ( Ehadiyet tecellisini ) görür, arkasındaki gerçeğin sonsuz olduğuna intikal eder, “ İyyâke Na’budu ” der.

Hülasa Zât-ı Akdes bu sonsuz Vâhidiyet ve sonsuz Ehadiyet cilvelerinin ismidir. İlahî Benliğe verilmiş, tasavvûfî bir kavramdır. Kur’an daha çok bu benliğe “ Vahid ve Ehad ” der.

Yoksa kâinat ayrı, Zât-ı Akdes ayrı ve ötelerde hayalî bir varlık değildir. Bu bizi batıl ve Vahhâbîce bir inanca götürür, ehl-i ilmi de dinden küstürür.
Üstad, Ahmed-i Hànî, Ahmed-i Cezerî, Mevlanâ ve İbn-i Arabî, “ Vahidiyet de, Ehadiyet de birdir, sadece çap farkı var. Su ile buzun birliği gibi ” demişler.

Fakat bu bilgiler seni eksik bir Vahdetü’l-Vücûda götürmesin… Çünkü onlar, sınırlı ( ismin tecellisi ) olan nesneleri —ki gayrdırlar— sonsuz Ulûhiyet ve Rahmâniyet ile iltibas etmişler. İnsanın sîmasına “ Sûretu’r-Rahman ” demişler.

Benim entegrasyondan kastım, insan gibi sınırlı bir ben’e sahip kişi; eğer Ulûhiyet ve Rahmâniyet’e teslimiyet tarzında entegre olursa sınırlı ve fâni olmaktan kurtulur, ebedîlik kazanır, demektir.[3]

Ene’nin hayalî birliğinden ( ki insan beyni ve ben’i 10 milyar hücrenin nisbî bir birliğinden ibarettir ) kurtulur, insan-ı kâmil olur.

Hatırla ki, Kur’an putlar için “ Sadece birer isimdirler ” diyor. Biz de ben olarak bir isimiz. Evet, karakol devlettendir. Devletin savunma isminin bir noktasıdır. Ama devlet sadece karakoldan ibaret değildir. Hatta devlet bir açıdan sonsuz ve soyuttur.

4) Allah sonsuz yetkinliğiyle aslında, sınırlı ve geçici varlıklar olarak görünmek istemez. Fakat mana ve şefkat ve rahmet, yani tenezzül edip somutlaşma eseri olarak, maddiyâtı, olayları yaratmıştır. ( Onlara şekil vermiştir, onları birer dosya, birer ben yapmıştır. )

Onun için, Üstad, “ Yeryüzünü, uzayı, insanlık âlemini özellikle yavrular dünyasını şenlendiren rahmettir ” diyor.

Demek rahmet mübalağa ve sonsuzluğu ifade eden Rahman olarak, kendini tabiat yasaları olarak gösteriyor. Fakat insanın, özellikle ehl-i imanın yükü çok ağır olduğundan ve çokça ezildiğinden Rahimiyet devreye girer, onları özel inâyetlerle kurtarır.

Demek Risale-i Nur, sırr-ı hilkàt-ı âlemi keşfettiğinden, İsm-i Hakîm’e ve yüzlerce kerâmet, tevâfuk, destek ve İlahî inâyet ile muvaffak olduğundan İsm-i Rahîm’e mazhar olmuştur.

5) İşte Rahmâniyet yani âlem-i şehâdet cem’-i ezdad üzere tertip edildiğinden ve bu görevde somut icraatı en yüksek seviyede icra eden, Hz. Muhammed olduğundan, O’nu ( A.S.M. ) başarı için, icraatın sağlığı için kendimize şefaatçi etmeliyiz.

Ve O şefaatçiye ulaşmak için de O’na destek ve dua manasına gelen rahmet ve salavât okumayı çokça yapmalıyız.

Fakat dikkat etmek lazım, Hıristiyanlar gibi, ehadiyet ve esmâ cilvelerinde boğulmamalıyız. Tevhidi, Sonsuzluğu esas alıp, onlara göre entegre olmayı elden ve hesaptan hiç çıkarmamalıyız. Biz esmâda değil de esmânın manasında yüzmeliyiz. Hz. Muhammed’e layık bir ümmet olmalıyız. Üstad’ın, Hat ve Hayt ( ip ) dediği hakikat bu tevhid hakikatidir. Bizim için bütünlük ve sonsuzluk önemlidir. Yoksa herhangi bir makamda kalır, boğuluruz. Besmele ise, zirveye çıkmanın sembolüdür; ipi ve asansörüdür.

Bilmem kaç milyar senedir, varlık bu noktaya gelmek için çırpınmıştır. Çırpınış, bir duadır, bir rahmettir, varlık ve manadan daha çok pay almaktır. Şimdilik bu kadar… Mârifet-i İlahîye ile ilgili notları okusan ve Tevhid Tarihçesi adındaki sohbeti dinlesen daha net olarak bu hakikatleri görebilirsin. Selamlar!..


Son Bir Hatırlatma

Bismi ( İsmi ile ): Yani kâinattaki bütün reel varlıklar ve olaylar birer gerçek ve birer kavramdırlar. İsim, kabarmış, belirmiş yani taayyün etmiş nokta demektir. Belirlenim demektir. Esmâ ise isimler demektir. Yani varlıkların ve olayların gerçekleşmesi için, şu şartlar gerekli:

a) O isim bir belirginlik olmalı.

b) Diğer isimlere aykırı olmamalı.

c) Ve Allah’ın ismi olmalı. [ Yani, sonsuza, hakka ( gerçeğe) dayalı olmalı.]

İnsanoğlu da, bu belirginleşmiş gerçeklere kendi ilmi ve kendi diliyle bir isim ( bir ad ) koyar. Onlara sahip olur. Diğer varlıklar ad koymayı yapamadıklarından, mülkiyet kavramı onlarda oluşmamıştır.

“ Allah ” ( Yani sonsuz, yani saf bilinç ve bilgi, yani yasa… )

İşte Türkçede Tanrı dediğimiz bu hakikat böyle temel niteliklere sahip olduğundan, hem çok isim ve fonksiyonlara sahiptir. Hem birbirine zıt olabilecek gerçekleri sonsuzluk potasında birleştirip onları gerçekleştiriyor.

“ Rahman ” ( Somut ve yasal tecelli; ve somut olmakla beraber, sonsuz örneklerle sonsuz ve yasal olmaya sahip Hak ve Gerçek… )

Rahman sûresinden ve “ Cennetin damı Arşu’r-Rahman’dır ” hadisinden anlaşılan iyi-kötü, Cennet-Cehennem dahi Rahmâniyet’in tecellisidir. Bu makamda tevhidi bilip yaşamak, lütfu da kahrı da, hayatı da ölümü de Allah’tan bilip, onları bir görüp sonsuz bir saadeti hissedip yaşamaktır.

İslam’da, Rahmâniyet’in diyalektik ve somut realiteleri asla değişmez. Herkes ve her şey bu cendereden geçmek zorundadır. Ve asıl olan, mûcize ve kerâmet değil de, İlahî yasalara ayak uydurmaktır. Fakat eğer bazı gerçekler ve insan gibi zayıf yaratıkların varlığına aykırı bir durum ve yasa olursa bu sefer:

Rahimiyet devreye girer. Evet, insanlık ve özellikle inançlı olanlar, sonsuzluğu isteyen, zirveyi isteyen, zıtların çatışmasından kurtulmak isteyen harika bir mûcizedir ki onlarda soyutlama ve ilim ve teknoloji ve nice soyut değerler gelişmiş, insan en zavallı varlık iken, en zirve yaratık olmuştur.

Fakat dinde ve varlıkta asıl olan diyalektik yapı ve yasal yapıdır. Mûcize ve kerâmet ancak Allah’ın ( sonsuz sistemin ) izin vermesiyle ara sıra, çok ihtiyaç anında gerçekleşir. Yani eğer mûcize ve kerâmet, olağanüstülük kurumlaşırsa ( bazı Hıristiyanların yaptığı gibi ) kendi özüne zarar verir. Kendi kendiyle çelişir. Yani meşiet-i İlâhiyeye aykırı olur. Meşiet ve emir âlemi, Sünnetullah ve halk âleminden önde gelirler.

Yunus Emre “ Ben cenneti istemem. Bana Seni, gerek Seni ” demesi, bu sonsuzluğu, Rahimiyeti, saadet-i ebediyeyi istemesi demektir. Hâşâ, cenneti hafife almak demek değildir.

Evet, nice köprü altında yatan sultanlar var ki, saraylarda vicdan cehenneminde kavrulan krallardan daha mutlu olmuşlardır.

Hülasa, her şeyin aslı dengedir. Ve örnek şahsiyet Hz. Muhammed’dir. Ve en temel hakikat, vahiydir. Ve bunların ismi ve amblemi Besmele’dir. Yani Tevhid ve Sonsuzluktur. Orada, o âlemde, Cennet de Cehennem de, köle de kral da güzeldirler.

Ve insanoğlu bunu anladığı için meleklerden üstün oldu. Eğer dengeler bozulmazsa yine üstün kalacaktır!

Dua ve Rahmâniyet hakkında dediklerimizin delili, Meryem sûresinin Cehennemin en zirvesini Rahman ismine bağlaması ( 19/ 69 ) ve Furkan sûresinin, ibâdeti, dengeyi, sırât-ı müstakîmi ve duayı, Rahman’a ilintilemesidir.

Hülasa: O Sultan’a dost ve halil olmak, Ona yakın olmak, mekân olarak ve dikey şekilde değildir. Geçmiş ve geleceği de içine alacak biçimde, tevhidi, sonsuzluğu bilip yaşamak, ardında velâyet olarak Ehadiyet tecellisi ile Ondan vahiy ve ilham almaktır. Miracın da bir açıdan mâhiyeti budur.

Eski insanlar, akılları tevhidi ve sonsuzluğu algılamasa da bu Ehadiyet tecellisine kalpleriyle bağlanmışlar, âdem olmuşlar.

Fakat bir kısmı gaybî ve metafizik gitmişler, O Sultan’ı bir Kral olarak görmüşler. Bir kısmı da fizikî ve maddî olarak gitmişler, Onu Güneş şeklinde görmüşler. Arketip ve sembol olarak insanın derin bilincinde bu iki formda yazılıdır. Risale-i Nur, ikisini de kullanıyor. Fakat Kur’an indikten sonra sonsuzluk ve tevhid anlaşıldığından, eski inançlar neshedilmiş ve bölücü olduğundan onları şirk saymıştır. Demek herkes bir şeylere tapıyor. Fakat sınırlı, fâni, somut maddî şeylere tapmak artık insanlık için en büyük suçtur. Yani çocuklar için gerekli olan bir şey bu gün büyükler için en büyük günah sayılıyor. İbn-i Arabî ve dindar sosyolog ve antropologlar bu görüştedir. Zaten hıllet, iç içe ve entegre olmak, dost ise el ele olmak demektir.

24. 07. 2007
Bahaeddin SAĞLAM
[1] Hakikî Benlik, Samed’dir... Başkasının varlığıyla kàim olan, bizzat kàim olmayan, “ Gerçek Benlik ” olamaz.
[2] Tabir caizse Allah “ El-Muhît ” ismiyle Matematikteki “ Evrensel Küme ” gibidir. Alt kümeler, bu Evrensel Üst Benliği asla kuşatamaz.
[3] Hasbiye Risalesi’nin 1. Mertebesi baştan sona bu entegrasyonu anlatır ve işlettirir.

ALAK SURESİ

Bilgi Formatı Açısından Alak Sûresinin Tefsiri

Sûre 19 âyettir. 95. sûresidir. ( 95/19 = 5 ) olarak, Kur’anın düzenli bir bilgi olduğunu gösterir. ( 19 ile ilgili kitabımıza bakınız! )

1. âyet: “ Her şeyi terbiye edip geliştiren, her şeyi şekillendiren ( formatlayan ) Rabbinin ismi ( belirlenmiş reel noktaları ) ile oku! ( Hafızanın derinliklerindeki bilgileri söyle! Açıkla! ) ”

2. âyet: “ O Rabb ki, insanı rahme yapışan alaktan ( zigottan ) şekillendirmiş. ”

[ Zigot, döllenmiş ve rahme taalluk etmiş, kişinin DNA bilgilerini içeren kök hücreler demektir. ]

3. âyet: “ Oku! ( Beyninin derinliklerindeki bilgiyi açıkla... ) Rabbin çok çok ikram ve inâyet ( özel ilgi ve destek ) sahibidir. ”

[ Yani ayrıca senin hayatını da bir bilgi ve vahiy yapar. ]

4. âyet: “ O ki, tedrîcen kalem ile öğretir. ”

[ Alfabe, hukuk, kutsallık, edebiyat gibi soyut değerleri de tedrîcen öğretir. ]

“ Alleme ”, tedrîcen öğretmek demektir.

5. âyet: “ O Rabbin, insanın bilmediğini ona tedrîcen öğretendir. ”

[ Evet, insanın şahsî hayvânî beyninin kapasitesinden öte, soyut değerler kollektif bir bilinç ile tarih içinde insanoğluna peyderpey öğretilmiştir. Ve Hz. Muhammed’e peygamberliği sağlayan bu insanî birikimden ayrı olarak, kâinatın ve geçmişin katlanmış bir kütüphanesi olarak bilinçaltından sonsuz bilgilerin deşifre edilmesidir. Onun için Kur’an “ nar ” ın düzenliliğinden bin kat daha fazla, tevâfuklar ve bilinçli düzenlilikler gösterir.

Yani nasıl ki nar, bütün geçmiş evrenin ekolojik bir meyvesidir. Kur’an da öyle; fakat ayrıca sonsuz soyut değerleri de veriyor. ]

6. âyet: “ Fakat insan bu sonsuz kapasitesini, mal gibi, somut veriler için harcadığından azar. ”

7. âyet: “ Kendini zengin ve müstağni görünce! ”

[ Altıncı âyet sayısal değeri ile özellikle bu asrımıza bakıyor. ]

8. âyet: “ Fakat o, bu azgınlığın cezasını hemen bulur. Ve neticede Rabbinin terbiyeciliğinin bir yasası olan gelişmeye geri döner. Çünkü her şey Rabbine ( Onun yasasına ) döner. ” [2]

9-10. âyetler: “ Gördün mü, o kişiyi ki; bir kul namaz kıldığı zaman, onu namazdan alıkoyar. ”

11-12. âyetler: “ Gördün mü? Ya, o kul doğru yol üzere ise? Veya değerleri korumak için çırpınıyorsa? ”

[ Tefsirlerde bu kulun Hz. Muhammed olduğu ve Ona engel olanın da Ebu Cehil olduğu yazılıdır. Fakat, 6. âyetin sayısal değeri ve bu âyetlerin Hz. Peygamber’e “ Gördün mü? O kulu... ” diye ayrı olarak hitap etmesi, bu yasakçının ve bu kulun başka birileri olduğunu gösterir. Veya bu cümle kaziye-i münteşiredir yani ara sıra böyle şeyler olacak demektir. Ayrıca sebeb-i nüzul ayetlerin evrenselliğine aykırı değildir. ]

13. âyet: “ Gördün mü? O kişi, nasıl yalanladı ve sırt çevirdi! ”

14. âyet: “ Bilmiyor mu? Allah her şeyi görüyor, diye! ”

15. âyet: “ Evet eğer o, bu yasaklamaya son vermezse Biz onu alnından yakalayacağız. ”

16. âyet: “ Yalancı ve yanlış bir alın!.. ”

17. âyet: “ İşte o, bu ölümünde, meclisini çağırsın! ”

18. âyet: “ Biz de, zebânîleri çağıracağız. ”

19. âyet: “ Hayır kesinlikle sen ona boyun eğme! Secdeye kapan! Allah’a yaklaşmaya bak! ”

[ Bu son 19. âyet Ebu Cehillerin istibdadından kurtulmak için 3 prensibe işaret ediyor:

a) Sivil itaatsizlik... ( Yani şiddete başvurmadan...)

b) Secde ve sonsuzluk gibi soyut manevi değerlere sığınmak!

c) Ebu Cehil, İslam’ın firavunu diye bilinir. Âhirzamanda, firavun-meşrep 27 deccal olacak, diye rivayetler var.

Gerek firavunun ve gerek deccalların yanlışı, evrensel, sonsuz değerlere karşı kör materyalizmi kabul etmeleridir. Yüce değerleri öldürmektir. Medeniyetlerini sadece madde ve beden üzerine bina etmeleridir. Zaten deccal, “ kandıran ” demektir. Mesela komünizm, insanlara hürriyet ve adâlet vaad etti. Fakat insanları daha çok esir etti; ve daha çok onlara zulmetti.

İşte bu âyet “ yaklaş, yakar ” derken, onların o prensiplerinin doğrusunu, ve ilkelerinin gerçeğini, doğrusunu yapın, insanlara söyleyin ( yani şiddete baş vurmayın! ) demektedir.

Fakat maalesef bu çağımızın bir bedbahtlığıdır ki, dindarlar dahi, değerleri, hizmeti, maddî parada görüyorlar. Evrensel manevi soyut değerleri bilmiyorlar. Başka bir şekilde milleti kandırmış oluyorlar.
Mesela: Bir büyük ilahiyatçı, bir TV kanalı, bir cemaat, çıkıp 3000 hata ve yanlış tercümeyi içeren bir meali ( Kur’anı hurafe yığını olarak yansıtan bir meali ) en iyi meal diye millete yutturdular.

Bu dindarların, bir yanıltması ve deccallık yapması da, Allah’ı, vahyi, ruhu ve meleği 3 boyutlu, nesnel; ve şekil asıllı birer varlık olarak görmeleridir.

Bu şekilci dindarlar, maddeyi bir şeytan olarak görüyorlar. Kâinatın doğal, sonsuz bilinç ve bilgi içeren özünü inkâr ediyorlar. Avrupa’da Kilise’ye karşı ve İslam Dünyası’nda cemaatlere karşı Ateizm haklı çıkıyor. Yani külahlar değişmiş oluyor. ]

Halbuki, Hz. Muhammed’e ( ASM ) inen bu ilk 5 âyet, 14 kelimesiyle vahyi ve kutsal bilgiyi mucizeli bir şekilde açıklıyorlar. İşte:


İlk İnen Vahiy ve Vahyin Mahiyeti

A) “ İkra' ” kelimesinin etimolojisi, kırbanın içinde geri kalan az su, ana rahminin içinde kalan kan demektir.

İşte, hafızamızın içine giren bilgilerin bir kısmı depolanır. Yani hayata ve kâinata gerekli olanları kalır. Rahimde de, bu geri kalan bilgiler, şeklen kan gibi olan kök hücrelerin DNA’sında kayıtlıdır.

Demek burada “ Oku ” emri, bu doğal ve evrensel bilgileri bil, gör ve açıkla manasındadır. Yani burada Arapça bir metnin olup olmaması sorun değil. Olabilir de, olmayabilir de...

Biz modern millet olarak bu emri okuma-yazma olarak ele aldık. Oranı % 80’ e çıkardık. Fakat bu orandaki insanların biyolojiden, soyut ve doğal değerlerden haberi olmadığından neticede % 100 câhil bir toplum olduk. Osmanlı’da oran % 6 idi. Fakat onların çoğu allâme idi.

B) “ İsim ”, etimolojik olarak “ kabaran, görünen belirti veya varlık ” demektir. Yani Allah varlık olarak sınırsız somut ve sonsuz soyutu içerdiğinden biz Onu tam bilemeyiz. Ama Onun belirlenen nokta yansımaları ile —ki, her yansıma bir isimdir— biliriz. Ki, Ehl-i Sünnet’e göre isim ile müsemma aynıdır. ( İşarâtü’l-İ’caz )

Demek Müslümanlar emprik bazda, sonsuzluğu gerektiren inanç ile, sınırlılığı isteyen ve laboratuara girebilen bilgiyi —özellikle fen bilgilerini— birbirine karıştırmamaları gerekir.

C) “ Rabb ”( Terbiye Edici ), yani gerçek bilgi evrim ile gelişir; ve birikir. DNA olur, uzay olur, sosyal soyut yasalar olur v.s. Demek eğer bir bilgi varlığı geliştirmiyorsa, o, doğru ve tam bir bilgi değildir. Çünkü evrimde, gerileme ve anlamsız değişme olmaz. Daima tekâmül ve gelişme olur.

D) “ Halakà ”, maalesef dindar Nurcular ve Kilise, bu kelimeyi “ Yoktan var etmek ” diye çeviriyorlar. Halbuki —Bediüzzaman’ın da işaret ettiği gibi— bütün ehl-i aklın ittifakı ile yoktan var etmek, muhaldir. ( 26. Lem’a, 11. Rica )

Ve bütün Arapça dil kitaplarında bu kelime, “ şekillendirdi ” demektir. Yani, şekilsiz enerjinin içine bir form girer. O enerji bu form sayesinde bir şekil alır. O format, o nesnenin bir nevi ruhu olur. Demek, canlı-cansız her şey bir bilgidir, bir vahiydir. Fuzûlî’nin dediği gibi, insan âdem olsa her zerre onun için bir Cebrâil olur.

Veya Ahmed-i Hanî’nin deyimiyle, Mevlanâ gibi insan bulunursa, bütün dünya Şems-i Tebrizî olur.

Maalesef, 2500 sene önce, Aristo, bu “ form ” a metafizik dedi. Şekilsiz maddeye de fizik dedi. İnsanlar, Ortaçağ karanlığında, Onun metafizik dediğine fizik dediler. Ve heyula dediği maddenin premiyer şekline de manevi varlık dediler.

E) “ İnsanı şekillendirmiş. ” Evet insan, aslında sıradan bir hayvandır. Fakat onun beyni diğer hayvanlar gibi, hemen devreye giren yazılımlara aktif olarak sahip değildir. Potansiyel olarak sahip olduğu yazılımlar zamanla, çevrenin tesiriyle aktif olur. O insan da şekil almış olur. “ Âdem’e soyut bir ruh üfürülmüş olur. ” Ki, bu bilginin en tesirlisi, sonsuzluk ve kutsallık içeren inanç ilkeleridir.

“ İnsanı formatladı, onu bir dosya yaptı. O dosyayı hayat pazarına gönderdi. ” İşte size soyut bir mucize!

F) Fakat saf soyut ve saf somut olmadığından o soyut yazılımları, Allah, DNA’nın 46 kromozomu ve beynin 46 bölümü ile garanti altına alıyor. ( Alak oluyor. Rahme asılıyor. )

İşte gerçek bilgi olan bu hakikatler nerede?! Bugünkü dindarların hurafeleri nerede?!

G) “ İkinci İkra' ”: Demek bu bilgilerin mükemmel olması için, tekrar edilmeleri, kopyalanmaları, her hücrede, her beyin bölümünde yazılmaları gerekir.

Allah’ın bu geliştirme yasası iki prensip ile çalışıyor:

1) Mutasyonlar. Tedricî ve yıkıcı olmayan küçük değişiklikler.

2) Yanlışın ve eksiğin seleksiyonu ve mükemmelin tekrar ile devamı...

H) “ İkinci Rabb ” kelimesi. Birincisi, isim ( ilk belirme ) manasında gelmiştir. ( Az gelişmişlik dönemi... ) Bu ikinci tekrarı, “ en büyük ikram eden ” sıfat ve kipi ile gelip, mükemmel bir keremi gösterir.

I) “ Ellezî ” ( O ki, ) ma’hudiyet, zihnî hatırlama, belirlilik gibi bağlayıcı ( sıla ) bilgilere bakar. Ve onları gösterir.

İ) “ Alleme ”: Tedrîcen öğretti. Evet başta biyolojik bilgiler olmak üzere, kollektif bilinç tedrîcen olur. Ve bu bilgilerin çoğu da geçmişte gerçekleşmiştir. Onun için âyet “ Tedrîcen öğretti ” diye mâzi kipi ile ifade etmiştir.

J) “ Bi’l-kàlem ” ( Kalem ile ): Mesela elektronik kalem, kimyevi kalem, üç boyutlu tükenen kalemler... İşte size 7000 yıllık kalem bilgileri!..

Bu kelimenin sayısal değeri, 203’tür. ( Bu da 7’nin 29 katıdır. Hem bugünkü Türkçenin ve Arapçanın soyut olan alfabelerine ve insanın yedi yaşında bunları öğrenmeye başladığına ince bir remizdir. ) Oku kelimesinin ( İkra' ) değeri ise 302’dir. Demek kalemler tükenebilir de, hafıza tükenmez.

K) “ İnsana öğretti. Veya insanlığı ( din ile ) öğretti. ” Bunun sayısal değeri 333’ tür. İşte size bilimin en köklüsü, en düzenlisi...

Bana, ikili sisteme dayanan sibernetik bilgiler ve sayısal değerlerle çokça uğraşıyorsun, demeyin. Çünkü bilginin, tedricî ve somut olanı sayısaldır. Ve sibernetiktir.

L) “ İnsanın daha önce bilmediği şeyleri öğretti. ” Mesela insan, daha önce soyut kavramları bilmiyordu. Mesela insan, daha önce vahye ve onun bilgilerine sahip değildi... Mesela, insanın eğer soyutlama becerisi olmasaydı, yanlış yapma şansı olmazdı. Dolayısıyla diyalektik süreç oluşmazdı. Dolayısıyla vahyin ekstradan “ Fadlü’l-Azîm ” gelmesine gerek kalmazdı.

İşte size 14 asır hükmeden ilk vahyin ilk 5 âyeti...

10. 12. 2007
Bahaeddin SAĞLAM


Beş İlave Not

1) Rivayette var ki, Hz. Muhammed, Cebrâil ( Evrensel bilişim meleği ) ile yüzleştiği bu ilk ruhani tecrübesinde, Cebrâil’e cevaben, “ Ben okuyacak yetenekte değilim ” ( Mâ ene bikàriin ), yani ben mektep ve inisiyasyon ( seyr u sülûk ) görmedim demiştir. Cebrâil onu sıkınca, yine “ Ben okuyacak yapıda değilim ” demiştir. Cebrâil Onu ikinci kere sıkınca, o da okuyabilmiştir. Bu rü’yetin bilimsel yönü için bu yazıdan sonra gelen “ Vahyin Hakikati ” adlı makaleye bakınız. Göreceksiniz ki, “ O, beden itibarı ile bir beşerdir. İnsanlarla mübaşereti olan bir insandır. Fakat, logos ve mantık ve sicil olarak O, Rahman olan Allah’ın elçisidir. ”

2) Benî İsrâil peygamberlerine gelen vahiy ve rüyetler de bu kanun üzere olmuştur. Özellikle Hz. Musa’nın 5 kitabı, vahiy gerçeğinin en detaylısını, en evrenselini, en derin gerçeklerini, halkın dahi anlayabileceği mucizeli bir üslup ile anlatanıdır. Fakat asrımızın materyalize olmuş kafaları, o manevi deryaları bilmezler.

Kur’an, Tevrat ile kendisini eşit tutuyor. Bir farkla ki, Kur’anın üslubu edebî açıdan daha mucizelidir, ve yanlış anlaşılmaya elverişli değildir. İlave olarak, Kur’an, Musa’nın bilgisi ve yasası yanında Harun’un maneviyatını da içeriyor.

Dünyanın diğer kıtalarında bu gerçeği bu kadar evrensel olamasa da bilen ve yazan peygamberler veya benzeri veliler gelmiştir. Ben onların yapısını tam bilmediğim için onları yazamayacağım. Fakat İslam Târihi’nde İbn-i Arabî ve Mevlânâ’nın eserleri bu kategoriye girer. Bir farkla ki onlar, peygamberlerin vahiyleri kadar, korunmuşluk ve evrensellik içermezler. Bu zatların “ Falan kitap bana yazdırıldı ” demelerinin manası budur. Yani bu kitap kapasitemizin üzerinde, bize rüyet ile yazdırıldı, demektir. Yoksa böyle zatların yalan söyleme ihtimali sıfırdır.

3) Hz. İsa ise, kendisi “ kelimetün minallah ” ( logos, İlâhî sonsuz sistemin mantığı ) ve ruhu ( düzenleyicisi ) olduğundan, ona ayrıca bir yasa, bir metin verilmemiştir. İncil ona verilmiş bir kitap değil de, Onun biyografisi olarak bir vahiydir, bir mesajdır. ( İncil ile ilgili kitabımıza bakınız! )

Kur’anda vahyin başka bir ismi de “ ruh ” tur. Yani vahiy, içine girdiği kalbi, evi, toplumu, çevreyi düzenler. Olağanüstü icraatlar yapar. İslam Târihi’nde de bunun iki örneği var. Bu iki zat, temel bir kitap yazmadıkları halde, Hz. İsa gibi, hayatları ile bir ruh, bir can, bir nefes olmuşlar. Bu büyük iki zat, Muhammed Bahaüddin Nakşibend ile Şeyh Abdülkadir-i Geylânî’dir.

Öyle ki; Onun zamanındaki Hıristiyanlar “ Biz İslamiyeti kabul etmiyoruz. Fakat Geylânî’yi kabul ediyoruz... ” demişlerdi. Çünkü, siyerciler ve şeklen şeriatçılar Hazret-i Muhammed’i ( ASM ) kuru siyâsî bir lider olarak göstermişlerdi... Bundan dolayı da bu gün Vehhâbîlik ve anarşizm doğdu.

Bu meselenin bir delili şudur: “ Geylânî’nin yazdığı kısa virdler ve risaleler var. Bunlar da şimdi yalnızca Vatikan Kütüphanesi’nde bulunuyorlar. ”

4) İlahiyat mezunu, Şâzelî tarikatının ileri derecede bir müntesibi, beni bu yazılardan dolayı çok eleştirdi. Ben baktım, Avrupalı müspet ilimcilerin inkârından kaçmış. Teistik, zâhirî yani Vehhâbî ve şeklî İlahiyat müfredâtından dolayı da, seyr u sülûkun bu engin denizine de girememişti. Tek çıkar yol olarak Avrupa’nın bilim anarşistlerine sığınmış ve İslam Dünyası’nda yaşayıp İslam’ın manevi ve ilmî mucizeliğini bilmeyen bir kısım liderlerin müspet bilimcilere karşı ürettiği, câhilâne ve siyâsî tezlerini akide kabul ediyor.

Ben samimiyetinden dolayı ona kısa ve ilmî bir cevap verdim. İnşaallah, bilimsel ve ruhani bunalımını aşmıştır.

5) Sakın bu gibi yazılarımdan ve tefsir çalışmalarımdan dolayı bana su-i zan etmeyin. Ben bütün mukaddesata yemin ederek diyorum ki, ben fikren ve ruhen sıradan bir insanım. Böyle büyük konulara asla liyakatim yok. Fakat imanımı kurtarmak ve her nevi karanlığa karşı kendimi aydınlatmak için ilmî konularda çokça riske girdim. Ve herkes bilir: Ticaret, ilim ve iman risksiz kazanılmaz.


Vahiy ve Felsefe

“ Kırk yıl gibi uzun bir dönemde
Koşturduk fikir atlarını çölde
Boğulduk yine içimizdeki gölde
Musa ise Hakk’ı gördü kırk günde ”

11. 12. 2007

[2] Yani Allah’ın yasalarından olan “ musibetlerle terbiye edilme ” yi hak eder. Dünyada hastalık, belalar ve ruhî sıkıntılarla; âhirette ise cehennem ile Rubûbiyet kanunlarına uydurulur. Rabbine dönmüş olur.

RİSALE-İ NUR' DA NAMAZ 2

BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM


Bugünkü konumuz Risale-i Nur’da NAMAZ. Daha önce Risale-i Nur’dan açılımlar olarak; Risale-i Nur’da Esmâ-i Hüsna, Risale-i Nur’da Miraç programlarını yapmıştık. Elhamdülillah başarılı oldu. Bugün de Risale-i Nur’da Namaz programını gücümüz nispetinde, Risale-i Nur’dan anladığımız kadarı ile; Üstad Bediüzzaman’ı bu namazda önümüzde bir imam kabul ederek, yapmaya, dersimizi tekrar etmeye ve anlamaya çalışacağız.

“Namaz” kelime kökü itibarıyla Farsça bir kelime olup, dua anlamına gelir. Arapça’daki Salat (Salavat) kelimesi de dua demektir. Gerçi biraz sonra izah edeceğim, insanın sırt kemiği, omuriliği manasına da gelir. Çünkü namaz; insanı dengeleyen, onu yükselişe çıkartan bir araçtır. İnsanın beli de, sırt kemiği de; insanın dengesini sağlıyor ve insanı yükselişe çıkartan bir kuvvet veriyor. İnsan omuriliğinden, bel kemiğinden kuvvet alarak hareket ediyor. Hatta belkemiğinin parçalarını saymışlar; 31 veya 33 çıkmış, namaz sayıları ile bir irtibatı da vardır.

Biz burada kendi fikrimizden ziyade; Risale-i Nur namaz konusunda bize semâvi olarak, Kur’an-ı Kerim’in bir tefsiri olarak ne mesaj veriyor, onu anlamaya çalışacağız. Sıra ile Besmele ile ilgili 1. Söz’den başlayıp, namazla ilgili olan 15. Şua’ya kadar gideceğiz. Bir seyahat yapacağız Risale-i Nur içinde. 3. Söz’e bakıyoruz ki Namaz, dua manasında ele alınmış. Üstad 3. Söz’de; “namaz ve dua” diyor ve ibadetle eşit tutmuş namazı. Namaz öyle bir ibadettir ki, bütün ibadetleri içeriyor. Duayı da içeriyor ve insanın doğal bir görevi olduğunu makul, güzel bir temsille 3. Söz’de Üstad izah ediyor. Hakiki manası ile Risale-i Nur’un geneli içerisinde serpiştirerek anlatmış. Özellikle Risale-i Nur’da 4. Söz’de, 7. Söz’de, 6. Şua’da, 16. Söz’de, 15. Şua’da hep bahsi geçen Mektuplarda, değişik yerlerde; namaz hakikati bütün kâinatı aydınlatan bir hakikat olarak anlatılır. Biz de bu dersi nasıl anladığımızı anlatmaya çalışacağız.

Hakiki manası ile Risale-i Nur’da flaş cümleler var namaz ile ilgili. Bir gün de namaz kılmasam ne olur? dediğin zaman; o gün senin âlemin karanlık geçer, dünyan karanlık olur, kalbin karanlık olur, diyor. Hiçbir sevap, fayda ve mal (manevi mal) elde etmiş olmuyorsun. Ve “kendi âlemini ve içinde yaşadığın âlemi nurlandırmaktır namaz” mealinde bir cümle geçiyor Risale-i Nur’da 21. Söz’de. Kendi kalbini, ruhunu, kendi içinde yaşadığın âlemi ve hatta bütün kâinatla ilgili bir bilinç olduğu için; kâinatı aydınlatan bir ameldir, bir bilinçlenmedir, bir nurlanmadır namaz. Dolayısıyla “ben bugün namaz kılmasam ne olur” demek bize düşmez ve haddimiz değil. O bir görevdir, müminin görevidir. Kur’an-ı Kerim hiçbir yerde, kafirlere “namaz kılın” demiyor. Müminlere “namaz kılın” diyor. Kafirleri “onlar namaz kılmazlar” diye tarif ediyor. Bu da Kur’an-ı Kerim’in ayrı bir inceliği.

K. Aktaş: Mihenk; sanki namaz gibi değil mi?
Tabii.. Namaz hem imanı temsil ediyor, hem ibadeti temsil ediyor. Hem de namazın, bütün kâinatı aydınlatan bir nur, bir bilinçlenme olduğunu anlıyoruz. Onu temsil ediyor. Dolayısı ile o bir ayrımdır. Yani nasıl nur ile karanlık iki ayrı şeydir; namaz kılmak ve kılmamak nur ve karanlık kadar iki ayrı hakikattir ve tam karşı karşıyadır.

21. Söz’de namaz mealen şöyle tarif edilir: Namaz; insanın kalbini, ruhunu, âlemini, dünyasını, gününü ve onunla ilgili kâinatı aydınlatan bir nurdur. Nur nedir? Biz nuru da bilmiyoruz. Osmanlıca kelimeler kulağımıza hoş gelir geçer. Nur, bilinçlenmedir. Mesela; beynimizde bir nurani halet olduğu zaman, sen onun bilincine varıyorsun demektir. Kendi varlığının bilincine varıyorsun, gününün bilincine varıyorsun, çevrenin bilincine varıyorsun. Sonsuz bir varlık olan Allah’ın varlığının bilincine varıyorsun. Bütün peygamberlerle beraber namaz kılıyorsun; onların bilincine varıyorsun ve dünyan, kâinatın aydınlanıyor. İşte bilinçlenme, nurlanma demektir. Fizik olarak da, kimya olarak da, her nurlanma bir bilinçlenmedir. Her bilinçlenme yani farkına varma, bir nurdur.

K. Aktaş : Şuur gibi bir şey mi? Şuur işte; bilincin Arapça’sı şuurdur. İşin farkına varmak. Sen günlük işlerde boğulmuşsun, ezilmişsin, bilincin yenik düşmüş baygın bir hale girmişsin; namaz gelir seni o daracık çukurdan çıkartır. Sonsuz bir varlığa, bir kâinata, bir âleme açar.

Miraç da aslında bilinçlenmedir. Biz Risale-i Nur’da Miraç programında anlattık; bir anda gitti geldi. Bir anda bir yere, bütün kâinata gidilip gelinmez. Peygamber (s.a.v.) bir yere gitmedi. Peygamber (s.a.v.), varlığın özü olan geçmiş ve gelecekte ne olmuşsa ve ne olacaksa hepsini gördü, yaşadı. Beyninde kalbinde ruhunda bütün varlık nurlandı. Yani, kâinatın bilincine vardı Peygamber efendimiz. Varlığın metafizik boyutunun farkına vardı.

K. Aktaş: Miraç, bu değil mi?

Miraç budur. Namaz müminin miracıdır derken bunu kastediyor Peygamber efendimiz. Üstad da Risale-i Nur’da bu hadisi naklediyor: “Namaz müminin miracıdır.” Niye müminin miracıdır? Çünkü kafirin bu konuda bilinci yok. Yani kılsa da bir şey ifade etmez. Sen bir kafire kırk bin kere namaz kıldırsan, bir şey ifade etmeyecek. Çünkü o bilince varamıyor. “Müminin miracıdır” diyor Peygamber efendimiz. Gidin kafirlere namaz kıldırın; onlar sonra hidayete gelir, demiyor. Onlar o bilinçten mahrumdurlar, onlar bütün varlığı daracık bir nesne olarak görüyorlar, o sonsuz bilince varamıyorlar.

Mustafa MERTER diye bir abimiz var. Avrupa da Amerika da okumuş. Bilinçle ilgili özellikle ihtisası var o zatın. Allah ondan razı olsun, ehli tasavvuftur, ehli kalptir. O da bu miraç meselesini böyle bir ihtimal olarak anlattı. İhtimal; ben dedi bunu anlatmaktan ve anlamaktan acizim. Fakat namazı öyle tarif etti ve bilim dünyasında namaz başlı başına bir mucizedir dedi. Çünkü insanın enerjisi günlük işlerde tükeniyor. Sabit bir noktada hiçbir iş yapmasan, hep bir noktaya baksan bile tükenirsin, enerjin biter. Namaz gelip seni o daracık noktalardan çıkartıyor, sonsuz bir âleme, bir bilince bir nurlanmaya bir varlığa çıkartıyor ki; senin hem rahatlamanı sağlıyor, vücudundaki bütün ifrazatlar, hormonlar çalışmaya başlıyor, hem de sevap kazanıyorsun.

Sevap nedir peki? Risale-i Nur’da 4. Söz’de namaz; bir zâd-ı ahirettir, bir maldır yani kazançtır, diyor. Bak; biz sevabı da bilmiyoruz. Herhalde bir Fatiha okursan bir sevap kazanırsın. Sevap; Türkçe’ye çevirdiğimiz zaman, mal ve kazanç demektir. Sen namaz ile neyi kazanıyorsun? Küçük, daracık geçim için 8-10 saat zaman ayırmışsın, boğulmuşsun; aksam alacaksın 30 lira yevmiye mesela. Senin bütün kazancın o gün budur. 8-10 saat ayırmışsın bütün kazancın o. Birden namaz geliyor, metafizik bir âlem kazandırıyor sana. Ahireti kazandırıyor, Allah’ı kazandırıyor, metafizik âlemi, cinleri, ruhları, peygamberleri, sevabı, ikabı, bütün varlığı senin ruhuna, kalbine, dünyana bir nur olarak yansıttırıyor ve o nur sana bilet oluyor. Yani nuru alan insan; yükselişe, ebediyete, cennete uçabilir. Kabir azabından kurtulabilir. Malın varsa, cebinde paran varsa bilet alabiliyorsun. “Namaz bir bilettir” diyor. Öbür şekilde ise; 60 sene boyunca günde 30 lira için 8 saat 10 saat çalışan, 4 saati de trafikte geçiren (o da ayrı bir sıkıntı) zavallı bir yaratık, sefil bir hayvan durumuna düşüyor insan. Birden namaz geliyor; bütün varlığı ona kazandırıyor ve o kazançla bilet alıyor. Ebediyete gidebiliyor, kabri aşabiliyor, cehennemi aşabiliyor. Bütün nurani varlıklar onun oluyor.

K. Aktaş: İnsaniyet mertebesine çıkartıyor değil mi?
Melekiyet mertebesine hatta, insaniyetten de öte.

Biliyorsunuz ki; insanın beyni üç aşamalı duygu sahibidir, bilinç sahibidir. Bilinci biz sadece farkındalık olarak kabul ediyoruz. Aslında bilinç 3 aşamalıdır. Birincisi bitkisel aşama (vejatatif derler İngilizce’de); o bazen hissedilir ama adı konulmaz. Mesela bir şeyden hoşlanıyorsun. Köylüye demişler; atla katır arasındaki fark nedir? Demiş; bilmiyorum ama, atın hali bambaşkadır. Hissediyor ama ifade edemiyor. İkincisi de limbik sistem; şefkat, merhamet, acıma, vermek, almak gibi duygusal davranışları orta beyin kontrol ediyor. Üçüncüsü de üst korteks ki; bilgi, tevhid, sonsuzluk… Namazda bu üçü de var. Mesela namazda bütün bilinç altı dedikleri bilinç; aslında bilinç altı demek de yanlış bilinç dışı deriz. Küçücük bir bilincimiz var diyelim ki; çölde bir ağaç gibi. Birde çölün genişliği var ki; o bilinç dışı. Namaz gelir gelmez o bilinç dışı, sen fakına varmadan feyzlerle, nurlarla doluyor zaten.

Üstad namazı şöyle tarif ediyor 19. Sözde: Mekke bir mihrap, Medine bir minber, Hz. Peygamber (s.a.v.) bütün inananlara hatta meleklere hatta cinlere imam olmuş. Sen bütün onlarla beraber bir namaz kılıyorsun. Bütün o boş dediğimiz, hâli bir çöl gibi gördüğümüz bilinç dışı âlemimiz nurlanıyor, feyzleniyor. Ondan sonra namazda tevhid de var, sonsuzluk da var, ilim de var, tarih de var. Yani bu orta dereceli duygular, insani duygularımız gelişiyor. Sonra üst kortekste tevhidi, sonsuzluğu ve diğerlerini yakalıyoruz ki; hakiki bir varlık oluyor. Çünkü öyle yaratılmış bu beyin.

Diyor ki; fıtrat borcundur. Yani ne demek fıtrat borcu? Risale-i Nur’da en çok bu geçer: Namaz bir fıtrat borcudur. Yani sen ona göre yaratılmışsın. Yapmadığın zaman, o yaratılışının görevini yapmamış olursun. Sistem çalışmaz, kilitlenmiş olur.

Flaş cümleler halinde meseleyi özetlersek; namaz bir bilinçlenmedir. Bilinçlenme ise, sonsuz varlığı kendimize mal etmedir. En basit tarifiyle; namaz bir sevaptır. İşte iki rekat namaz kılarsan, hadis-i şerifte diyor ya; bu kadar sevap kazanırsın. Nedir o sevap? Nerde, nasıl yarıyor bize? Sevap demek; mal demek, ahiret malı, ahiret zahiresi demek. Üstad; ahiret zahiresi, mal demektir, diyor. Şükür derler mesela. Namaz bir şükürdür, namaz risalesinde Üstad ısrarla üzerinde duruyor. Şükür nedir? Memnuniyet demektir Türkçe’de. Yani sen bütün kâinatı benimsemişsin, Allah’ın Allah’lığını İlahlığını benimsemişsin, vazifeni kabul etmişsin, görevini yapmışsın. Hepsine toplu olarak memnunum ya Rabbi Senden, bu sisteminden, bu çarkından, bu musibetlerinden, ben memnunum diyorsun. İşte şükür budur. Şükür Türkçe’de memnuniyet demektir. Gerçi memnuniyet de Arapça ama hiç olmazsa Türkçe’de oturmuş bir manası var. Memnuniyetin de tam Türkçe’si doymak. Artık doyuyorsun, memnun oluyorsun.

Namaz, 4. Söz’de bir bilet manasında ve bu bileti anladık. Eğer kâinatın sonsuz nurâni âlemlerini, maddi-manevi âlemlerini namaz bilinci sayesinde kalbimize, ruhumuza yazdırsak; işte gerçek malımız, o yazılımdır. Çünkü insan kişiliği, ruhtan ibarettir, ruh da eşittir bir yazılım. Sen ruhunun yazılımlarını artırmışsın. Mesela; Atari bilgisayarında da küçük bir yazılım vardır, dört işlem gibi basit bir şey. Bir de; bütün dünya bilgi işlemini merkezine toplayan Internet yazılımı da bir yazılımdır. İşte; biri ne kadar küçük, on liraya alınabilir, öbürü sonsuz bir değer gibi. Kâinat bütün âlemleri ile, bütün yapıları ile bir sibernetik yazılımdır. Sen namazla bu sibernetik sistemi tetikliyorsun, onlara entegre oluyorsun. Bütün o varlıklar senin dosyana da, senin bilgisayarına da geçiyor. Dolayısı ile sen dünyanın en zengin insanı oluyorsun. Kabirde biletin hazır, cennete gideceğin zahiren hazır. Her şey hazır oluyor. Gerçek zenginlik budur. Onun için bazı büyük sofiler; iki rekat namazı bütün dünyaya değişmeyiz, sözünü bu manada demişler. Yoksa in kalk, salla başı, yere değdir demek değil namaz sadece.

Risale-i Nur’da 7. Söz’de; namaz, bir sığınak olarak ele alınıyor. Üstad; başımın sıkıştığı her zamanda ben namaza sığındım, diyor. 28. Lem’a’da; bir ara bütün kâinat bana kapkaranlık göründü hemen namaza sığındım, diyor. Orada Hz. Peygamber (s.a.v.)’in getirdiği nurla bütün o âlemler açılıyor biraz. Üstad’ın keşfi de açık. Bütün metafizik âlemler açılıyor, peygamberlerle görüşmüş gibi oluyor, doğal görevini yerine getiriyor, bilinçlenmeyle o varlıkları kazanıyor, rahatlıyor. Ve 7. Söz’de; özellikle acze ve fakra çare, namaz biletidir diyor. Hani 7. Söz’ün bir yerinde; sen ne fıs..fıs..lıyorsun, diyor? Bir bilet okuyorum, diyor. İşte o bilet namazdır. Bazen ehl-i dünya namazı fıs..fıs.. yapıyor gibi anlatıyorlar ya, öyle değil. Böyle kuru bir fıs..fıs..lamak değil. O, bir bilet okumaktır, o bileti kendimize mal etmektir ve o sayede aczimize ve fakrımıza bir çare bulmaktır.

Acz nedir? Acz de Arapça bir kelime, Türkçe’si güçsüzlük. İnsan çok güçsüz. Yani, bir mikroba yeniliyor, gribe yeniliyor, açlığa yeniliyor, trafiğe yeniliyor, borçlara yeniliyor, alacaklılara yeniliyor. Binlerce düşmanı var insanın. Niye Allah bu düşmanları yaratmış? Seni varlığa yönlendirmek, senin ruhunda, kalbinde varlığı yazdırmak için. Bu düşmanlar bir nevi açlık gibidir. Açlık olmazsa yemeğin kıymeti anlaşılmaz. Allah böyle binlerce düşman vermiş ki; sen Onun kudretine sığınasın. Eğer bu düşmanlar olmasaydı; biz namazın kıymetini anlamazdık. Allah’ın kudretinin sonsuzluğu, namaz sayesinde anlaşılıyor. O kudreti yakalayamazdık ve sıradan bir hayvan sürüsü gibi kalırdık. Çünkü iyi ile kötüyü birbirinden ayırt edemeyen bir yaratık, insan sayılmaz. İnsanı tanıtan en büyük tanım şudur; iyi ile kötüyü birbirinden ayıran. Bu, aklın da bir özelliği, Kur’an’ın da bir özelliği. Yani bir insan âkilse, Kur’an’ı anlayabiliyorsa; işte ona “insan” denilebilir. İyi ile kötünün ayrımını yapabilen, insandır.

Ve; namaz, fakra bir çaredir. Binlerce ihtiyaçlarımız var; yemekten tut ilaçlara kadar, ebedî ihtiyaçlarımız, ruhî ihtiyaçlarımız, fikrî ihtiyaçlarımız. Niye biz kitap alıyoruz? Türkiye de bugün bir milyon insanın evinde; en az 50 bin liralık kütüphaneler var. Niye bunlar var? Fikri doyurmak için. Bak; fikri doyurmak için 50 bin liralık masraf yapıyor. Peki kalbi doyurmak için ne yapıyoruz. İşte orada çok insan geri kalıyor. Bazı insanlar kalbi doyurur fikri doyurmaz, bütünlük olmaz. Çünkü namaz da tefekkür de var, hal de var, kalp de var, zevk de var. İbadetimiz, kalbimizi doyurmak içindir; kütüphanemiz, beynimizi doyurmak içindir; dükkanımız, midemizi doyurmak içindir. Birbirine karıştırmayın. Sadece dünyanda dükkan varsa; sen o zaman miden kadar bir insansın. Sadece kütüphanen varsa ve sürekli kitap okuyorsan; beynin üst korteksinin yüzde biri kadar bir insansın. Ama bu maneviyat, bu nur âlemi, bu kalp âlemi sonsuzdur. Kalp ve ruh hayatı zaman üstü olduğu için ebedîdir, fâni değildir. Dolayısı ile fikrî ürünler sonsuza açılırsa, o da zikir olur. Namazın içinde o zikir var, tefekkür var. Ama eğer sonsuza açılmazsa… Sonsuza açılan sadece kalp ve ruhdur. Kalp ve ruh hayatını, Üstad özellikle 3. Lem’a’da çok güzel ifade etmiş: Eğer diyor, fâniliğin acısını yenmek istiyorsan mutlaka kalp ve ruh hayatına çıkmalısın ki; ebediyet kazanasın, geniş bir varlık kazanasın. Ve bu sonsuzluğa çıkmanın tek yolu, namazdır. Bu konuda namazın alternatifi yoktur.

Bak, varlığa ihtiyacımız var, ruha ihtiyacımız var, kalbî hissiyata ihtiyacımız var, sevmeye ihtiyacımız var, gıdaya ihtiyacımız var, bilinçlenmeye ihtiyacımız var, çalışmaya ihtiyacımız var. Bütün bunları, namaz temin eder. Dolayısı ile namaz; hem acze, güçsüzlüğe çaredir hem fakra, ihtiyaçlarımıza çaredir.

Sırayla gidiyoruz. 9. Söz’de iki konu işleniyor: Biri; namaz ve Allah münasebeti, biri de; zaman ve namaz münasebeti. Çok ilginç ve ikisi iç içedir. Allah diyor ya; zaman Ben’im, zamana sövmeyin. Çünkü zaman manevi bir değerdir, ruhanî bir etkileşimdir, yapıdır. Allah’ın iradesinin cilvesidir. O’nun iradesi ile zaman olduğundan; “BEN zamanım” diyor, “zamana sövmeyin”. Zamanda her şey güzeldir, yerindedir, doğrudur, yakışıklıdır. Dolayısı ile, zamana sövmeyin, diyor.
K. Aktaş: Bu Hadis-i Şerif mi?
Evet. Buhari’de geçen bir Hadis-i Şerif’tir.
K. Aktaş: Yani burada zaman, iradeye mi bakıyor?
Zaman manevidir, ruhîdir, yazılımdır. Dolayısı ile iradeye bakar. Mekan da, maddedir somuttur; kudrete bakar. İradeye değil de kudrete. İlim her ikisine de şamil. İlm-i İlâhi. Onun için İbn-i Arabi diyor; Esma-i Hüsna’dan en büyük galiba el-Alim’dir. İlim ile adalet eşittir. Zaten Üstad 16. Söz’de; namaz içinde, İsmi Âzam’a bir kapı da açıyor. Eğer biz namazı tam kılarsak, tam yaşarsak İsmi Âzam’ı orada hissederiz, yakalarız, alır öperiz.

9. Söz’de Allah ve namaz ilişkileri anlatılır. Mesela; Allah’ın ana arterler olarak üç tane en büyük sıfatı vardır. Celal, Cemal bir de Kibriya yani ikisinin toplamı olan Kemal. Kemal, dememiş eskiler. Üstad Kemâl’i, Kibriya manasında kullanıyor. Bazıları demiyorsa da; nakıslık vehim ettirmemek için Kemal demiyor. Ama literatürde Kibriya diye geçiyor. Türkçe’de anlaşılması için Üstad o Kibriya’ya, Kemalat diyor.

Celal burada Allah’ın sonsuz büyüklüğü manasında. Biz burada Sübhanallah ile karşılıyoruz, Allah’ın büyüklüğünü? Namazda Sübhanallah çok geçiyor. Sübhan demek; Allah kutsaldır, sonsuz büyüktür, O’na hiçbir kusur ve eksiklik yanaşmaz, yakışmaz, demektir. Yok O’nun dünyasında öyle bir şey. Bir de Cemal var; Elhamdülillah ona bakar. Bütün nimetler O’ndan, bütün güzellikler O’ndan, bütün rahmetler O’ndan, bütün mağfiretler O’ndan. Hamd nimet demek. Yani çok nimetler hep O’ndan, bütün nimetler O’ndan. O’da Allah. Cemal ve Celali birleştirmek, sonsuzluğa kapı açar. Ak ile karayı birleştirdiğin zaman, sonsuza bir kapı açılır orada, Kibriya ortaya çıkar. Celal ve Cemal silinir, iki ayak silinir, kafa ortaya çıkar. Ortak nokta ortaya çıkar. Orada sonsuzluk var. Ayaklarda sonsuzluk yok fakat Kibriya’da sonsuzluk var. O da Allah-u Ekber’le karşılanır. Onun için namazda en çok Allah-u Ekber vardır. Subhanallah da var, Elhamdülillah da var ama en çok Allah-u Ekber zikredilir.
K. Aktaş: Bir Hadis-i Şerif var; sıkıldığınızda, daraldığınızda Allah-u Ekber deyin rahatlarsınız.

İşte sonsuzluğa açar o seni, çok güzel bir mana ifade ediyor. Sonsuzluğa açıyor, sonsuzlukta rahatlama oluyor. Kalp sonsuz duygular sahibidir çünkü, kalp daracık işlerden sıkılır. Onun için namazda rahatlık var. Hiçbir şey bilmeyen insanlara git sor; camide rahatlıyorlar. Onun havası, onun kokusu bile yetiyor bazen.

Evet; Azamet, Celâl demek. Celâl, Azamet; bunlar aynı kavramlar. Allah’ın Azametine ve Celâline karşı bir insan, günde beş vakit her namazda en az beş kere, on kere, yirmi kere Sübhanallah diyor. O’nun sonsuz nimetlerine karşı, O’nun sonsuz Cemâline karşı, güzelliğine karşı hamd ediyor; Allah’tan memnun olduğunu anlatıyor, O’nu sevdiğini anlatıyor. Ve bu ikisinin toplamından, Kibriya çıkıyor, yani Allah. Biz O’nu ne kadar çok anlamaya çalışırsak çalışalım, O sonsuzdur. Beynimiz sonsuzu idrak etmez, ancak kabul eder, kuşatamaz. Çünkü beyin sınırlıdır. Fakat kalp, bilinç dışı, sınırlı değildir. Kalp şudur; bu göğsümüzdeki kalp değil, içimizde bir bilinç var beynimizin üst kademelerinde küçük bir yer işgal ediyor. İşte sonsuzluk kavramı var ama sonsuzluğu hissetmiyor beyin. Sen kalbinle sonsuzluğu hissedersin, tadarsın, ama nasıl? Sen o bilinç dışı dediğimiz varlığınla, kâinattaki sonsuz bilinçle entegre olursan ancak, Allah’ın sonsuzluğunu, Kibriyasını anlarsın. O zaman zaten gerçek varlığa dönüşüyor. Şöyle üç kuruşa bir namaz kılmış gibi olmuyorsun.

K. Aktaş: Biraz anahtarla oda ilişkisi gibi değil mi?

Beyin, bilinç anahtardır. Kalbin o sonsuz âleme açılmasını sağlar. İkna eder, ona orayı açtırır. O zaman işte namaz gerçek varlık olur, gerçek mal olur, gerçek zahire olur, gerçek bilet olur; seni ebedî yaşattırır.

9. Söz’de zaman ve namaz ilişkileri var. Yani biz Allah’ı milyar kilometre ötede bir yaratık gibi, haşa bir mahluk gibi (ya da Halık olarak da diyelim) düşünmeyelim. Öyle uzaklarda değil, Allah sonsuz olduğu için her yerde hazır ve nazırdır. Yayın her yerde var ama sen algılamıyorsan o ayrı mesele. Algılarsan, her yerde bulursun, yayın umumidir. Ve bu yayının ekranı da en çok, zamandır. Geçmiş ve gelecek zamandan tut sabah fecr vaktinde uyanışımız, yeni bir âlemle doğuşumuz, o namaza başlamakla, o yeni âlemin yeniliğini, güzelliğini, tadını almamız, onun bilincine varmamız, doğuşumuzu hatırlamamız, kâinatın doğuşunu, günün doğuşunu, asrın doğuşunu hatırlamamız, binlerce doğuşları fecr vaktinde idrak etmemizdir. Bak; zamanla ne kadar ilgili. Sonra öğlen vakti; insan gençliğini hatırlıyor, yazı hatırlıyor, yazın içindeki olgunlaşmış pişmiş nimetleri hatırlıyor, Asr-ı Saadeti hatırlıyor olgunlaşma dönemi ve buna benzer kâinatın göbeğini, cennetin o bol nimetlerle hazırlanışını hatırlıyor. İkindi vaktinde; Ahir zamanı, ihtiyarlığı, ölüme yaklaşmayı, günün sonunu, günlük işlerin derlenip toplanışını, fâni olduğunu hatırlamaya çalışıyor. (Bu nüktelerin izahını aslında Risaleye bırakmak lazım, bizzat 9. Söz’ü okumak lazım.) Akşam vakti; ölümü, kıyameti, bu mevcut dünyanın yıkılışını, karanlığın bastığını. Yatsı vakti; kabirdeki vaktimizi, karanlığı. Ve yatsı vaktindeki teheccüd de; o kabirdeki nur. Gerçekten bir müddet hepimiz kabirde bekliyoruz, çekirdeğin toprak altında bekleyip sonra ağaç olması gibi, bizde ebedî bir hayatta dirilmek üzere, kabir hayatında, bir müddet o karanlıkta bekletiliyoruz. Fakat o kabir hayatını aydınlatan, yine namazdır. Özellikle teheccüd namazı. Aslında beş vakit namaz diyoruz. Hz. İbrahim zamanında yedi vakitmiş. Sonra seferde üçe indiriliyor. Yani iki namaz birleştiriliyor ya hacda ve sefer de. Bazıları diyor, namazlar üç vakittir; o da doğru. Seferde, hasta iken, ameliyatta, üç vakit. Yani iki namazı beraber kılmak şartı ile üç vakit. Ümmetin 1400 senedir kıldığı sünnet üzere beş vakit. Yedi vakit; biri teheccüd ilave ediyorlar. Mesela Üstad Bediüzzaman hep teheccüd kılarmış, Hz. Peygamber (s.a.v.)’e farzmış zaten, hiç bırakmamış. Bir de kuşluk vakti. Yani; kuşluk ve teheccüdü kılarsan namazsız hiçbir vakit kalmamış olur. Esprisini anlatabildim mi? Güneş, fecr doğdu; sabah namazını kıldın, o âlemi aydınlattın, o dünya aydınlandı, güneş doğdu. Öğlene kadar kuşluk vakti; iki rekat namaz, fazla değil. Öğlen güneş meyl edince öğleni kılıyorsun, güneş batmaya doğru gidince ikindiyi kılıyorsun, o âlemlerde nurlanıyor, o nimetlere karşı şükür yapılmış oluyor, günlük stresini atmış oluyorsun. Sıkıntılarını bölüyorsun, bir terapi yapıyorsun. Maçta, arada on dakika mühlet tanıdıkları gibi. Akşam namazı; karanlık tam oturmamış. Karanlık oturduktan sonra 12’ye kadar yatsı namazı, 12 den sonra, yani gece yarısından sonra teheccüd namazı. Bu Asr-ı saadette böyle imiş. Sonra teheccüd namazı farz değildir, diye ümmete sabah namazının vaktine kadar yatsı namazının vakti tanınmış. Aslında bazı mezheblere göre gece yarısından sonra yatsı vakti bitiyor. Orada teheccüd vakti başlıyor. Ve bu vakitler çok önemli noktalar, çok büyük âlemler. Yani vakit deyip de geçmemek lazım. Bu kâinattaki değişim, dönüşüm, varoluş boşuna değildir. Hep bize varlık kazandırmak, bizi yetiştirmek, bizi ebedî âleme hazırlamak içindir, bu planlar programlar. Mesela ben şahsen hasta bir insanım, ilaç alıyorum. Dolayısıyla sabah namazlarımı çoğu zaman kaçırıyorum, kalkınca kılıyorum. Fakat binlerce kere denemişim; sabah namazına uyandığım gün, benim huzurum daha iyi, işlerim daha bereketli gidiyor. Bu âlem adeta canlanıyor, bereketleniyor, nurlanıyor. Kaçırdığım gün biraz sıkıntı var, bereketsizlik var, ki ben mazur sayılırım o ilaçtan dolayı.

Bir de 9. Söz’de Namaz ve bu vakitlerdeki tecelliyat-ı İlahiyeyi anmak. Yani biz Allah’a karanlıkta da Sübhan diyeceğiz, aydınlıkta da Sübhan diyeceğiz, sabah güneş doğarken de onu Sübhan bileceğiz, batarken de Sübhan bilecegiz. Doğarken, gençken de onu Sübhan bileceğiz, ihtiyarken ölürken de onu Sübhan bileceğiz. O sonsuzdur O’nun sıfatları değişmez. O bütün âlemlerde böyle güzel bir tecelli ile yansıdığı için; alem ne kadar değişirse değişsin, O’nun varlığı, O’nun sıfat ve Esma’sı değişmez. Hep sabit mükemmelliklerdir. Namaz biraz da bu Kemalat’ı idraktir. Bu mükemmellikleri yaşamaktır, idraktir, farkına varmaktır.

Daha doğrusu, detaylı bir şekilde mesela sabah namazını kılsan öğlen namazını kılmasan; sabah vaktindeki varlıkların bilincine vardın, o vaktin bereketinin bilincine vardın, onun huzurunu yaşadın, öğlen vaktindeki varlıkların bilincine varamadın, es geçtin, karanlık kaldı o kesit. Bu, şuna benziyor: Bir film seyrediyorsun, filmin arada 5-10 yerinde kopukluk var veya bazı kareler kesilmiş, o zaman işte filmde mana kayboluyor.

16. Söz’de namaz, özellikle cemaatle kılınan namaz; bir umumi bilinç. Hani bilinç dışı dedik ya, o bilinç dışı, seni bütün Müslümanlarla entegre ediyor, hatta Hac’daki bütün Müslümanlara entegre ediyor. Varlığın büyüyor, hepsinden sevap alıyorsun, hepsine sevap veriyorsun, yeni bir İslam âleminin yeni bir varlığın tadına varıyorsun, onları hissediyorsun. Özellikle Bayram namazları sünnet olmasına rağmen (vacip der Hanefi, fakat diğer mezhepler Sünnet-i Müekkede diyor) o namazlar bazen bizim farzlardan daha önemli olur. Onun için bazıları kınıyor; işte millet bayramdan bayrama namaz kılıyor, diye. Varsın kılsın, çünkü Bayram namazı, Cuma namazı çok önemlidir. Umumi bilinç var orada, bütün memleket çapında bilinçleniyorsun, bütün İslam âlemi, bütün dünya çapında bilinçlenme oluyor. Hepsiyle alışveriş yapıyorsun. Hatta Üstad bir ara soruyor; niye illa “na’büdü” diyoruz, beraber namaz kılıyoruz, ya Rabbi yalnız sana kulluk ediyoruz yalnız senden yardım diliyoruz. Niye “biz ediyoruz” diyoruz, “ben ediyorum” demiyoruz diye. Ona bir keşf açılıyor, bakıyor ki; Kabe’deki Müslümanlar, bütün dünyadaki Müslümanlar, bütün âlem-i İslam’daki Müslümanlar hep beraber hatta bütün varlık, bütün atomlar, bütün gezegenler, bütün galaksiler hep beraber “biz yalnız Sana ibadet ediyoruz, yalnız Sen’den yardım diliyoruz” diye inkişaf etmiş. Keşfen görmüş. O zaman anladım ki Kur’an’ın bir harfi dahi mucizedir, diyor Üstad. Niye ben ediyorum dememişiz de, biz ediyoruz dediği için bir harf bile (ki Arapça’da bu bir kelimeyle değil de, bir harfle ifade edilir) A’budu na’budu. “A’budu” ben ibadet ederim, “na’budu” biz ibadet ederiz. Bu farktan dolayı bile böyle büyük bir mucize açılmış.

Hac dahi bir namazdır. Yani bazıları soruyorlar; “işte biz bu kadar para veriyoruz boşuna paramız gidiyor, vaktimiz gidiyor”. Yok işte; senin ömründe eksik bıraktığın namazların aslında orada hızlandırılmış geniş bilinç içinde, o kutsal mekanların bereketi ile yoğunlaştırılmış bir namazdır Hac’da zaten. Kur’an’da, menasik diyor. Haccın ismi “menasik”, hem namazı içeriyor hem namazı içeriyor.

Şimdi sıra ile giderken 21. Söz’e geliyoruz. 21. Söz iki makamdır. Birinci makamı vesvese ile ilgilidir, ikinci makamı namazı kılmakla ilgili uyarılar içerir. Bu vesvese ile ilgili olanı da aslında namazla ilgilidir. Çünkü insan kutsal değerlere yöneldiği zaman, eğer kalbini tam kuvvetlendirmemişse, pekiştirmemişse; otomatikman vesveseler doğar. Çağrışım sistemi doğal bir sistemdir. Üstad izah ediyor burada, yani ak deyince kara hatıra geldiği gibi; sen namaza katıldığın zaman otomatikman bir sürü vesvese, Allah hakkında, namaz hakkında, temizlik hakkında binlerce vesvese senin kalbine hücum eder. Hatta bazıları bu vesveseleri def edemedikleri için namazı bırakır veya Allah’a inanmayı bırakır. O bir geçiş sürecidir, o ilkokul talebesidir orada. İşte A,B,C öğreniyor. Eğer bu konuda kalbi direnebilirse, bir müddet sonra o çağrışım sistemi artık onu yormaz, artık ak derken; “kâinatın yüzde 99’u aktır, kara azdır, o da semboliktir” der. Kara, akı bilmek içindir. İmanın sonsuzluğunu anlar, küfrün küçük bir yer işgal ettiğin anlar. O da imanın tadına varmak içindir. Vesveselerden kurtulur. Yok bu kadar oldu olmadı, sıkıntısını yaşamaz. Ve o vesvese bahsi, aslında ibadet bahsidir, namazla ilgilidir. Risale-i Nur’daki bölümler, bahisler hep böyle irtibatlıdır. Yani; Vesvese risalesi ayrı, namaz risalesi ayrı değil, iç içedir. Ve zaten o insanlar, ilk namaza başladığında vesveseye girmezlerse, namazları demek ki gerçek değil. Gerçekten kutsal bir değere yöneliyorlar ki, vesvese geliyor, o da bir imtihandır.

Namaz bir imtihandır ayını zamanda ve Kur’an’da şöyle tarif edilir; ancak Allah’la huzur duyan insanlar ona dayanır, yoksa ağır gelir. Sen bütün dünyanı, o daracık dünyanı yıkıyorsun, Allah’ın sonsuz huzurunda duruyorsun. O’nun varlığını sindirmek kolay değil, ağır bir yüktür. Secdeye gidiyorsun nefsini ezdiriyorsun, rükua gidiyorsun kibrini ezdiriyorsun. Allah’ın karşısında bir görev bekliyorsun. Sen ne görev verirsen ben yaparım, diyorsun. Ancak Allah’ın huzurunda olanlar diyor bunu. Ve eğer insan namaz kılabiliyorsa, gerçekten büyük işler de becerir. Ama bunu şekle indirmişse, gelenek ve görenek haline getirmişse, sırf hacı namaz kılıyor desinler diye namaz kılıyorsa, o bizim bahsimizin dışında. O namaz değil zaten riyakarlıktır, riyakarlık da şirktir. Şirk başlı başına bir küfürdür, namaz sayılmaz. Maalesef ben çok görüyorum; bazı insanların itibarı vardır, profesördür, hacıdır, hocadır namazı bırakmak istiyor. Bıraksa diyecekler; filankes namaz kılmıyor. Sırf desinler diye namaz kılıyorlar, Allah korusun. Nefsinin bilincine varmamış o kişi, kendi nefsinden başka bir şey tanımıyor, sırf nefsini temize çıkarmak için namaz kılıyor. Allah korusun böyle namazlardan. Onun için çok hadislerde “namaz yüzüne çarpılır” diyor, “reddedilir” diyor, “kabul edilmez” diyor. İşte öylelerin namazıdır. Şimdi gariban bir sofi; “ya benim namazım acaba yüzüme çarpıldı mı?” diye vesveseye girmesin, diyor Üstad. Vesveseden eğer kalbin muzdaripse bil ki; o senden değil şeytandandır. Allah seni yükseltmek için onu sana musallat ediyor. Eğer kalbin muzdarip değilse; sen nefsin için namaz kılıyorsun demek, onun bir kıymeti yoktur. Kalp orada ölçüdür. Kalbin muzdaripse bil ki; sen Allah’a ibadet ediyorsun nefsin için değil. Vesveseden muzdarip değilse bil ki; senin orada bir yanlışın var.

Ve bu 21. Söz’de ki; tevhidin bir sembolüdür; “2” kâinatın dualitesini, “1” de tevhidi sembolize ediyor. Namaz hani dedik ya; dünya ile ahireti birleştirmek, ruh ile bedeni birleştirmek, geçmiş ve geleceği birleştirmek, madde ile manayı, söz ile manayı birleştirmektir. Zaten Kur’an’da şöyle bir ayet de var: “Sen namazlara dikkat et özellikle orta namaza.” Şimdi bu orta namaz nedir diye müfessirler ciltlerce araştırma yapmışlar. Kimisi sabah namazıdır, kimi öğlen namazıdır, kimi ikindi namazıdır, kimi Cuma namazıdır, kimi akşam.. herkes bir görüş söylemiş. Fakat Kurtubi hazretlerine göre (ki; ben de aynı kanaateyim); orta namaz, bizim bildiğimiz beş vakit namazdır. Diğer namazlar ise günlük işlerimizdir. Yani senin yemen, içmen, uyuman, çalışman, yevmiyen onlar senin umumi namazlarındır. Orta namaz ki; orta namaz bunu dengeliyor. Dedik ya bel kemiği, ortayı tutuyor. Mesela Üstad orada; fıtratın bir vazifesidir, seni dengeler diyor, senin hormonlarını çalıştırır diyor, kalbini nurlandırır diyor, kalbin gıdasıdır, kalbin, ruhun nefesidir diyor 21. Söz’de.

Nasıl dengeler? Kıyam; maddi oluşumları, maddi hizmetleri sembolize eder. Rüku; orta yolu, ne tam yere kapanmışsın ne tam diksin. Secde; tam maneviyata kapanma. Demek ki; insan için hem maddi işler yapma görevi var, hem manevi işler görevi var ki; secdedir. Birde ikisinin ortasını tutturacak ki; o da rükudur. Rüku, ikisinin ortası. Onun için Kur’an’da; “secde edenlerle beraber secde edin” demiyor, “rüku edenlerle beraber rüku edin” diyor. Yani namazı dengeli kılın ve namazınız sizin diğer işlerinizin dengesi olsun. İnsan dengeden ibaret ya, varlığı dengeden ibaret ya; namaz dengeyi size sağlasın, namazın size yaradılış borcunuz olduğu anlaşılsın. Ve mesela kalp, ruh. Mesela adam gidiyor bir trilyon, beş trilyon veriyor bir tablo alıyor. Niye alıyor biliyor musun? Öyle para kazanmak çok kolay değil, onun da acısı var. Çünkü ruhu nefes almıyor. Adam böyle o tabloda, minnacık bir yerde sonsuzluğu yakalamak için o beş trilyonu veriyor. Gerçekten ihtiyaçtır sonsuzluğa açılmak. 21. Söz’ün ikinci makamında; ruhun bir penceresidir, kalbin bir penceresidir namaz. Seni sonsuzluğa açar, sana nefes aldırır, ruhuna kalbine nefes aldırır. Adam ruhuna, kalbine minnacık bir ışığı göstermek için beş trilyon para verir bir tablo alır; ama Kur’an-ı Kerim, İslam dini, bunu her gün bize beş vakit yaşattırıyor zaten.

Diyorlar ki; Müslümanlar sanata ehemmiyet vermiyor. Veriyorlar; işte Endülüs ortada. Endülüs’teki sanatlar halen taklit edilmiş değil, ne Avrupa tarafından, ne Asya tarafından. İşte Abbasi medeniyeti ortada, Osmanlı mimarisi ortada. Sanata ehemmiyet veriyorlar vermiyorlar değil de; şimdiki Müslümanlar dengeyi muhafaza edemedikleri için; asır onlara çok ağır bir darbe vurdu, materyalizm onlara çok ağır bir darbe vurdu. Bu modern hayat, İslam’a, namaza yer vermiyor. Çok ağır bir darbe vurdu. Biz dengesizliğimizden, o sanatın sonsuzluğunu kaybetmişiz. Yoksa İslam’da, sanat bütün güzellikleri ile müstahsendir. Ve Allah, mesela hem Tevrat’ta hem Kur’an’da, Hz. Süleyman’ın yaptığı bütün o haşmetli şeyleri över. Saraylar, heykeller, çanaklar, çömlekler, merdivenler işte mumdanlıklar, buhurdanlıklar ve benzeri binlerce sanat övülür. Onun için bu 21. Söz’ün ikinci makamı ikaz diyor. Beş uyarıdır, diyor. “İkaz” ne demek? Uyandırıyor bizi. Çünkü bu asırdaki insanlar öyle bir uykuya dalmışlar ki; namazın kıymetini anlayacak kadar da uyanık değiller. Onun için Üstad önce uyarıyor. Bak diyor; bu budur, bu budur, bu budur. Yaşlı olsan genç olsan, küçük olsan büyük olsan; mutlaka senin bu manevi gıdaya, manevi nefese, manevi nura ihtiyacın var, diyor Üstad orada. Mutlaka ihtiyaç vardır, diyor. Orada beş ikazla uyarıyor. Keşke yanımızda bir Sözler olsaydı, biraz okusaydık. Ama neyse millet artık bizi değil de Risale-i Nur’u direkt okusun. Asıl izahlar orada, asıl feyzler orada. Ben korkuyorum; acaba yanlış bir şey anlatır mıyım diye. Cenab-ı Hak bizi affetsin. Ama İnşallah Risale-i Nur’dan dersimizi anlamaya çalışıyoruz.

Bu bilinç bahsi biraz kapalı kaldı. Yukarıda dedik ya “namaz bir bilinçlenmedir”. Mesela diyelim ki; Amerika’dan da daha güçlü bir devletin var. Bu devletin sana hiçbir fayda ve katkısı da yok. Ama seni besliyor, seni koruyor, senin maaşını veriyor. Şimdi bu devletin farkına varmak; senin, o devlet kadar bir şey kazanman demektir. Bak; sen bir devlet oluyorsun. İşte farkına varmak. Onun için Üstad; beş uyarıdır, diyor. Yani Üstad bizim önümüzde sonsuz bir varlığı gösteriyor. Hem de kalp penceresinden, ruh penceresinden. Bir de göz penceresinden de onu sana söyleyeyim: Namazda gözü kapamak mekruhtur. Göz kapalı namaz kılınmaz, karanlıkta namaz kılınmaz, gürültülü yerde namaz kılınmaz. Çünkü gözün görecek secde yerini. Ufka da bakabilirsin, secde yerine de bakabilirsin. O gözünün de namazı olacak. Kulağın senin sesini duyacak; o kulak penceresinden sen yine sonsuz bir bilince varacaksın. Göz penceresinden yine sonsuz bir bilince varacaksın. Tefekkür penceresinden sonsuz bir bilince, bir varlığa varacaksın. Kalp penceresinden öyle, ruh penceresinden öyle. Yetmedi, bedenin de. Beden de bir yaratıktır, o da boşuna yaratılmış değil. Eğiyorsun, kaldırıyorsun, dikiliyorsun. Onun da gıdası var, hormonların ifrazatı lazım. Ve adam diyor ki; ben Müslümanların niye strese girdiğini anlamıyorum. Bu namaz yüzde yüz, stresi önleyen bir mekanizmadır. Bedene de hitap ediyor, bedenin de sonsuzluğa açılması var. Çünkü hormonlar çalıştığı zaman, beyindeki o ifrazatlar, guddeler çalıştığı zaman, insan ömrü uzuyor. Mesala bir Hadis-i Şerif var; ana babana bak ömrün uzar. Çünkü anasına babasına bakan insan rahatlar, fıtrat borcunu, yaradılış borcunu yerine getirmiş olur. O, beyninde bazı salgılar sağlar ömrü uzar. Onun izahı budur. Kâinatta ki bilişim, etkileşimi nurlandırır. Görevini onlara karşı ifa eder, ömrü uzar.

Namaz da böyledir. Seni sonsuz bir bilince entegre ediyor, ömrün uzuyor. Ve bazen öyle bir entegrasyon sağlanıyor ki; işte Hz. Peygamber (s.a.v.) (her namaz için demiyor bunu); namazlar içinde öyle bir namaz var ki diyor, filan zamanda filan yerde kim tutturursa, (yalnız o şartlı iki rekat namaz kılan) işte on tane hac sevabı kazanır. Doğduğundan vefatına kadar namaz kılmış kadar sevap kazanır, ama o entegrasyonu tutturmak şart. İşte Üstad 27. Söz’de: “Bir kere sahabenin hayaliyle, gözüyle, kalbiyle “subhâne rabbiye’l a’la” dedim, bütün kâinat benim oldu sandım. O zaman anladım ki; sahabe niye bu kadar büyüktür. Bir kere muvaffak oldum.” diyor. O zaman anladım ki sahabenin bir namazı bizim ömrümüz boyunca kıldığımız namazlardan daha çok faydalı ve bereketlidir.

Evet hac bir namazdır, Cuma bir namazdır, Bayram bir namazdır, günlük işler bir namazdır. Ama hepsinin ortası, orta namazdır. Günlük beş vakit namaz. Bu beş vakte dikkat etmediğimiz zaman, diğerlerini de kaçırırız. Yani senin belinin kemiği kırılmış olur. Senin kolun da olsa hareket etmez, bacağın da olsa hareket etmez, kafan da olsa hareket etmez. O vücudumuzun ortasını teşkil eden sırat-ı müstakimi bize yaşattıran namaz (biraz sonra bazı detaylara gireceğiz inşallah), o namazı her halükarda, bazen şeklen dahi olsa alışkanlık için kılacaksın. Diyelim ki sen; bu tefekküre muvaffak olamadın, bu tefekkür tarzında kılacak bir pozisyon bulamadın; o günde şeklen dahi olsa kılacaksın. Yok işte ben tutturamadım kılmayım, demeyeceksin. Ama çok sıkışırsanız, İslam mezheplerinin dokuzunda böyle bir fetva var ki; ikindi ve öğlen, akşam ve yatsı birleştirilebilir. Bu, namazı terk etmek değil sadece birleştiriyorsun. Hanefi mezhebinde de orta vakte getirebilirsin, vaktin uçlarına değil de orta vakte getirebilirsin. Zaten hacda herkes yapıyor; Mina’da, Müzdelife’de, herkes akşam ile yatsıyı mecburen birleştiriyor. Orada Hz. Peygamber (s.a.v.) efendimizin yaptığı açıktır yani.

Namazın aktif şekilleri var, bir de pasif şekli var. Aktif şekli; kıyamdır, dikilmedir, rüku’dur, secdedir. Birde teşehhüt var ki, o oturum halinde sen yok olmuşsun. Oturma hali, yokluğu temsil eder. Aslında sen yok olmuşsun. Hz. Peygamber’in (s.a.v.) büyük bir namazı olan miraçtaki manevrayı, sen orada bir daha yaşıyorsun. Mesela 6. Şua bunu izah ediyor. (İşte sıra ile gidiyoruz ya) 6. Şua özetle iki sorunun cevabıdır. İkisi de teşehhüd ile ilgilidir. Niye miraçta olan sözler namazda okunuyor? Muhammed Hamidullah bu hadisin kaynağını veriyor. Benim ezberimde yok. Yani bu teşehhüdde Ettehiyat’da okunan dua, Hz. Peygamber (s.a.v.) ile Allah arasında, miraçta geçen bir sözdür. O şu ki; sen bütün görevlerini bitirdin, maddi işlerini yaptın kıyam, manevi işlerini yaptın secde, orta yolu tutturdun sırat-ı müstakim rüku, tesbihini yaptın, hamdını yaptın, tekbirini yaptın. Allah’ın Celalini, Cemalini, sonsuzluğunu, Kibriyasını bildin, hayır daha iş var. Sonunda sonsuz varlığa karşı yokluğunu hissedeceksin ve bu varlıkların ne işe yaradığının farkına varıp Allah’a takdim edeceksin. Ettehiyyatü diyorsun; bütün canlılar ve bütün canlıların kaynağı olan toprak, es-salavâtü; bütün hava küresi ve bütün ibadetler, özellikle hava küresi ve bütün ibadetler, et-tayyibatü; bütün melekler ve cinlerin duaları.

Dört kelime, dört element var; toprak, hava, su, nur (ateş diyorlar da, aslında o nurdur) Ettehiyatü toprağa bakar, el mübarekatü suya bakar, es-salevatü havaya bakar, et-tayyibatü nura bakar. Yani sen bu dört kelimenin, bu dört unsurun bütün içeriklerini, ibadetlerini Allah’a takdim ediyorsun. Üstad bir kere bunu yaşamış anlatmış, 6. Şua’da.

Bir tane daha var. Nur Âleminin Bir Anahtarı’nda bunu anlatmış. Bir de; toprak ve bütün ettehiyyat yani canlılar, mubarekat suda yaratılmış güzel bereketli canlılar, salavat havada yaratılmış güzel bereketli canlılar ve melekler, insanlar ve bunların ibadetleri, et-tayyibat da nurdan yaratılmış melekler, ruhaniler, cinler bütün bunlar ve bütün bunların ibadetlerini Üstad hem 6. Şua’da, hem Nur Âleminin Bir Anahtarında iki kere tefsir ediyor. Hz. Peygamber (s.a.v.) nasıl bütün kâinatı böyle Allah’a takdim ediyor, gösteriyor. Hep senindir, hep sen yarattın, seni anıyorlar, hep seni tesbih, ediyorlar hepsi senin methini yad ediyorlar. O’nun miraçta dediği gibi; senin de küçük bir miracın olan namazda bunları ifa ediyorsun. Geniş izah için; Nur Âleminin Bir Anahtarını -ki Emindağ 2’de de geçiyor- veya 6. Şua’yı tavsiye edebiliriz.

Ondan sonra Allah Peygamber (s.a.v.) ile konuşuyor. Peygamber (s.a.v.) bu dört kelimedeki, bu dört unsurdaki, dört mahlukattaki bütün ibadetleri Allah’a takdim ederken; Allah da diyor ya Peygamber (s.a.v.)’e; selam sana. “Selam” nedir? “Selam” barışmak demektir. Sen öyle bir başarılı ol ki diyor; dünya ile ahireti, madde ile manayı, kadınla erkeği, işçi ile patronu, geçmiş ve geleceği ve bütün zıtları, ak ile karayı beraber barıştıracak bir rahmet Peygamberi olasın. Bir başarı Peygamberi olasın. Ondan sonra Peygamber (s.a.v.) efendimiz bencillik yapmıyor. Bütün salih kulları, peygamberleri de katıyor içine, bütün evliyayı da katıyor, bütün namaz kılanları da katıyor. İşte namaz kılarsak ve alâ ibadillahi’s-salihîn’in içine gireriz.

Sonra orada üçünçü bir sahıs var, Cebrail. Bu iki âlemi seyrettikten sonra, peygamberin bu küllî miracını, ibadetini seyrettikten sonra, Allah’ın da selamını gördükten sonra, ben şahadet ederim ki, Allah’tan başka ilah yoktur (ki namazın özüdür bu, tevhiddir) ve Muhammed(s.a.v.) Allah’ın elçisidir diyor. Muhammed’i(s.a.v.) bazıları namaza koymayalım diyor, bu şirk olur. Yahu namaz bir nurdur, bir rahmettir, bir duadır. Biz Hz. Muhammed (s.a.v.) sayesinde bunları elde ettik, onun önderliğinde elde ettik. Sen niye namazdan çıkartacaksın! Bu benim keyfime göre bir namaz değil ki; Allah’ın emrettiği yasalaştırdığı hakikattir ve Kur’an’da sabittir. Hani böyle bazıları diyor ki; namaz Kur’an’da yok. Hacc sûresi 78. ayet’te Hz. İbrahim’e diyor, namazın nasıl kılınacağını. O sûrede 36. ayette, namazın nasıl kılınacağını, orucun tutulacağını, zekatın verileceğini bildiriyor. Haccı O’na bildirdik, İbrahim’den, ümmetine sen şahit ol, diyor. Onun nasıl kıldığını sen bilirsin, diyor. Sen sahabelere şahit ol, sahabeler de ümmetine. İbrahim’den sahabelere Hz. Peygamber (s.a.v.) şahittir. Hz. Peygamber (s.a.v.) den ümmetine de, Peygamber, sahabeler şahittir. Dolayısı ile icma’ vardır namazın nasıl kılındığına dair. Biz keyfimize göre şunu çıkartalım, bunu koyalım öyle bir şey yok. Ancak mezheb farklılıkları vardır, o da hikmete binaendir.

Peygamber (s.a.v.) efendimiz değişik şekillerde kılmış. Mesela Şafiiler zammı sure okumasa da namazı geçerlidir. Çünkü Şafiiler sosyal konulara pek adapte değiller. Zammı surelerde de sosyal konular Kur’an’dan okunur. Dolayısı ile atlasa da bir eksiği olmaz, tevhidini, maneviyatını yaşamış olur. Ama Hanefilerde zammı sure lazım. Hanefiler sosyal bir kitledirler.

Bir iki örnek vereceğiz sonra yine bu mezhep farkı ile ilgili konuya döneriz. Asıl olarak her şeyin bir kaymağının kaymağı olur da; bu anlattığımızın kaymağının kaymağı ve Risale-i Nur’daki namaz ile ilgili bahislerin kaymağı, 15. Şua’da. Üstad bir daha yaşamış; hem de nerede? -30 derecede Afyon hapsinde sobasız bir yerde bir namaz kılıyor ve orada 15. Şua’yı yazıyor. Ve orada işte Fatiha’nın ne demek olduğunu, kıyamın ne demek olduğunu, tekbirin ne demek olduğunu, salavatın ne demek olduğunu, teşehhüd ve tahiyyatın ne demek olduğunu uzun bir tefekkürle, hem de ispat eder. Bak; Risale-i Nur’un bir kerameti şudur; hem anlatır hem de ispat eder. İşi boşa bırakmaz. Bu, yaklaşık 200 sayfadır, bunu özetlemek bizi aşar. Kısaca ben ona değinmeye çalışacağım.

İnsan günlük işlerde biraz strese girer. Stres nedir biliyor musun? Aşırı gerilim, elektriklenme, fazla kendimizi sıkıyoruz gerilim oluyor, elektrikleniliyor. Bunun en iyi çaresi; mesela kızma anında da insan elektrikleniyor, kızan kişi kalkıp abdest alsın. Bak; namazın birinci şartı da abdesttir. “Ya! ben abdestsiz kılacağım, işte Allah’ın huzuruna gidiyorum”, olmuyor. Anahtarsız oda açılmaz. O elektriği almak için abdest şart. Sen sonra günlük işlerin daraltmasından kendini koparabiliyorsun. Koparabilirsen tabii. Bu günkü sistemde insanın kendini koparması gerçekten çok zorlaşmış.

Allah-u Ekber ile başlıyorsun. Şok tedavi. Allah’ın sonsuzluğuna direkt açılıyorsun. İşte tekbir odur. Allah-u Ekber. Bazılarına göre Fatiha’dan önce bir dua var. Şafiiler veccehtü vechiye okuyor, Hanefiler Sübhaneke okuyor. Hanefilerin duası sosyaldir, içtimaidir. Hani dedik ya, Hanifiler sosyaldir; onun için zammı sure okurlar. Şafiilerinki bireysel bir duadır. Hz. İbrahim’in bize duasıdır, Kur’an’da geçer. Hz. Peygamber’in (s.a.v.) ikisini de okuduğu muhtemeldir. Çünkü bazen ferdî olarak namaz kılmış, Şafiilerin duasını okumuş; bazen toplumsal olarak namaz kılmış, Hanefilerin Sübhaneke duasını okumuş. Bundan sonra Fatiha gelir. Hanefilere göre Besmele okunmaz, direkt Elhamdülillahtan başlamak lazım. Şafilere göre; Besmele okumazsan namazın olmaz. Bak; çok ince detaylar, müthiş mucizelikler. İki mezhep de mucize. Çünkü Besmele ile başlarsan; Şafii tip köylü tip ya, böyle bir anahtarla bir kapı bir menfez açmaya çalışıyor. Onun dünyası dardır zaten. Bir Besmele anahtarı ile ona bir dünya açılıyor. Hanefiler; hayır biz zaten farkındayız, bilincindeyiz direkt Elhamdülillah ile başlamamız lazım, diyor. Neden ? Çünkü kâinatın her tarafı kemâlat kokuyor, her tarafı kemâlat kaynıyor. Dolayısı ile bu kemâlatı hemen başta idrak ediyorsun. Allah-u Ekber ile başladık ya; sonsuzluğun şoku geldi sana zaten, bilincini uyardı, seni adapte etti. Direkt o sonsuzluğun içinde Kemâlat-ı İlahiye’yi bilmek için, Besmeleyi orada devre dışı bırakıyor, hemen Elhamdülilah ile başlıyor. Hamd; Allah’ın kemâlatını, nimetlerini idrak etmektir. Bak; Elhamdülillahtan sonrada Errahmanirrahim gelmiş. Besmeleden sonrada Errahmanirrahim gelmiş ve Şafiiler ikisini aynen okuyor. Çünkü kâinatın menfezini açmanın da, Kemalat-ı İlahiyeyi görmenin de şartı, yine rahmettir. Dolayısı ile, iki kere tekrar ediliyor. Yani o da güzel, o da güzel. İki güzelden birini seçiyorsun. Dolayısı ile biri yanlış biri doğru değil ki; biz mezhepleri çöpe atalım, kovalım. Bazı Vehhabilerin yaptığı gibi…

Rahmet nedir biliyor musun? Baştan beri konuştuğumuz; işte rahmet budur. Allah’ın tecelliye geçmesi, varlığa varlık katması, sistemi çalıştırması, bizim ile ilgilenmesidir. Allah’ın bizimle ilgilenmesine ihtiyacı yok, ama rahmetinden ilgileniyor. İşte; namaz, ibadet, yaratılma, kabir, cennet, cehennem, dünya, rızık, açlık, şükür hepsi rahmettir. Zaten lügate baktığın zaman es salat; Salat namaz demek. Türkçe’de es salat yani er rahme ilk lügatler de bugün ki Arapça lügatler de bunu verir. Etimolojik olarak, belkemiği demek. Salat eşittir rahmet. Rahmet; işte su rahmet, yağıyor işte, bereket feyz varlık yağıyor, nur yağıyor, bilinç yağıyor, rızk yağıyor, hep o yağıyor. Rahmet aslında yağmurun da bir ismi biliyorsunuz, yumuşaklık demek. Demek ki; namaz kılanlar yumuşaktır, terörist olmamalı. Eğer bir insan terörizmi kullanıyorsa, namazı da kılamıyor. Öyle bir hınçla namazın rahmeti bağdaşmaz.

Şimdi gittik Errahmanirrahime. O, Rahman ve Rahim’dir. Ama niye insanlar ölüyor, açlık var, kanser var, sefalet var? Allah bir kelimeyle cevap veriyor: O, kıyametin sahibidir, diriliş gününün sahibidir. Onlar orada ücretini fazlası ile alacaktır. Rahmetten kopmadıkları anlaşılacaktır, diyor. Peki bu sisteme entegre olmanın yolu nedir? Tevhid. Yani ahireti kazanmak, Allah’ı kazanmak, rahmeti kazanmak. Nedir Tevhid ? Yani biz diyeceğiz; ya Rabbi sana kulluk ediyoruz. Tevhid, budur. Eğer sen başka bir şeye kulluk ediyorsan; işte o namaz değildir, namaz kılmıyorsun demektir. Namaz eşittir Tevhid, yalnız Sana ibadet ediyoruz. Sıkışırsan ne olacak? Hani birisi sana bıçağı dayadı, sıkıştın; ya Rabbi yalnız senden yardım isteriz yine. Sıkışsan dahi fire vermeyeceksin. Peki hani dengemizi kaybetsek, bir şirke girsek çıksak, bir yalpalansak? İhdinessıratal-müstakıym. Ya Rabbi sen bize dosdoğru yolu nasip et, Sıratal-müstakîmi. Bütün espri burada. Yani namazı kazanmanın, bilincine varmanın, tevhidi yaşamanın, ahireti hakketmenin yolu. Sırata’l-müstakîm böyle E-5 yolu gibi dümdüz yol değil, dengeli yol. Üstad bunu İşaratü’l İ’caz’ın başında izah ediyor, benim fikrim değil. Hem Rumuzat-ı Semaniye’de, hem de 15. Şua’da uzun uzadıya bu ayetlerin tefsiri var.

Sırat-ı müstakim konusunu açmak gerekiyor. Nasıldır? Yani dümdüz E-5 gibi bir yol mudur? Hayır. İki ucu var, diyor. Biri mağdub; maddeci esbapperest örneğinde bazı Yahudilerde olduğu gibi (tefsirler öyle söyler). Birisi dalliyn; aşırı ruhçu, sapık, yanlış fikirleri olan. Maneviyatçı ama yanlış fikir. Yani sen sofi de olsan, mağaraya da kapansan; namazı kılmış olamazsın. Namaz bir denge sistemidir, kâinatın bilincine varmaktır, diyalektik sürecin tadına varmaktır. Öyle kuru bir zühd veya iş kaybı değil ki. Şimdi millet korkuyor; işçilerimiz namaz kılsa kaytarırlar iş kaybı olur. Halbuki aha çok iş üretir insan. Çok sıkışırsan birleştirirsin, çok acil bir iş varsa. Ama günde üç kere en asgarisi. Bu alın secdeye gitmesi lazım, o sonsuz bilince varmamız lazım. Demek ki; Sırata’l-müstakıym; “denge” demekmiş. Yani ne maddeci olacaksın ne ruhçu, ne esbapperest olacaksın ne tevekküllü, orta yol. Gerekirse esbaba başvuracaksın ama kalbinde Allah’a tevekkül edeceksin. Akide dairesinde kalbin tevhidle beraber olacak, el ve avucun ise esbaba yapışık olacak ki; ikisi denge olsun, sırat-ı müstakim olsun, namazın orta bir namaz olsun. Yoksa namazın orta bir namaz olmaz, akşama kadar ancak gebermek için namaz kılarsın.

Daha bitmedi bu iş; zammı sûreye geldi sıra. Zammı sûreyi rasgele okuyor imamlar ama farkında değiller, manayı bilmezler ya. O gün gündeminde ne varsa, onunla ilgili Kur’an’dan bir parça okuyacaksın. Zammı surenin mantığı budur. Ben en çok İnna a’tayna, Kul hüvellahü ehad sûrelerini okuyorum. Çünkü öyle iki anahtardır ki.... Hz. Peygamber (s.a.v.) diyor ya; sana bol bir bereket ve Kevser verdik. O, bütün fakirliğimi doyuruyor. Sonra sıkışıyorum, yani bazı çaresizlikler var. Kul hüvellahü ehad daki tevhid de; işte her şey Allah’tandır, her şey O’dur. O beni rahatlatıyor. Ben en çok bu iki sûreyi okuyorum; hem kısa olduğu için hem ruhuma ilaç olduğu için. Ve hadisler de çok ilginç. Zammı sûre ile ilgili 100 hadis varsa, 90’nında bu iki sûre var. Çok ilginç ben bu hadisleri sonra gördüm. Ama benim en çok okuduğum İnna a’tayna, Kul hüvellhü ehad. Hem kısa hem ezberlemesi kolay.

Sonra gidiyoruz. Allahu Ekber. Bir alem bitirdik. Bu kıyam alemiydi; kıyam alemi bitti. Rukü alemine geçiyoruz. Her alem başlı başına sonsuzdur. Rukü da ayrı bir mana yaşıyorsun. Sübhane Rabbiyel-aziym diyorsun. Kebir var birde Azim var. Kebir manen yüce, Azim maddeten. Bak diyalektik yine var. Secde de Aliy diyorsun. Rabbiyel Aliyil-ala Rukü da Rabbiyel-aziym diyorsun. Rukü biraz daha maddi, kıyama yakın ya. Yani Müslüman madde içinde Ruhu görür. Aziym içinde kebiri görmemiz lazım. Ben bir ara hatırlarım; sen bir ara spritualist akımlara meyl etmiştin, ben sana ne dedim? Taşın içinde meleği, ruhu görmezsen bu iş olmaz. Ruh çagırmakla sprütualist işlerle bu iş bitmez. İslam öyle bir mucize öyle bir açılım. Bu namaz öyle bir mucize, öyle bir açılım ki; taşın içinde sana meleği gösterir. Aziym içinde Kebir’i gösterir. Aliy i gösterir, yüceyi gösterir. Hem de Subhaneke ile gösterir. O sprütulalistler de gösterir ama Subhaneke’yi bilmiyorlar. Allah’ı kusurlu, aciz, nakıs bir şekilde tarif ederler. Subhane nin manasını bilmiyorlar.

Ondan sonra kalkıyorsun, dikiliyorsun bir daha. Dikilmede madde var, maddede hamd var. Maddeyi biz dışlamıyoruz Rukü dan sonra bir daha dikilme var. Yani o dikilmenin görevi bittikten sonra memnuniyet ifade ettikten sonra; kendi şahsi olarak secdeye kapanır. O şahsi bir meseledir. Orada istediğin kadar ruhu seyrü seyahat yap, astral seyahate çıkarsın ne yaparsan yap orada. Ama orada bir şeyi kaybetmemek lazım; ruhlarla metafizik alemle ilgilenirken Aliyül-ala yı unutmamak lazım. Allah’ın aşkınlığını, sonsuzluğunu, yüceliğinin hiçbir şeye benzemediğini unutmamak lazım. Ve katlık bir daha aynı işi yapıyoruz. Aslında namaz iki rekattır. Yani ikinci rekat birinci rekatın tekrarı. Mesela seferde sen; öğleyi iki rekat kılıyorsun. Asrı saadette daha namaz cemaat şeklinde ki haline gelmeden Hz. Peygamber (S.A.V) hep iki iki kılarmış. Özü o. O zaman nafile falan emri gelmemiş. Özü o. Şimdi ikinci rekat birinci rekatın tekrarı veya bir dublörü. Dublörü olmayan bir varlık ta yaşayamaz her şey diyalektik süreçle oluyor ya; takviye gibi iki el olmasa tek el iş görmez. Beynimizin iki lobu olmasa tek lob çalışmaz. Ama bitmedi daha. Ya sen ölürsen. Yani iki rekat sana yetmiyor. Senin ebedi yaşaman lazım. Senin bir, Kubilay’ın bir kopyasını daha yapıyoruz. Son iki rekat o ilk iki rekatın ayrı bir kopyası, ikinci rekat birinci rekatın desteği. Son iki rekat ise ilk iki rekatın kopyası. Yani her halükarda belki tutturamadın o tefekkürü, o haleti; diğer iki rekatta yapabilirsin.

Farz namazlar bu şekilde 17 rekat oluyor. 17 de alem değişiklik sembolüdür. MeselaRisale-i Nur’da 17. Söz’e bak alem değişikliği sembolüdür. 17. Lem’a ya bak Üstad alem değiştirmiş yeni Said’e dönüşmüş orada. 17. Sureye bak; miraç alem değişikliği sembolüdür. Hani sefere gidersek kasredersek o zaman nedir? O zaman namazlar 11 rekata iniyor Tevhid sembolü ya Rabbi senin Tevhidin Birliğin her şeye yeter diyorsun. 17’yi yakalamamışın ama 11 de tuturuyorsun. Yine nafilelerle vaciblerle 33 rekatta biter bu iş. Zaten teravih namazı öyle ayarlamışlar ki; tam 33 rekat ediyor vitriyle beraber, farzları ile sünnetleri ile beraber tam 33 rekat ediyor. O da bir sayıdır. Onun için tesbihat namazın bir nevi devamıdır. Bütün bunlara rağmen selam verdin. Selam nedir biliyormusun? Selam namazdaki bu ikili sistemin vurgusudur. Ey bütün varlıklar üzerinize selam olsun. Nedir selam? Barışıklık, ahenk, düzen, beraberlik, denge selam budur. Sağa da sola da ayrım yok. Sağa farzdır ahirettir, sola dünyadır o sünnettir.

Nerede kalmıştık? Tesbihata gelecektik. Bütün bunlara rağmen hasta oldun, enerjin yok oldu veya bitkin oldun, bu manaları yakalayamadın. Rahat rahat yaslan yatağına uzan tesbihatını çek. Orada yine yakalarsın. Onun için Üstad tesbihata en az namaz kadar önem veriyor. Tesbihatı farz gibi anlatmış neredeyse! aslında hiç igisi yok! tesbihat sünnettir, nafiledir. Ama biliyor Üstad; bu asırda ki insan dalgındır, enerjisi bitiktir, çaresizdir. Hiç olmazsa diyor oturarak o enerjiyi, o bilgiyi, o bilinci yakalasın. Tesbihat yolda da yapılabilir. İlla bir yere oturmak veya yönelmek şart değil. Yolda giderken, arabanı sürerken. Hatta Araplar genelde evde yapıyor. Arapların güzel bir hasleti var; nafile namazlarını evde kılarlar. Kimse demesin işte filankes ne kadar çok namaz kılıyor.

Şirk çok önemli bu namaz konusunda. Yani nasıl vesvesede akla kara kardeştir, vesvesede kutsal değere yönelirken çirkin bir pis hayal hatırına geliyor. Bu namaz da şirk ve tevhid at oynatır. Her an insan dikkat etmesi lazım. Ya Rabbi yalnız sana kulluk ediyoruz yalnız senden yardım diliyoruz. Bu işin ruhu. Diyelim ki sen esir düştün, namaz kılamıyorsun veya Rusya’ya gittin orada 6 ay gündüz altı ay gece. Üstad onada işaret ediyior. yirmidördünncü sözde. Orada 24 saati böleceksin. Esirsin sana kıldılmazlar, bilselerki namaz kılıyorsun öldürecekler göz işaretinle kılarsın, teemmümle kılarsın. Hatta Şafii mezhebine göre Subhanallah velhamdülillah …… desen böyle esarette namaz kılamayacağın yende dört kere söylesen dört rekat yerine geçiyor. Ne demek? Çünkü o söz başlı başına bir mucize. Hz. Zeynep anamız bir ara çok namaz kıldı, yoruluyordu. Hz. Peygamber (S.A.V) hayır dedi yorulacak kadar namaz kılman gerekmez. Günde bundan bir kere söyle bir gün namaz kılmış gibi sevap kazanırsın. Subhanallah diyorsun bak; namazın özeti bu kelimelerde. Allah sonsuz kutsaldır. Elhamdülillah bütün nimetler onundur. E hani bazı kötülükler iyilikler oluyor? O aşkındır. O aşkınlık sisteminde, sonsuzluk sistemine entegre oluyor. Acaba rakibi, düşmanı, zıddı varmı? Hayır. La İlahe İllallah. Allahü Ekber var; onu okuduk.

Biz neyiz? Yani bu kadar; bunlar hep Allah’sa biz neyiz? La havle vela kuvvete illabillah ız biz. Yani bizdeki güç ve enrji havl negatif enerji, kuvvet te pozif enerji. Bizde gerek pozitif enerji olsun gerek negatif enerji olsun ancak Aliy-ül-ala olan, aşkın ve sonuz olan O Allah’tan gelirse vardır. O bize verdiği için vardır. İşte bunu yaşarsan bir namaz kılmış gibi sevap alırsın. Doldu vaktimiz. Cenabı Hak hepimize Miraç manasında namazı nasip etsin. Bizi Risale-i Nur’a hakiki talebe yapsın. Amin. El-fatiha..