HÜRRİYET
Bismillahirrahmanirrahim
İnsanlık dünyasında en temel kavramlardan bir tanesi olan hürriyet üzerine bugünkü sohbetimizi yapacağız. Hürriyet, etimolojik olarak, zihnî olarak, siyasî olarak, ontolojik olarak, duygusal olarak, imanî olarak ve ruhanî olarak 5-6 kategoride ele alınacak.
Bu kavramı seçmemizin sebebi, yeniden dirilmek için çok temel 3-4 tane kavramımız var. İnsanlara verebileceğimiz temel kavramlar. Bunlardan bir tanesi kardeşlik, bir tanesi eşitlik duygusu. Üçüncüsü de belki bir açıdan en birincisi de hürriyettir. Arapça bir kelime olan hürriyetin şimdiki dilde Türkçe’si “özgürlük” diye ifade ediyorlar, tercüme ediyorlar. Etimolojik olarak yani kelimenin kökü itibariyle manası şudur; bir şeyin akıcı olması, hatta ipeğe “harir” derler Arapça’da, ipek akıcı ya, kaygan, yumuşak. Seyahat özgürlüğü demek, meselâ köylülerde eskiden seyahat etme özgürlüğü yoktu, köleydiler, hür değillerdi. Sıcaklık, demek böyle rahatlık veriyor, yayılıyor, akıcı bir niteliği var. Yazı yazma manasına geliyor kelimenin kökü itibariyle. Yazı böyle akıcı olur ya en güzel yazı. Özellikle gazete yazılarında “başmuharrir” derlerdi başyazarlarına, “tahrir” yazı yazmak demek. Bir de özgürleştirme. Yani siyasi manada özgürleştirme, tahrir. Halen tahrir cemaatleri var Arabistan’da, Arap ülkelerinde. Kelimenin kökü bu yani. Akıcı, verimli, serbest, üretken ve nimet boyutu yüksek olan bir değer. Kelimenin kökü itibariyle hürriyet bu. Türkçe’de özgürlük diye tercüme edilir. Bu günkü modern, çağdaş ifadeyle öz-gürlük yani insanın özünün gürleşmesidir. İnsanın özünün gürleşmesi, özgürlük, ona yakın bir kelime yani. Tam tıpatıp tercüme değil de. İnsan serbest olduğu zaman özü gelişiyor, baskı altında olduğu zaman özümüz sürekli çiğnenir. Onun için Üstad Bediüzzaman Münazarat diye bir kitap yazmış, baştan sona kadar ana konusu hürriyettir zaten o kitabın. Siyasi liderleri, tarikat liderlerini, diğer sosyal akımların liderlerini şemsiyeye benzetir. Şemsiyenin koruyucu bir niteliği var ama eğer güneşi engelliyorsa, taş gibi ağırlık oluşturup alttaki insanları eziyorsa o liderlik, o siyasi yapı olmamalı. Bu nimet değil, nikmet olur, azab oluyor. Şeyh dahi olsa, kerametleri dahi olsa, uçabilse dahi eğer alttaki insanları eziyorsa o şeyh o lider o başımızdan uzaklaşmalı. Çünkü bizim gürleşmemizi, akıcı olmamızı, gelişmemizi önlüyordur diye anti parantez olarak onu hatırlatalım. Sonra o meseleye bir daha döneceğiz.
Etimolojik olarak sıcaklık, seyahat özgürlüğü, yazı yazma ve siyasi özgürleştirme manasına gelen hürriyet, insanı en çok motive eden bir faktördür. Mesela insanlar arasında kardeşlik duygusunu yayarsan bir dereceye kadar başarılı olursun, “başkasından banane” der nihayette insanlar. Eşitlik duygusu yayılırsa toplumda, bir dereceye kadar insanlar ona rağbet gösterir, ona yönelir. Ama bir miktar sonra der ki; ya biz eşit değiliz eşitlik yanlıştır, bırakır gene. Fakat hürriyet ekmek kadar, su kadar insan için temel ihtiyaçtır. Ve çok büyük insanlar var, ekmeksiz yaşayabiliriz ama hürriyetsiz yaşayamayız diye o günkü siyasi iktidarlara karşı tavır almışlardır.
Biz önce zihnî hürriyetten başlayalım, bakalım zihnimiz ne derece hürdür, ne derece hür değildir. Biz insan olarak bu hürriyet nimetinden ne derece istifade ediyoruz veya edemiyoruz, kendimize bir bakalım.
Zihnî hürriyet, bir; davranışlarda kendini gösterir, bir de kültürde kendini gösterir. Davranışlarda çok insanın takıntısı vardır. Abdest alır acaba oldu mu olmadı mı, bir iş yapar acaba oldu mu olmadı mı, acaba kapıyı kapattım mı kapatmadım mı, bu işi yapacağım acaba hayır mıdır, kötü müdür? Böyle davranışlarımızda takıntı diyebileceğimiz o dikenler, şeytani özellikler bizi sürekli kemiriyor, düşürüyor ve filizlenmemizi, dal budak salmamızı engelliyor. İşte bunun tek çaresi, Kur’an’da bir ayet hatırıma geliyor: “Bir şeye niyet ettiğiniz zaman, azmettiğiniz zaman Allah (cc)’a tevekkül edin.” Artık yok oldu mu olmadı mı problemi yok, hayır mıydı, şer miydi problemi bitecek. Birşey, ya başlıyorsun veya başlamıyorsun, başlayacaksan orada tevekkül edeceksin, o takıntıları atacaksın. Yani psikolojik hastalıklar içinde en çok zararlı olanlardan bir tanesi de, şizofrenden sonra bu geliyor, takıntılar geliyor. Din bu konuda da insanı tevekkülle tedavi ediyor, yani takıntılarını gideriyor. Takıntılardan sonra en acı bir durum da davranışlarda, bu hürriyetsizlik konusunda taklittir. Yani sen bir şey üretemiyorsun, bir şey beceremiyorsun, bir şey yapamıyorsun, ortaya bir şey koyamıyorsun başkasına özenerek, başkasına benzemeye çalışıyorsun, kendi kişiliğini yaşayamıyorsun. Buna taklit diyoruz. Yani kilitlenme. Taklit “kilit” kelimesinden gelir, kilitlenme. Sen kendin serbest değilsin, serbest düşünemiyorsun, serbest üretim yapamıyorsun, ikinci bir kişiyi görür görmez ona yapışıyorsun ve onun gibi olmaya çalışıyorsun, tıpa tıp, fotokopisi gibi. En değerli belgelerin dahi fotokopisi değersizdir, onu size söyleyeyim. Fotokopi olmayın. Hiçbir zaman fotokopi olmayın. Daima özgün, yaratıcı, üretken bir model olun, kendinizi yaşayın. Taklit İslam’da haramdır diyen çok âlim var. Yani dinde mesela; büyük bir mürşidin peşine gidiyorsun, harfiyen ona uyuyorsun, o cennete gidiyor, sen cennete gitmeyebilirsin. Çünkü o bilerek yaşadı, bilerek öğretti, bilerek yaptı, sen ona taklit olarak uyduğun için cennete gitmeyebilirsin. Taklit haramdır. Onun için az bir aklı dahi çalışıyorsa, insan kendi bilgisini kendisi öğrenmeli. Yani öğreneceğiz diğer insanlardan çok şey alacağız yanlış anlaşılmasın. Ama o bilgileri yeniden üretip, yeniden yaşayıp kendi malımızmış gibi onlara sahip çıkacağız. Artık o lider o bilgiden vazgeçse veya geçmese de önemli değil. Sen eğer kendine mal etmişsen, o bilgi sen olmuşsun artık.
Taklit, yani özellikle bu asırda, şimdi eskiden köylerde insan, hacıdan, hocadan babasından, anasından öğrendiği bilgilerle, taklit ederek, onlara uyarak bir derece kendini kurtarabilirdi ve mazur sayılabilirdi. Çünkü kendi üretme imkânları yoktu. Bu asırda taklit kötü bir şey. Ve biz mutlaka kendimiz üretmeliyiz, kendimiz yapmalıyız, kendimiz yaşamalıyız. Taklit kilitlenme demektir. İkinci bir kişiye kilitlenen fire sayılır, bence fire sayılır bu asırda. Ve ben samimi olarak söylüyorum birkaç senedir; “her bir Müslüman bu asırda tek başına dahi olsa dinini, kültürünü ve diğer sosyal imkânlarını tek başına savunamıyorsa, yürütemiyorsa bunun psikolojisi ile bir yere varamayız. Taklit ve duygular alev gibidir bir yerde söner gider. Biz de yapayalnız, suyu kesilmiş balık gibi kalırız.
Evet, zihnî hürriyet; başta, takıntıları aşacağız, psikolojik takıntıları aşacağız, davranışlardaki takıntıları aşacağız. İkinci olarak, taklit müessesesini kıracağız. Bu bizim için zorunluluktur. Üçüncü nokta bu zihnî hürriyet konusunda; manevi körlüktür. Yani adam diyebilir ki;“ya ben göremiyorum” mecburen birisi, ben körüm, diyor yani ben göremiyorum, mecburen birisi benim elimden tutup beni yürütecek. İşte burada gerekirse yürümeyeceğiz, yerimizde kalacağız. Başkasının bizi yönlendirmesiyle gitmeyeceğiz. Veya ameliyata gidip, hastaneye gidip, gözümüzü şöyle veya böyle ne yapıp yapıp açmalıyız. Özellikle ruhani konularda. Bu asrın insanı maalesef aşırı materyalizm dalgasından dolayı -farkında olalım veya olmayalım önemli değil- hepimizde biraz körlük var. Manevi, soyut, yüce değerleri bilmiyoruz. Aklımız gözümüze inmiş. Bir şey gördük beğeniyoruz görmedik mi nasıl bir şeydir. Özal 1983’de Kahramanmaraş’a gitti. Bu karikatür olarak gazetelerde yazılmıştı o zaman; “bize oy verin, sizi 2. Lige çıkartacağız.” Köylü söylüyor: “Bu 2. Lig yenilir mi, içilir mi nedir” diyorlar, soruyor böyle. Akıl bu asırda göze inmiş gözün gördüğü değerler gerçek değerler sayılıyor, gözün görmediği manevi değerler ise imandır, bilgidir, fedakârlıktır, sevgidir, şefkattir, aşktır, sevgidir bu değerler böyle. 4. 5. planda ve hatta belki isimleri bile yoktur, gerçekleri bile kaybolmuştur. Yani zihnî konuda, ilk hürriyeti zihinde sağlamalıyız. Bak siyasi hürriyetten önce, imanî hürriyetten önce, ruhanî hürriyetten önce, ekonomik hürriyetten önce bu zihin konusunda kendimizi hürleştirmeliyiz. Zihin işin çekirdeğidir, her tarafa yön verir. Ruha da, ekonomiye de, siyasete de... Önce psikolojik takıntıları önemsiz sayıp tevekkül ve imanla aşacağız. Taklit müessesesinde -ki eski asırda geçerliydi, fakat bu asırda tamamıyla geçersizdir- seviyemiz ne olursa olsun aşmamız lazım. 3. olarak mutlaka ve mutlaka bir yerden yardım alıp, bu manevi gözümüzü açmalıyız, maddi körlükten kurtulmalıyız ki zihnimiz hür olabilsin, soyut değerlere açılabilsin. Çiçeklere konan bir bal arısı hükmüne geçsin. Zihnî hürriyet konusunda manevi körlükten ziyade bir de saf materyalistler var. Adam profesör olmuş, dünya çapında makaleler, kitaplar yazmış fakat hiçbir manevi değeri yok. Tam kör yani. Onlar öyle esirdirler ki, öyle korkaktırlar ki sarhoşluktan başka onları ayakta tutan bir motivasyon olmaz. Bizim için bu geçerli değil. Çünkü hepimiz Allah’a çok şükür inanıyoruz. Bu maddeyi biraz geçiyorum, ayrı bir konu yaparız inşallah. Materyalizm ve bu asırda materyalizmin getirdiği tahribatlar konulu bir konuşma yaparız.
Fakat buradaki arkadaşlarımızı ve bizim gibi mümin insanları ilgilendiren bir handikap şudur; kelimelerde boğuluyoruz. Yani bu metnin grameri neydi, Türkçe miydi, Osmanlıca mıydı, Arapça mıydı, yok İngilizce miydi böyle ilk etapta dilde boğuluyoruz, ilk adımda. Dili çözer çözmez de sanki öğrendik bitti gibi o dili hemen sloganlaştırıyoruz. Gerçek manasını öğrendik yaşadık gibi slogana çeviriyoruz. Daha dil problemleri bitmemiş orada t?yoruz, sloganlarda tıkanıyoruz bu sefer. Sloganları biraz geçmeye çalışıyorsun, bu sefer meallerde tıkanıyor. Yani bir metnin, bir âyetin, bir kitabın, hatta bir romanın mealini okuruz samimi söylüyorum bu gün Türkiye’de 4 milyon tane roman okunuyor her sene, bunun 40.000’i ancak anlayarak okuyor, diğerleri ise sadece okumuş olmak için okuyor. Yani mealini okuyor, romanın mealini okuyor. Yani bu romanda kastedilen mana nedir, bana hitap eden nedir, ben bunu nasıl yaşamalıyım, gerçekte realitesi nedir, yok. Bu gün Türkiye’de 60 tane meal var ama Kur’an’ın manası anlaşılmıyor, mealde bitiyoruz. Eski hocalar gramerde bitiyordu, fail miydi meful müydü, özne miydi yüklem miydi, mübteda mıydı, haber miydi orada biterlerdi. Şimdiki nesil; mealler yapıldı, işte çalışmalar üretildi bu sefer mealde bitiyor. Samimi söylüyorum. Türkiye’de yaklaşık 60 milyon meal vardır, basılmış, satılmış. Büyük bir oran, ben işin içinde olduğum için biliyorum. Ama Kur’an’ı anlayan 60 kişi yok Türkiye’de. Yani bu profesörler de dâhil, ilahiyatçılar da dâhil. Çünkü mealde bitiyoruz. Mealden manaya geçemiyoruz. Zihnimiz hür değil. Bak, kelimelerde boğulmayacağız, sloganda boğulmayacağız, mealde boğulmayacağız manaya geçeceğiz. Bu bir zincirdir yani, benim uydurduğum bir zincir değil, bu bir zincirdir. Mana, burada kastedilen şey demektir. Bu ayette, bu ibarede, bu kitapta kastedilen mana budur diye anladığımız zaman yine iş bitmiyor. Daha hürriyetimizi tam elde etmiş değiliz. Manayı kâinatta, dış dünyada gerçek olarak ellediğimiz, gözlemlediğimiz, yaşadığımız zaman asıl zihnî hürriyeti elde etmiş oluruz. Ve bu zihnî hürriyet çok önemli bir çekirdek, hürriyettir. Burada hürriyetini kazanamamış insanlar diğer sahalarda da kazanamaz. Ne ekonomide, ne siyasette, ne ruhaniyatta, hiçbir alanda kazanamaz. Şimdi zihnî ve kültürel hürriyette, bak başka bir takıntımız da şudur; biz sanıyoruz ki dünya da sadece dindarlar biz varız, millet olarak Türk milletinden başka millet yoktur, başka kültür yoktur, başka din yoktur. Hâlbuki Çin’de dolu kültürleri var, dolu milletler var, dolu inançlar var ve çoğu da değerli tipler, dışlamamız lazım. Yani eğer gezip gidip görsek hürriyetimizi elde etsek, onları karşılaştırsak bu günkü dar kalıplardan kurtulabiliriz. Sanatta gene öyle… Yani biz böyle 2-3 tane şarkı söylendi mi en büyük sanat bizim sanatımızdır diye. Dünyada ne sanatlar var, ne harikalıklar var, yani gezmek lazım. Gezemesek de okumamız lazım. O dünyanın engin ve çok kültürlü yapısını bilmek lazım ki zihnimiz kültürel bazda, zihnî bazda takıntılardan kurtulsun. Dünyamızda hürriyete doğru bir çekirdek atılmış olsun. Şurada hemen bir prensip hatırlatayım: Allah’ın en önemli yasalarından bir tanesi şudur; bir tek hakikati yaratır, o hakikati trilyonlarca, katrilyonlarca çoğaltır. Biz sanıyoruz ki o hakikatten sadece bir tane var. Zaten biraz insan bencildir. Meselâ; o kendine tapan, başı içe dönük olan insanlar; ya benden daha iyi insan yoktur, galiba ben dünyada bir taneyim. Öyle nefis kendi kendine diyor, bilinçaltında. Fakat öyle değil. Ya nice Bahaeddinler var, nice Hasanlar var, nice Hüseyinler var, nice Ahmetler var. Allah’ın en temel yasalarından, hatta birinci yasası budur. Yer çekiminden de, diğer fiziki ve kimyevi kanunlardan önce bir tek hakikati yaratır, o hakikati katrilyonlarca çoğaltır. Mesela dinî literatürde bu biz çok görüyoruz kitaplarda. Cennet çok, cennet bir tane yok. Cehennem çok. Kalbindeki cehennemden tut, ahiretteki cehenneme kadar sayısız cehennem numuneleri var. Her yıldız bir cehennem, her mağma tabakası bir cehennem, her kötü ortam bir cehennem, her bar bir cehennem. Say say bitmez yani. Cennet gene öyle kalbindeki cennetten tut, ahiretteki cennete kadar git git bitmez. Nuhlar çok, Âdemler çok, kıyametler çok. Bizde kıyamet kavramı mesela, en tipik bir kavram; işte dünyanın sonun sonunun sonu diye bekliyoruz. Milyarlarca kıyametler kopmuş, şimdi milyarlarca kıyametler şu anda kopuyor ve daha milyarlarca kıyametler kopacak, yaygın. Şu evrenselliği yakaladığımız zaman zihnî bazda çok ciddi bir adım atmış oluruz. O takıntılardan, bireysel düşüncelerden, dar kalıplardan kurtulmuş oluruz. Ve o zaman bu vahiy metinlerinin, Kur’an, İncil ve Tevrat ve benzeri kitapları, bir miktar daha iyi anlamaya doğru gideriz. Bu sadece bir tavsiye yani. Zihnî hürriyeti sağlatan bir ilkedir bu. Konular çoktur, ben kısa kısa kesmek zorundayım.
Şimdi ekonomik hürriyete geçiyoruz. İnşallah eğer kapalı bir alan kalmışsa geri dönebiliriz bir daha. Ekonomik hürriyet, biliyorsun eskiden kölelik vardı, o bitti elhamdülillah. Fakat şimdi bizim için ve buradaki arkadaşlar için özellikle, yani bizim lise okumuş, üniversite okumuş kardeşlerimiz için en çarpıcı bir tavsiye ekonomik özgürlük konusunda şudur yani kölelik artık geri gelmez. İşçi sınıfı artık sosyal haklarının çoğunu elde etmiş, o alanlara girmeyeceğiz. Bizim için teknik ve pratik bir tavsiye şudur, ekonomik hürriyet konusunda; ilk adım olarak ciddi bir eğitim alacağız, ciddi bir eğitimden sonra eğitimimizi, aldığımız eğitimi meslek haline getirmemiz lazım. Eğitim almışsın, beş fakülte okumuşsun, mesleğin yok, işte olmadı. Aldığın eğitimi çok güzel bir meslek haline getireceksin. Mesleğini üretici bir duruma getireceksin. Mesleğin var, çok güzel bir sanatkârsın ama bir şey üretmiyorsun gene olmadı. Ekonomik hürriyeti elde edemezsiniz. Üretimden sonra iş bitmiyor. Zincir gene devam ediyor; pazarlama lazım. Yani öyle artık herkes her şeyi göremiyor dünyada. Pazarlamadan sonra dünya sistemi ile ekonomik sistemin entegrasyonuna geçebilirseniz. Yani ürettiğin malı satmışsınız ve kabul görmüş. Satmışsınız ama zararına satmışsınız kabul görmemiş, gene iflastayız ve bu çok acı bir durumdur. Evet, para bizim için değer değildir. Benim nazarımda para 4. sırada gelir. Önce iman ahlak, maneviyat, şefkat, para 4.sırada gelir. Fakat bu da temel bir konudur. Yani parayı kazanmak da lazım. Birilerine muhtaç olmamak için, dindarlar işte dini satıyor para karşılığında dedirtmemek için. Namusumuzu, haysiyetimizi, şerefimizi korumak için hatta bir Müslüman bir dinî kitap götürüp verebilmek için. En basit hizmet dahi bu ekonomik istiklaliyetimizi, hürriyetimizi kazanmamız lazım. Ve bizim seviyemizdeki arkadaşlara tek tavsiyem; bu zincire iyi dikkat etmemiz lazım. Bu üretim küçük bir şey olabilir. Yani illa trilyonlarca mal satmışsın, zengin olmuşsun demek istemiyorum. Sen 100 milyonluk üretim yapıyorsun, fakat bu zincire riayet etmemiz lazım. Eğitim, meslek, üretim, pazarlama ve küçük çapta dahi olsa. Yani sen bir çiçek dahi satıyorsan, o çiçek dünya ekonomik sistem içinde entegrasyona geçmesi lazım. Daracık bir noktada boğulup kalmaması lazım. Ve bu vaktimizi almayacak Bu basit bir öneridir ama uyguladığımız zaman bu vaktimizi almayacak, bu bize vakit kazandıracak. Çalışmayan meslek sahibi olmayan üretim yapmayan insanlar daha çok vaktini kaybediyor. Bir şey yapamama sıkıntısıyla ömrünü tüketip gidiyor. Ama bu böyle ciddi bir lise eğitimi de alabilir, ortaokul eğitimi de alabilir illa da üniversite bitirmek şart değil. Seviyene göre ciddi bir eğitim, oradan meslek edinme, oradan üretime geçme, oradan pazarlama ve oradan dünya ile çapına göre entegrasyona geçmek. Neticesi de huzurla tatmin olur. Müslümanlar maalesef bu konuda yeteri kadar üretici değildir. Müslümanların başındaki en büyük belalardan bir tanesi de odur. Yeteri kadar üretici değiliz. Yani bunu illa katrilyonlar kazanmak için söylemiyorum, herkes mutlaka bir şey üretmeli artık yani. Bir ayet var Kuran’da; “insana çalıştığından başka bir değer yoktur” Yani sen ne üretiyorsan senin değerin o kadardır. Ayettir bu ve çok büyük düşünürler de bunu ekonomik konusunda kullanıyorlar. Yani senin değerin, ekonomik değerin, ürettiğin mal kadardır. Manevi değeri vardır ama kimse onu o anda kâle almayabilir.
Şimdi siyasi hürriyete geçelim.
Biz, siyasi hürriyet diye ekonomik hürriyet derken ekonominin tarihini veya siyaset tarihine girmeyeceğiz, onu işlemeyeceğiz. Bugün için bize ne lazım, o konularda daha çok düşünmeye çalışacağız. Benim inancıma göre siyasi hürriyet şudur; bir insan oyunu serbestçe kullanabiliyorsa ve oyunu realize edebiliyorsa oy kullanırken yani bir partiye, bir siyasi lidere oy verdiği zaman, o oy boşa gitmiyorsa bu ilk adım, serbestleşir. Siyasi iktidarı değiştirme imkânı, bunlar çok temel kavramlardır, hukuki kavramlardır. Ve her Müslüman lazım bunlar. Yani ben, bu günkü iktidarı değiştirme fonksiyonum ne kadar var? Bu böyle gökten başıma inmiş bir bela mıdır, yoksa bir idare midir? Ben bunu beğenmedim mi değiştirebilir miyim? Ona bakacağız. Değiştirme imkânı, küçük bazda da dilimi, dinimi, mefaatlerimi koruyabilir miyim bu günkü siyasi ortamda? Biz, hepimiz bu noktalara hepimiz dikkat etmemiz lazım. Eğer sen oyunu serbest veremiyorsan, birilerinin dayatmasıyla oy veriyorsan, birisinin yönlendirmesiyle oy veriyorsan veya siyasi iktidarın değişikliğinde bir faktörün olmuyorsa, dilini, dinini ve menfaatini koruyamıyorsan, işte ben siyasi olarak demokratik bir ülkede yaşıyorum demenin bir anlamı hiçte hiç yok. O demokratik değil, belki çok ilkel bir despotik cumhuriyettir. Bu noktada bizim için can alıcı olmalı siyasi meseleler. Serbest seçim, siyaseti değiştirme imkânı. En basit çapta dilimizi, dinimizi ve menfaatlerimizi koruyabilme imkânına sahip olmalıyız. Bunun da neticesi her vatandaşın küçük bir sultan olmasıdır. Abdülhamid, sultan Hamid tahttan indirildiği zaman bazı Müslümanlar çok üzülmüş, ağlamışlar. Üstad hayır diyor üzülmeyin, ağlamayın diyor. Eskiden bir sultan vardı şimdi her biriniz bir sultan olmalısınız. Bizde ölçü bu. Sahabeler bunu yaşadı; her sahabe bu imkânlara sahipti, söz hakkı vardı, her sahabe bir dünya lideri gibiydi. Çapına göre tabii. Yani her insan kendi iç dünyasında, çevresinde küçük bir sultan kadar etkin, aktif, üretici olmalı siyasi konularda. Siyaset deyip kaçmayacağız. Bazı Müslümanlar, illa siyasetten kaçalım diyorlar. Kaçınca ne oluyor? Adam gelip seni eziyor. Siyaset, yani yalancılıktan kaçacağız, partizanlıktan kaçacağız, dedikodulardan kaçacağız, bütün nimetlerin kapısı siyasetmiş gibi bir yanlış anlayışından kaçacağız. Yoksa siyasetten kaçınılmaz. İşin içindesin zaten. Hamama girmişsin terliyorsun, istesen de istemesen de terleyeceksin başka çaren yok. Yani siyasi hürriyetin en önemli faktörü kendi dünyanda etkilediğin alanda bir sultan gibi yaşayabilmelisin, yaşayabilmendir. Ve Kur’an’da bu konuyla ilgili bir iki espri akşam hatırıma geldi. Benî İsrail kabilesi ki illa Yahudiler değildir bizim inancımıza göre. Benî İsrail; dindar, medeni insan demektir kelime itibariyle. İlla Yahudiler demek değil. Yahudi ismi ayrıdır. Beni İsrail kavramı; dindar, medeni millet demektir. Dindar, medeni milletler kral seçiyor, bak başkan değil, kral seçiyorlar ama duayla seçiyorlar. Allah’a yalvarıyorlar; şöyle şöyle bir kral başımıza getir diyorlar. Yani ellerinden bir şey gelmez ama hiç olmazsa dua ediyorlar. En azından bir aktiflik, kralın düşmesini istiyor gene dua ediyorlar. Yani dua sadece yalvarma değil. Dua, ciddi istemek demektir, ciddi teşebbüs demektir. Yani burada, İslam’da şunu da söyleyeyim, devletin biçimi çok önemli değildir. Kraliyet olabilir, cumhuriyet olabilir, monarşi olabilir, oligarşi olabilir, oligarşi de olur, takım idare eder. Ama adalet esas, denge esas, hürriyet esas. İslam devletinin temel kaideleri bunlardır; adalet, hürriyet ve dinin korunması. Geçen İncil’den bir ayet buldum, devletle ilgili bir bab, ayet değil de bir bab buldum. Baştan sona kadar hep devleti işliyor. Orada sık sık kuvvetler ayrılığı diye bir kavram var.
Hiç işittiniz mi kuvvetler ayrılığını?
İşte hukuk ayrı, meclis ayrı, hükümet ayrı, Yargıtay ayrı, Danıştay, hukuk. Hz. İsa bu ayrılığı kabul ediyor, olabilir diyor. Ama eğer kutsal ortak nokta yoksa bu kuvvetler diyor birbirlerini ezmeye, birbirini yıpratmaya çalışacak, devlet çökecek. Yani kuvvetler ayrılığı tek başına bir faktör değil devletin idaresi için. O kuvvetleri gene ortak üst noktada birleştirecek kutsal bir alan lazım.
Ve çok bedbaht bir asırdayız. Şu kadar söyleyeyim. Hiçbir asır bu asır kadar kutsallıktan kaçmış değildir. Yani bütün çağlarda, ilkel, bedevi, yamyam ne olursa olsun bir kutsal inanç, bir kutsal alan var ama maalesef bu asır hepten kutsalı dışladı ve sıkıntılarımızın sorunlarımızın %60’ı, %70’i bu kutsal alanın kaybolmasından kaynaklanıyor. Yani illa şeklî dindar bir devlet gelsin, mollalar gelsin, papazlar gelsin devleti idare etsin demiyorum. Ben liberal bir insanım. Ben serbestiyetten ve hürriyetten yanayım. Zaten konumuz da burada hürriyet. Fakat kutsallık yitirilmemeli. Yani günah dahi işlesek kutsallık niyetiyle işlemeliyiz. O çok temel bir espridir, işin ruhu. Kutsal olacak o iş. Yanlışlar dahi yapsak niyet gene kutsal olmalı. Eğer niyet kutsal olmazsa doğrular da yapılsa meyve çürük olur. Üretim çürük olur. Kutsallık devlette işin elektriği ve ruhu hükmüne geçiyor.
Kubilay Aktaş: Hocam, burayı biraz açar mısınız, birkaç kişide soru işareti oluşmasın. Yani günah işlesek bile kutsallık olmalı. Sanki o iş caizdir, tamam biz günah işleyelim?
B. Sağlam: Ya Kubilay işte çok konuşuyor, dine zarar veriyor. Şu Kubilay’ı akşam bir tüfekle halledeyim dediğim zaman benim niyetim burada kutsaldır. Dine zarar verdiği için temizliyorum. Orada günaha girmiş olabilirim, katil olmuş olabilirim. Ama burada niyet, iyi bir niyet. Yanlış ama bu işi bir miktar kurtarıyor. Fakat başka bir şekilde ben geliyorum, ya şu dini mini bırak, ben gel sana 1 katrilyon vereyim, istediğin kadar insanları müreffeh yaşat, villaları olsun, mersedesleri olsun, kışlıkları olsun, yazlıkları olsun. Ama ben sana o kutsallığı yitirtmişim. Bak 1 katrilyon para verdim, çevrendeki bütün insanları mutlu sultanlar gibi yaşattırdık. Ama orada ne yitirdik! Gözü çıkarttık, insanların gözünü çıkarttık. İşte burada gene kayıp, niyet bak. İş güzel, niyet kötü. O manada kullandım.
Bir de devlette birlik çok esas, aslında her sahada birlik. Bizim inancımız tevhide dayalı olduğu için birlik esastır. Yani kuvvetler ayrılığı, böyle her birisi başlı başına bir devletmiş gibi davrandığı zaman o devlet çöker. Ki Türkiye’nin bugünkü hali öyledir. Hiçbir üretim çıkmıyor, siyasi bir aktivite olmuyor. Yani kuvvetler bir dereceye kadar ayrı olur. Yani Hava Kuvvetleri, Kara Kuvvetleri, işte Deniz Kuvvetleri olur da. Üst bir noktada bunlar birleştirilmeli. Birleştirilmediği zaman mutlak serbest olsak, ne demek ya meclis genelkurmaya söz geçiremiyor. O zaman hadise kilitlendi.
Bu, dünyanın temel sorunu.
B. Sağlam: Yok, bizde, özellikle bizde. Genel sorun, en çok bizde olduğu için konuşuyorum. Ve Kur’an’da bir âyet var; bir köle düşünün diyor, sahibi bir kişidir, onu istediği gibi çalıştırır. Verimli veya verimsiz. Bu köle diyor, işi becerir, hayır getirir, mal getirir diyor. Fakat bir köle düşünün ki binlerce sahibi var. Herkes her an bir emir veriyor, köle orda ne yapabilir. Biter gider köle. İşte bizde de öyle. Türkiye’de bugün siyasi yapı, herkes her yerden bir çomak sokuyor işin içine. Sistem kilitlenip kalıyor. Yoksa bu millet, diğer dünya milletlerinden geri bir millet değildir. Birlik yok, mutlak birlik yok. Ki birlik de tevhidin bir gereğidir. Yani imanda birlik, hayatta birlik, kültürde birlik. Birlik derken çeşitliliği kıralım demiyoruz. Türkiye’de liberal düşünceler olsun, serbest düşünceler olsun. Fakat hepsi bir potada bir olabilsin. Çatışan mozaik değil de, birleşen mozaik olmalı toplum. Yani ABD’de 50 bin tane eyalet var, 72 tane de millet var 180 tane de lehçe var. Ama ne var? Bir birlik onları götürüyor, bak iş çıkıyor Amerika’da. Ama burada aynı birliği sağlayamıyoruz. Ve imanın bir mucizesini daha görüyoruz siyasi alanda. Birlik her yerde mucizedir. Tevhid her yerde mucizedir. Bu memlekette bu millet imkânları bol olduğu halde, insanlar zeki olduğu halde, çalışkan olduğu halde bir üretim olmuyorsa işte birliğin olmayışıdır.
Aslında konumuz siyaset değil, bizim konumuz hürriyettir ve oraya fazla girmeyelim. Hz. İsa(AS) demiş İncil’de: “Başkasının gözündeki çöpü görüyorsun da kendi gözündeki merteği görmüyorsun.”
Biraz da Müslümanlardan bahsedelim. Yani Müslümanlar iktidara gelirse ne yapar? Acaba bu birliği, bu hürriyeti sağlar mı? Kesinlikle gelmemeliler, kesinlikle sağlayamazlar. Hiçbir Müslüman cemaatte bugün demokratik seçim yoktur. Zoraki başkanlar var, dürtmeler var, dayatmalar var. Hiçbir fikir tartışılmıyor. Yanlış veya doğru tartışılmıyor. Lider ne derse öyle gidiyor. Bu da İslami değil. Çünkü İslam’da Hz. Peygamber(Sallallahu Aleyhi Vesellem)
ki peygamber olmasına rağmen “onların arasında meşveretle iş gör” diyor Şûra suresi ayet galiba 15-16 olabilir. Bizde hiçbir meşveret yok hiçbir şura yok, hiçbir dayanışma yok. Ve çünkü bu asırdaki Müslüman liderler dahi asrın körü körlüğünden nasibini alıp diğer insanları yükselteceğine basamak yapıp kendilerini yükseltiyorlar. Eğer ben de böyle bir şey içine giriyorsam gelin yüzüme tükürün bana lanet okuyun. Benim burada amacım sizi aydınlatmak, zihninizi açmak, hürriyetinize yardımcı olmaktır. Hangi lider, altındaki insanları bastırıyorsa, kendi fikrini tek egemen fikir haline getiriyorsa o lider bir an evvel başımızdan düşmeli, kaçmalı yani. Ve Müslümanların Dünya’da da Türkiye’de de en büyük handikapları budur. Kişisel kurtlar var. Yani ismi İslam lideri, tarikat lideri, aslında put yapılmış. %100 İslam inancına aykırı bir pozisyon var. Fakat İngilizler’in kafası çalışır. Bir İskoçyalı Müslüman var, Abdülkadir Essufi. Onlar kendileri küçük çapta bir devlet kurmuşlar İskoçya’da, böyle serbest. Bir de aynı devletin bir örneğini de Afrika’da uygulamışlar. Yani insanlar eğer gerçekten inansa, o manevi değerleri, kalbî değerleri, ruhani değerleri tam yaşasa devlete ihtiyaç kalmayacak bir duruma geliyorsun. Kimse hırsızlık yapmıyor, kimse kimseye tecavüz etmiyor, kimse kimseyi öldürmüyor, kimse haksız kazanç sağlamıyor. Yani devlete hiç ihtiyaç kalmayacak bir pozisyon elde edilir ki; bazı tarikatlar orta Afrika’da ve onlar da İskoçya’da bunu denemeye çalışıyorlar. Ve zaten bugünkü sosyalist dünyanın da hedefleyip de beceremediği bir idealdir bu. Anarşist ortam demektir. Anarşizm, bizim dilimize terörizm diye geçmiş, terörizm değildir anarşizm. Anarşizm, devletin olmadığı ortam demektir kelime olarak. Ama komünistlerin kastettiği anarşizm, şu niteliği var; aile olmayacak, din olmayacak, devlet olmayacak, yani sürü, hayvan sürüsü gibi yaşayacaksın. Onların anarşizmiyle bu sofilerin kastettiği anarşizm farklı. Sofiler öyle değil; herkes herkese o kadar çok faydalı olur ki devletin ekstra bir iş yapmasına gerek kalmıyor. Kimse kimseden bir kuruş çalmıyor, elinden gelirse cebindeki 3–5 kuruşu da kardeşine veriyor. Böyle bir ortamda devletin fonksiyonu bitiyor, gerek kalmıyor. Zaten bugünkü dünyanın geldiği nokta da odur. En ideal devlet, baskısı en az olan devlettir, vergisi en az olan devlettir. İnsanlık bugün bu noktaya geldi. Gerçi İbn-i Haldun ta 800 sene önce o meseleleri dile getirmiş, en iyi devlet halkını en az ezen, en az emir veren ve en az vergi toplayan devlettir diye. Bugünkü sosyolojik bilgilerden bunları çıkarıp, yazmış. Yani o bilgiler bizde 800 sene önce vardı ama biz yaşayamadık. Adamlar Avrupa’da, Amerika’da bunu daha yeni yeni keşfettiler. Aslında siyaseti çok sevmediğim halde fazla konuştum. Ve yalnız bir daha hatırlatayım; bizi devletten ziyade, hükümetten ziyade, ordudan ziyade en çok yıpratan yerel siyasi cemaatlerin liderleridir. Bunların çoğu %99.9’u despotik, dediğim dedik cahil nitelikli insanlar. Çünkü insanın bilgisi arttıkça baskısı azalır, ilimle iş görür, kurallarla iş görür, kanun hâkimiyeti olur, kişi hâkimiyeti İslam’da yoktur. Fatih bir tane Yahudiyle beraber, Hıristiyanla mahkemeye gider, bak kanun esastır.
Soru: Anlaşılmıyor.
B. Sağlam: Ulu’l emri seçmek lazım. Eğer seçilmemiş bir ulu’l emir varsa, o ulu’l emir olmuyor. İslam’da seçim esastır. Yani 1 milyon insan geldi, içlerinden 5 kişi ulu’l emr olarak seçilmişse onların emri başımızda yeri var, ama seçilmişse. Bir de İslam’da ehli hal ve’l akıl var. Yani devleti de kurabilirsin. Aynı kişinin devleti de azledilebilir, yani yetkisi var. Veya başımıza getirdik kıyamete kadar da başımızda kalacaklar diye bir şey yok, olmamalı da. Bediüzzaman o ilmiyle beraber “ben içinizde küçük bir talebe değerindeyim” diyor, “fikrinizi birleştirin, benim de bir kişi olarak fikrimi alın” diyor. Benim emrimi yapın demiyor. Ama biz, Bediüzzaman’ı put yaptıysak bizim günahımız, adamın günahı değil. Peygamberimiz(Sallallahu Aleyhi Vesellem) her sahada sahabelerle meşveret etti. Meşveret etmedik tek bir işi yok Peygamber(Sallallahu Aleyhi Vesellem)’in. Tarih sabittir, siyeri okuyun, görürsünüz. Hz. Peygamber(Sallallahu Aleyhi Vesellem)’in meşveret etmeden yaptığı hiçbir iş yoktur. Ama biz Peygamber(Sallallahu Aleyhi Vesellem)’i put yapmışsak, yok efendim 4 cm sakal bırakıyordu, yok cübbesi bu kadar genişti, yok bu kadar uzundu diye put yaptıysak o bizim sorunumuz. Peygamber(Sallallahu Aleyhi Vesellem)’in, sahabenin sorunu değil.
Siyasetin katı alanından ruhani hürriyete geçelim. Aslında işin en özü de burasıdır. Yani zihnî hürriyetten sonra en can alıcı, en çok bizi ilgilendiren, ruhanî hürriyettir. İnsan evrim sürecinin son halkası, son meyvesi olduğu için hayvanlardaki bütün fonksiyon ve karakterleri genetik olarak içinde barındırıyor. Örneğin insan doğarken ve anne karnında bir nevi tırtıl gibidir. Hatta belki fotoğraflarda görmüşsünüz, aynı tırtıl gibidir. Kemiriyor, emiyor, sadece besleniyor, tutunuyor. Bir müddet yetiştikten sonra çocukluk dönemi bittikten sonra, çocukluk dönemi tırtıllık dönemi gibidir. Sembol ilminde de, rüya âleminde de böyle görünüyor. Olgunluğa doğru giderken tırtıl ne yapıyor, kendine bir koza örüyor kendini dış dünyadan izole ediyor. Ne yemek, ne sıcak, ne soğuk, ne yiyecek, ne içecek hiçbir şey onu ilgilendirmiyor. Varsa yoksa içe doğru düşünüyor. Ruhani gelişme. Tırtıl bir müddet kozanın içinde kaldıktan sonra açılıyor ve kelebek oluyor. Yani %100 değişiyor, bak. Tırtıl ile kelebek arasında şekil itibariyle %100 değişiklik var. Ama aynı tırtıl bak gözümüzün önünde milyarlarca oluyor, kelebekleşiyor. Biz de bir müddet sonra gençliğimizi yendikten sonra, gençlik duygularını yendikten sonra bir müddet ruhani gelişme için, iç gelişme için, batınî derinlik için, şöyle yemekten, içmekten güncel olaylardan siyasi olaylardan, gazeteden, televizyondan kendimizi bir müddet izole etmeliyiz. Yoksa ömür boyu tırtıl kalma tehlikesi var. O izolasyondan sonra, kimisi için bu 40 gündür, kimisi için 40 senedir, kimisi için 40 dakikadır, oranlar değişiyor. Bu izolasyon dönemi kişiye göre değişir. Adam vardır, 40 dakikada flaş gibi kendini değiştiriyor, tırtıl gibi pat diye uçuyor kelebek oluyor. Kimisi 40 senede bu işi beceriyor. Kimisi de hiç beceremiyor da. Nefisten, nefsanî duygulardan, cinsellik duygularından, yemekten, içmekten ve güncel olaylardan bir müddet -bu yaş önemli değil kimi 18’inde başlar, kimi 30’unda başlar, kimi 40’ında başlar- kendimizi izole ettikten sonra ibadetle, tefekkürle, manevi değerlerle iç dünyamızı zenginleştirip kelebek olmalıyız, uçabilmeliyiz. Yoksa tırtıl olarak kalırız ve hep eziliriz. İslam tasavvufu işte budur. Yani bazıları tasavvufu yanlış anlıyor, şöyle kötüdür, böyle kötüdür, şöyle saptırdı… O teknik teferruat, önemli değil. Fakat tasavvufun asıl amacı bu tırtıl hükmündeki insanları kelebekleştirmektir. Başka hiçbir amacı yok. Eğer başka amacı varsa, o kendi amacına aykırı davranmıştır. Yani tasavvuf demek, bunları sağlamak demektir. Eğer dünyevi bir amacı, siyasi bir amacı, parti, para, holding, şu bu oluyorsa o tarikatte; bilin ki o kendi yapısına %100 aykırı davranıyor ve kendi kendine intihar etmiştir. Tasavvuf demek, tarikat demek, nefsanî üstünlüğü, maddeciliği, cinselliği, siyaseti bırakmak demektir. Eğer bir tarikat bunun zıddını yapıyorsa, holdingleşiyorsa, liderliğe oynuyorsa, devlete oynuyorsa siyasete oynuyorsa bilin ki; o tarikat intihar etmiştir, bitmiştir. Yani bir şey %100 tersine dönmüş demektir. Yani tasavvuf tırtılı kelebek yapmak iken, bunlar kelebeği alıp eğer tırtıl yapıyorsa, tersine; o iş orada bitmiştir. Ve maalesef bu asırda bütün tarikatlar holding kurmuşlar, nurcular da dâhil. Hepsinin amacı parayla biz nasıl hizmet ederiz? Ama bu işin içinde paranın yeri yok. Devlet olsan, hadi başka bir örgüt olsan, siyasi bir şey olsan hadi neyse. Gayelerinin tam %100 tersini hedefliyorlar. Bu asırdaki Müslümanların en acıklı durumlarından bir tanesi de budur yani. Katrilyonlarca servetiniz varken, bir gecede hepsi çöp olmuş. Bütün dinî tarikatlar, bütün organizasyonlar maneviyata, ahirete uhreviliğe hizmet edecekken, bunlar %100 tersine dönmüş bir gecede, bitmiştir bu iş. Ve yani hiç de övünmeyin Türkiye’de bu kadar Müslüman var, bu kadar tarikat var, şu kadar grup var. Hepsi de yığmadır. Yığma biliyorsunuz, yani moloz, taş üstüne taş yığdırıyorlar, duvar yapmıyorlar. Yani bin tane taşı alsan, duvar yapsan, barınacağın bir oda çıkar. Fakat adam milyonlarca taşı alıyor, milyonlarca moloz oluyor orada, içine girip barınamıyorsun, kendini yetiştireceğin bir ortam bulamıyorsun. Bir okul olamıyor orası. Yani bu bizim için acıklı bir durumdur, bilmekte fayda var. Siz de bu acıklı durumları bilin ona göre kendinizi yetiştirin, ona göre davranalım. Yani bu iş ya olacak ya bitecek. Molozların ömrü uzun olmaz, bir sel gelir hepsini götürür. Ama duvarlar, setler 7 bin sene bile yaşarlar.
Bu ruhani gelişme konusunda çok tekrar ettim ben özür dilerim. Kur’an’dan 2 ayetten öğrendiğim 2 prensip var. Bir tanesi; Medine’de sahabeler yüzde yüz ölümle yüz yüze kaldılar 12 bin kişilik silahlı ordu gelmiş, aktif güçleri var. Müslümanlar 3 bin kişi, münafıklar içinde var ve Medine’de muhasara altında, silahları da yok. Yani karar onları %100 imha etmektir, öldürmektir. Haber geldi Medine’deki sahabelere, işte böyle bir kararla yüz yüzesiniz diye. Münafıklar yaydı bunu.
Ne güzel “ya Allah var, her şey var” dediler. “Hasbunallahü ve nimel vekil” ayeti o zaman iniyor işte. Yani varlığımızı Allah’la bütünleştirip, Allah var biz de varız diyebiliyorsak, bu birinci adım. Veya başka bugünkü Türkçe’ye çevirdiğimiz zaman, para kazanmakla kaybetmek bir insan için bir oluyorsa, bu biraz daha pratik bir deney oluyor. Veya övülmeyle sövülme, sövülme derken yerilmeyi kastediyorum, övülmeyle, yerilme bir oluyorsa bu ruhani yolculukta mesafe alırız, tırtıllıktan kurtulabiliriz. Yoksa Allah korusun 80 sene, 90 sene de yaşasak tırtıl kalırız, bir kıymet-i harbiyemiz olmaz, kendi kendimizi kandırmış oluruz.
Ben oldum diye bir iddiam yok yanlış anlamayın. Ben de arkadaşınızım, ben de ağlıyorum, ben de çalışıyorum olayım diye. Yani bizim burada beraberliğimiz, bir alt üst münasebeti değil arkadaş münasebeti, dertleşiyoruz. Bilmiyorum yeter mi ruhanî hürriyet. Ruhanî hürriyet budur. Övülme ve sövülmeye karşı etkilenmiyorsun. Bak hürriyetini elde etmişsin. Para kazanmışsın veya kaybetmişsin etkilenmiyorsun. Ne demek o etkilenmemek? Hürriyettir, hürriyet demektir. Etkilenmemek, işte esas hürriyet odur. Soğuktan etkilenmiyorsun, sıcaktan etkilenmiyorsun, övülmekten, sövülmekten, kanserden, ölümden hiçbir şeyden etkilenmiyorsan, işte gerçek kelebek olmuşsun, etkilenmiyorsun, uçabiliyorsun. Hadiseler üzerinde uçabilmek şudur: Diyelim ki biz bir yolda gidiyoruz, yol bataklık, çamur, dikenlik, taşlık, vahşi hayvanlar var, yılanlar var. Ne yapacağız? Bu yolda yürüyebilir miyiz?
Hayır. Tek çare uçuşa geçmek. İşte uçuşa geçmek ruhanî hürriyettir. Bir insan olaylara karşı, musibetlere karşı, kötülüklere karşı uçuşa geçebilmişse, işte o kelebek olmuş uçabiliyor. Yoksa tırtıl gibi kalır, ezilir, yem olur gider.
Neyse gençsiniz biraz da duygusal hürriyetten bahsedelim. Ruhani hürriyet derin bir konu bizi biraz yorar. Duygusal bazda da biz becerikli bir nesil değiliz, açıkça söyleyeyim. Yani duygularımıza tam hâkim değiliz, duygularımız tam netleşmemiş, ayrıştırılmamış. İç içe yüzlerce, binlerce duygu karmakarışık kaynıyor. Yani ne istedin, ne olacak, ne bitecek bilmiyoruz. Sadece bir kazan gibi, çorba gibi kaynıyor duygular. Onun için benim duygular bazında da bazı tavsiyelerim olacak kardeşlerime; duygularınızın adını koyun. Şu duygu galiba bu istektir hedefi budur, yapısı budur, mesafesi budur, menzili budur ve o duyguyu sonuna kadar kullanın. Yani en güzel yemekleriyiyebilirsiniz, en güzel şiiri yazabilirsiniz, en güzel evlerde barınabilirsiniz eğer o duygu içinizden geliyorsa, o duygu bitinceye kadar onu kullanın. Bu caizdir. Terbiyede bu caizdir. Yoksa takıntı olur. Keşke yaşasaydım, o takıntılar seninle kabre kadar gider. Bitmiyor. Ama burada söz bitmedi. Yani bunu yaşayacaksın, sonuna kadar kullanacaksın. Yani bacılarımsınız, kızlarımsınız, Hz. Peygamber(Sallallahu Aleyhi Vesellem)’de biz bunu böyle görüyoruz. Bir gecede 9 hanımını ziyaret edebiliyor. Aynı zamanda diyor ki; hiç kadına ihtiyacım yok, ben kadınsız da yaşayabilirim diyor. Hz. Peygamber(Sallallahu Aleyhi Vesellem) bunu uygulamış.
Onun için 2. tavsiye; hiç duygularınız yokmuş gibi taş gibi bir parçaymışsınız gibi yaşayın. Bu daha rahat, daha verimli yalnız. Yani ben su içmek istemiyorum, bu duygumu iptal ediyorum diyeceksin, iptal edebilirsin. Ama iptal etmezsen içeyim mi içmeyeyim mi, gideyim mi, gitmeyeyim mi oldu mu takıntı olur, ruhu yıpratır, insanı tahrip eder. Duygularımı iptal ettim yani. Ben üniversite okuyacaktım, iptal ettim o duygumu sildim yani. Şimdi kafamda böyle bir problem yok. Silebilirsin, bilgisayar programı gibidir, bir komut verirsin, bu program silinsin dedin mi silinir, çöpe atılır.
O bilgisayar artık o programla uğraşmamış olur. Ama eğer o program bilgisayar içinde kalıyorsa, onu mutlaka ekrana getirmek lazım, o orada mahpus kalmamalı. Orada kurt gibi insanı kemirir o duygu. Duygu hürriyetiyle ilgili bu iki temel prensipten sonra yani duyguları sonuna kadar kullanacaksın veya kullanılmıyorsa iptal edeceksin. Hiç yokmuş gibi davranacaksın.
Ben babamı çok seviyordum, görüşemiyorum, babam yokmuş gibi davranıyorum artık, ulaşamıyorum babama, o köyde ben burada. Benim burada işlerim bırakmıyor gidip göreyim. Hiç babam yokmuş gibi davranıyorum. Yani çünkü üzülüyorsun, saygısızlık oluyor falan. Bir müddet böyle ayıklamaya gidebilirsin.
Kelimeleri istediğiniz gibi kullanabilmek. Bu duygular için çok önemli. Kelimeler duyguların dışa vurulmuş şeklidir. Evde, yazı yazarken, konuşurken, giderken, gezerken kelime seçimlerine, kelimelere hâkim olmaya iyi dikkat edin. Bu, duygularınızı rehabilite eder ve size hürriyet kazandırır. Fakat televizyonlara bakın, hani röportaj yapıyorlar ya halka sorular soruyorlar. Bizim millet ifade gücünden de yoksun. Bir şey ifade edemiyor, kendini ifade edemiyor. Bir sürü duygu var, ben sana söyleyeyim, yüzünden okunuyor. Ama bir şey yapamıyorlar, dile getiremiyor. Bazen bende de oluyor o. Yani bazı duygular bende tıkanıyor, ama bunu aşmamız lazım. Dili, kelimeleri iyi kullanmak duyguları arındırır ve yönlendirir ve ismini de koyar. Yani o duygunun hangi biçimde yönlendirileceğini de gösterir insana. Onun için insan, hayvan-ı natıktır demişler, yani konuşan hayvan. Konuşmak orada hem düşünce hem telaffuz manasında, sadece şey değil. Fakat o iki özelliğimiz olmadığı zaman biz insan olmaktan çıkarız. Düşünen hayvan, konuşan hayvan.
Duyguları yönlendirmek, dolayısıyla duygular konusunda hürriyetimizi sağlamak için de korku diye bir kavramı zihnimizden silmemiz lâzım. Diyeceksin ki; korkunun hiç mi faydası yok? Evet, hiç faydası yok bu gün için. Ormanda yaşasan, köyde yaşasan, bulaşıcı hastalıklar içinde yaşasan belki bir derece korkunun faydası var. Fakat bugün İstanbul’da korkunun hiç bir faydası yok, bugünkü standart hayatta. Sonuna kadar korkularınızı silebilirsiniz. Çok az bir korku kalsın. Yılan geldiği zaman irkilebilirsiniz. Birisi saldırdığı zaman insan çekinir, yani darbe yemezsin. O kadar yani. O da refleks tarzında. Korku diye bir kavramı atmanız lazım. Korku imanın da zıddıdır, tevhidin de zıddıdır. İnsanı en çok kemiren, geri getiren, düşürten en müthiş şeytan korkudur. Yani kâinat içinde hiç şeytan olmasaydı, sadece korku duygusu şeytanlık vazifesini fazlasıyla yapardı. Onun için ayette, Âl-i İmran suresinde geçiyor:“Allah size umut veriyor, şeytan sizi korkutuyor” ayet meali. Allah size umut veriyor, şeytan sizi korkutuyor. Allah’tan sakın sakın korkmayın. Bir nokta daha var. Bu duygusal hürriyeti elde etmek, duyguların hürriyeti, duygusal hürriyet demeyeyim de. Duygu alanındaki hürriyeti kazanmak için bir nokta olarak şimdi söyleyeceğim. Yalnız bu nokta bir buçuk saatimizi almıştı burada. Dar noktada boğulmayıp sonsuzluğa yelken açmak diye bir başlık altında. Bunu kısaca özetleyeyim.
İman sonsuzluktur, çünkü Allah sonsuz. Kâinat sonlu ama kâinattaki olan biten işler sonsuz. Ve sen sonsuzluğu yakaladığın zaman duygular bazında rahat ediyorsun, duygularının alanını bulabiliyorsun. Her şey yerli yerine oturuyor. Ama biz ne yapıyoruz? Daracık noktalarda boğuluyoruz. Kimi Peygamberde boğulmuş, kimi Bediüzzaman’da boğulmuş, kimi parada boğuluyor, kimi eşinde boğuluyor. Herkesin boğulduğu daracık noktalar vardır. Ne ediyorsa ediyor oradan çıkamıyor. Yani kuyuya düşmüş kalmış adam. O adam bitmiştir yani, ölmüştür. Onun için hiçbir zaman dar noktalarda boğulmayacağız. Hep sonsuz düşüneceğiz hatta hatta kardeşlerime anlattım. Hedef bazında dahi kendimize dar noktaları kendimize seçmeyeceğiz. Yani yüz sene sonra ben bu hedefe varacağım demeyeceğiz. Hedef yok, hedef sonsuzluk, hep sonsuza doğru tırmanacağız. Ve duygularımız için sonsuz bir alan çizeceğiz, duygularımızı kanat yapacağız, o sonsuzluğa doğru uçacağız. Yelkenleriyle bu sefer uçacağız inşallah. Duygular bazen insanı uçurur. Yani fikir her zaman yetmiyor. Fikir direksiyon gibidir, duygu aslında motor gibidir. Yani ben bunları anlatırken, duygular kötüdür demiyorum. Duygu çok önemlidir. Kötü olan şudur; öyle cemaatler var öyle tarikatlar var ki duygulardan başka bir sermayeleri yok. Ne akıl var, ne fikir var, ne ilim var, ne teknoloji var, hiçbir şey yok. Slogan, duygu. Slogan duygu... O büyüktür, şu küçüktür. Hepsi bu kadar, duygu. Bu güzeldir, bu çirkindir, duygu. Bu bizi bitiriyor yani. Çünkü ilim, akıl ve fikir tarafından yönlendirilmemiş duygular kör motor gibidir mutlaka ve mutlaka bir gün size kaza yaptırtır. Yani 5 saniye içinden tut, 50 sene zaman içindeki bir dönemde mutlaka size bir gün kaza yaptırır o. Ve kaza yaptığın zaman ya ben 50 sene güzel yaşamıştım, 51. senede battım, battın sen. Yani 50 sene güzel yaşamanın bir kıymeti yok orada, battın, yanlış yaptın. Yani mesafeyi sonuna kadar bitirmek lazım. 60 sene gibi bir ömrümüz var normalde. Bunu sonuna kadar, son saniyelerine kadar iyi götürmek lâzım, kaza yapmamak lâzım.
Ve burada put, put ne demek biliyor musun? Farsça kelime olan “put” olgun demektir. “Bud” kelimesinin Türkçeleştirilmiş şeklidir. “Bud” yani oldu. Kürtçede de var, “bu”, “d” yi atıyoruz biz Kürtçe’de. “Bu” diyor, yani oldu olgunlaştı. O olgun şeylere karşı insanın tutkusu olduğu zaman da o olgun şeyleri put yapıyorlar. Kimisi meselâ tavşanı çok sevmiş, o ? tavşana tapıyor, kimi atı çok sevmiş ata tapmış. Kimi kurdu çok sevmiş kurda tapmış. Kimi koyunu çok sevmiş koyuna tapmış. Yani olgun gördüğü noktalarda boğulmaması lazım. Çünkü Allah’ın nice olgunları var. Dedik ya başta, kavramlar bir tane ama üretim sonsuz.
Soru: Bediüzzaman’da boğulma nasıl oluyor?
B. Sağlam: Risale-i Nur içinde bir cümle vardır, o cümleye takılıp kalıyor 6666 cümleyi diğer cümleyi göremiyor. İşte boğulma odur. Bediüzzaman yanlış yapmaz dediği zaman, işte boğulmuştur o adam. Çünkü Risale-i Nur’un mealinden manasına geçemiyor artık. Yani formül şöyle işliyor, boğulma; Bediüzzaman büyüktür, dediği doğrudur, o işte boğulmuştur. Dedikleri güzeldir, demek ki büyükmüş sistemini işletmiyoruz ki. Mustafa İslamoğlu kardeşimiz mücahit bir kardeşimiz dolayısıyla dediği çok cihat konusunda gerçekten çok gerçekten çok samimi. Adamın tek aşkı cihat yapmaktır, İslam’ı yüceltmektir. Fakat onun o güzel duygusundan dolayı dediği her şeyin doğru olması gerekmiyor.
(BU KISIMDA BİR DİNLEYİCİ BİR SÖZ SÖYLÜYOR,AMA ANLAŞILMIYOR)
Meyvelerde boğulmayacağız değil mi? Bir meyve var, çok güzel elmalar bir ağacına dikilmiş ve bir kuş gelip o meyveyi yiyor, sen saatlerce ağlıyorsun. Ya kardeşim ağlama bir metre sonra bir ağaç daha var. Orada 1 meyve değil, 50 tane elma var. Bu sene bitse de gelecek sene elmalar gelecek. Burada bitse Amerika’dan ithal ederiz getirtiriz. Yani imkânlar sonsuz. Biz böyle küçük noktalarda boğuluyoruz. Güzel bir genç buluyorsun, yakalanıyorsun. Sanki ondan başka dünyada başka güzel yokmuş gibi bitiyorsun. İşte bu kilitlenme, put. Putperestlik budur. Yani olgun bir kavramda ve olgun bir nesnede bitmek, daracık bir noktada boğulmaktır. Hâlbuki insan boğulmamalıydı uçmalıydı. Duygularıyla, ruhaniyatıyla, fikriyatıyla, teknolojisiyle. Yani Batı, bak bu kadar materyalist olduğu halde bizden daha geniş düşünebiliyor. Bak materyalisttirler, materyalizmin gereği olarak putperestliktir. Ama dünyayı daha çok gördükleri için, bildikleri için şeylerde pek tıkanmıyorlar. Yani bu cumhurbaşkanı gitti, a Türkiye artık kurtulmaz. Clinton gitti Bush geldi. O gider başka bir tane Bush gelir yani.
Ama bizde Atatürk olmadı mı biz biterdik. Ya nerede Mısır’ı kim kurtardı? Pakistan’ı kim kurtardı? Orada Atatürk yok işte. Bak put yapıyoruz Atatürk’ü. Daracık noktada boğulmak. Bu Hz. Peygamber(Sallallahu Aleyhi Vesellem)’de de öyle olmuş. Yani Peygamber (Sallallahu Aleyhi Vesellem) bize sonsuzluğu, ahireti, Kur’an’ı, metafiziği, ilmi, yüzlerce, binlerce kavramı hatta sonsuz kavramları ürettirmesi lâzımken, eğer sen Hz. Peygamber(Sallallahu Aleyhi Vesellem) işte çok eşli bir lider, işi gücü İslam devletini kuran bir fırsatçı gibi görürsen. Bak çok önemli. Bizim peygamber anlayışımız, Müslümanlarınki böyledir. Çok eşli olan bir Arap lider, bütün fırsatları yakalamaya çalışmış İslam devletini kurmuş, fırsatçı, ondan sonra keyfine göre konuşan…
Öyle değil Hz. Peygamber(Sallallahu Aleyhi Vesellem) ya. Peygamber, Allah’tan aldığı bilgilere göre davranan, tamamıyla kendi iradesini Allah’ın iradesine bırakan, dünya amaçlı değil yani. Bugünkü para değerinde, Huneyn fethinde yaklaşık 10 milyar dolar para elde edilmiş. Ve hiçbir kuruş Müslümanlara vermemiş, demiş şu şeylere kalsın. Belki bunlar inanır diye Mekkelilere vermiş. O paradan sonra gene hasırda yatmış. Senede 5 yük buğday ayırıyormuş eşlerine, gene 5 yük ayırmış. Yani para geldi diye 15’e çıkmamış o gıda kısmı dahi. Hatta hanımlar itiraz etmişler, artık her şey var, para. Yok demiş, ahireti istiyorsanız böyle yaşayın. Peygamber budur.
Bizim kalbimizde uhrevi ben uhrevilikten bahsettim diye samimi, acı bir itirafımı söyleyeyim. Kürt asıllı, tıpta okuyan, Cerrahpaşa ve Çapa’da 15 tane süper zeki hemşerim vardı. Ben bunlara derse gidiyordum. Onlar da yeni yeni filizleniyorlardı imanî konularda, Allah’la ilgili, ahiretle ilgili çok güzel temaslarımız vardı. Bir nurcu ileri gelenleri, ismini vermeyeceğim, Bahaeddin bunları uyuşturuyor diye -uyuşturmak dediği onları âhirete alıştırmam, maneviyata alıştırmam- o dersi engelledi. Ve o çocuklar okulu bırakıp PKK’ya katıldılar, ateist oldular. Bir iki kişi hariç o da yarım yamalak, çoğu gitti yani. O nurcu, aynı nurcu, ben takkesiz namaz kıldım diye beni kınıyor, çarpıklığa bak yani. Bahaeddin takkesiz namaz kılıyor diye dedikodu oluyor. Aynı nurcu işte onları öyle yönlendirdi. Nurcu işte Risale-i Nur’u iyi biliyor, put işte.
Siyaset bir put oluyor bazen, siyaset bir araç iken, tasavvuf bir araç iken. Araçlar amaç olduğu zaman, Ali Şeriati bunun üzerinde çok acı acı duruyor. İlk tespit eden belki de İslam tarihinde odur. Ama maalesef bizim her şeyimiz amaç olmuş. Evlenmek ne içindir? Mutlu bir yuva kurmak, çocuk yetiştirmek, ümmete faydalı olmaktır. Bu bir araçtır yani. Eğer sen ümmete daha çok faydalı oluyorsan evlenmeyebilirsin, o duygunu iptal edersin, kolaydır, yöntemi vardır. Ama biz araçları amaç yapıyoruz, olmaz.
Namaz ne için kılıyoruz? Allah’a yükselmek için, uhrevi olmak için, duygularımızı arındırmak için. Ama samimi söylüyorum. Yani Allah beni de affetsin, belki bazen ben de kılmış olabilirim, ben kendimi tebrie etmiyorum. Müslümanların %80’i işte namazı kılıyor diye. Yani kılmıyor dedikodusunu önlemek için kılıyorlar. Yani namaz kılmasa adam, toplum içinde dışlanacak ya. İçi kılmıyor aslında, istekli değil. Ama kılmadığı zaman, işte ya Bahaeddin namazı bırakmış diyecekler, o da ağır geliyor. Biliyorum ben çok yakın insanlar tanıyorum.
Onun için bu duygusal alan çok önemli, hürriyetin en can alıcı noktalarıdır. Dar noktalarda boğulmayacağız, sonsuzluğa uçacağız. Şimdi put niye zararlı biliyor musun? İki yönden zararlı: Sonsuzluğu bıraktırıyor, seni daracık noktada boğuyor, bu bir. Bir de seni şirke sokuyor. Şaşırıyorsun, ya bir elma daha gördün, bir elma daha gördün, bir elma daha gördün hangisine tapayım şaşırıyorsun. Bir gün arabaya tapıyorsun, bir gün kadına tapıyorsun, bir gün siyasete tapıyorsun, bir gün paraya tapıyorsun, hepsi de meyve ya, hepsi de put ya. Hatta but o da oradan gelmiş, olgun et, olmuş et. But var ya but koyun budu, o da aynı kelimedir. Çoğalınca sen dağılıyorsun. Dağılmak demek, ölüm demektir, şizofreni demektir. Yani Mekke müşrikleri hoş Hz. Muhammed(Sallallahu Aleyhi Vesellem)’den daha zekiydiler, daha becerikliydiler. Ama dağılmışlardı. Zihinleri dağınık, enerjileri dağınık, fikirleri dağınık. Çünkü bir sürü put vardı. Hangisine tapacaklarını şaşırıyorlardı. Bir sürü kargaşa vardı. Birlik, düzen, tevhid yoktu. Onun için tevhid her şeyin ruhudur, aslıdır. Duygularımızı da, fikrimizi de, siyasetimizi de hep o kurtaracak inşallah. Tevhid konusunda ne kadar derinleşsek azdır.
Vakit azalıyor. 1-2 konu daha var, onlara da temas edelim.
Şimdi asıl dananın kuyruğu bir de burada kopuyor.
İmanı koruyan hürriyet. Yani bizim inanç tarzımız. Evet bu hürriyet, yani Allah’ı böyle gökte bir kaya gibi (bütün radikal Müslümanlar böyle inanır). Tarikatlar ki sonsuzluğa inandıkları halde bugün materyalistleştikleri için, holdingleştikleri için Allah’ı gökte, uzaklarda bir kaya gibi bilirler. Ben de ara sıra burada O’na inanıyorum. Hatırıma geldikçe kullanıyorum, gelmediği zaman unutuyorum, münasebet böyle. Hürriyet değil bu, puttur. Sen esirisin orada.
Allah sonsuzluk demektir. Allah her yerde hazır ve nazır demektir. Allah, mana ve ilim demektir. Allah madde değil, nurdur. Ve öyle bir sonsuz ki; sen onun sonsuzluğuna katıldığın zaman imanınla, asıl hürriyete tam kavuşmuş oluyorsun. Neden? Çünkü ölümü yeniyorsun, kanseri yeniyorsun, korkuyu yeniyorsun, duygularını yeniyorsun, takıntılarını yeniyorsun, fakirliği yeniyorsun. Yeniyorsun, yeniyorsun her şeyi yeniyorsun ve asıl hürriyet işte imandadır. Bunun ismi ubudiyet demişiz. Ubudiyetin iki manası var kelime olarak. Gerçi kölelik diye geçebilir. Yani sen o sonsuzluğa harfiyen uymak demektir kelime olarak ubudiyet. İllâ köleleşmek demek değil. Yani öyle büyük insanlar gelmiş ki; naz makamına geçip, taşa parçalan diyorsa, parçalanıyor yani. Ölüye diril dese ölü dirilir. İşte Hz. İsa(A.S.) örneği Kur’an’da var, inkâr edemeyiz. En kötü hastalıklara iyileş diyor iyileşiyor. Ama ne zaman diyor bunu biliyor musunuz?
Bütün takıntılarını nefsanî boyuttan bitirmiş, sonsuzluk içinde erimiş, gerçek hürriyeti elde etmiş. O sonsuzluk namına hareket ettiği için adamın ağzında sonsuz bir kuvvet oluşuyor, işte o zaman oluyor. O da ubudiyet artık kölelik münasebeti değil de, harfiyen sonsuzluğa uyma manasındadır. Kölelik, nefis itibariyle köleliktir. Yani nefsimiz var ya, nefsimiz hiçbir şey değilken aslında, Allah’a, kâinata tek ortaklık iddia eden bir yaratıktır nefis. Yani sırf kavram olsun diye Allah, nefis diye bir kavram oluşturmuş. Aslında var da değil. Yani nefsin neresi diye gösteremezsin. Ama o da bir hava gibi, bir hayali bir kavram gibi bir şey var işte. O işte kavramlar oluşsun diye, münasebetler kurulsun diye Allah’a ortaklık iddiasındadır, vehmindedir. Ama ne zaman biz o nefisten kurtulsak bütün belâlardan kurtuluruz. İşte iman odur, nefsini aşmak, tevhidde bitmektir.
Ve her şey O oluyor. Gerçi bazıları buna itiraz ediyor, her şey nasıl Allah’tır?
Ya ikinci bir Allah yok ki. Kâinat ayrı bir Allah, insan ayrı bir Allah, Allah ayrı bir Allah değil ki. Bu şirk telakkisidir, bu müşrikliktir. Yani gerçek tevhid katmanlar ve görüntüler değişir. Ama gerçek varlık bir tanedir. Biz burada bunu 4–5 sefer de konuştuk, onun için kısa gidiyor. Biz şekilden ibaretiz. Yani ben et değilim, kemik değilim, başka bir varlık değilim.
Ben neyim?
Bir şekilim, işte bu şekildir. Şekil de fanidir, geçicidir. Asıl varlık bir tanedir. Mutlak, bak sayılarda da biz bunu dile getirdik. Sayı bir tane sayılır; 1, 1 sayılır. Diğer bütün sayılar birin türevleridir. Varlık bir tanedir o da Allah’tır, biz o farklı görüntülerin bir araya gelişiyiz. Yani Allah birdir. 1’in sayısız görüntüleme imkânı var. Bu görüntüleme işte 2 oluyor, sen oluyorsun. 5 oldu Kubilay oluyor, 7 oldu Nurcan oluyor, misal. Hepsinin bir numarası var. Zaten tesadüf yok kâinatta. Her şey bilgisayardaki bir dosya gibidir, dijitaldir, elektroniktir, tesadüf yok, kaos yok. Ve gerçek hürriyet, bir insanın kâinatta kaos yoktur diye inandığı zaman elde edilir. Siyasi hürriyet de, ekonomik hürriyet de, zihni hürriyet de, her sahadaki gerçek hürriyet. Kaos yoktur her şey %100 düzen altındadır, dileyebildiğin, içinde hissedebildiğin an, esas hürriyet elde edilir. Yani işte buna veli derler. Eskiler veli dermiş. Nedir veli? Yemese de olur, içmese de olur, evlenmese de olur, etkilenmiyor, üşümüyor, yani ölmüyor. Yani bir nevi ölmüyor veli, odur veli yani. Tasavvuf buydu. Ama tasavvuf çarpıtılmışsa bize ne.
Entegrasyon çok önemlidir, tevhid gereğidir. Meselâ; biz burada sık sık örnek verdik, şöyle bir lambayı yakmak için hesap ettik, 4 katrilyon para lâzım. Baraj kurmak, tel kurmak, santral kurmak, şebeke kurmak, cam sanayisini kurmak, daha 4 katrilyon para lâzım. Fakat bir düğme ile yakabiliyorsun entegre olursan. İşte eğer biz her şeyi kendi sırtımıza alırsak, kendimizi hadiselerin, olayların, sıkıntıların altında ezdirirsek hürriyetimizi yitiririz ve lambayı da yakamayız. Trilyonda 1 ihtimal. Ama bu yükleri sistemin yüküdür diye bıraksak, sistemle tevhid gereği olarak entegre olursak, o zaman bir düğmeye basar gibi bir lambayı yakarsın, aydınlanırsın. Ve burada radikal Müslüman kardeşlerimizin çoğu bilmedikleri için bu entegrasyonu, ben de hastayım, şimdi ilaç kullanıyorum da oradan o yarayı aldım. Ben bir ara İslam devletini ben kurmalıyım, ben götürmeliyim, ben yönetmeliyim. Ben yapmadığım zaman kimse yapamaz. Kürt meselesini ben çözmeliyim. Şu ekonomik sorunları, eşitlik meselelerini ben çözmeliyim diye kâinat büyüklüğünde yükleri sırtımıza aldık, minnacık bir enerjiyle, bir baktık ölüyoruz. Allahtan, işte birileri yardım etti, kurtuldum yani. Bu tevhid gereği değildir. Yükü sisteme bırakacağız. Sistemle tevhid gereği olarak entegre olacağız. O zaman eşitsizliğin de anlamını anlarsın, İslam devletinin neden bu asırda kurulmadığını da anlarsın. Allah’ım öyle bir materyalizm var ki, öyle bir bencillik var ki, öyle bir firavunluk var ki; Müslümanlar da dâhil, tarikat liderleri de dâhil başa gelseler şu kâfirlerden bizi daha çok ezerler. Örneği cemaatlerde görüyoruz. Ve bu ispat edilmiş bir konudur yani tevhidî. Onun için Allah bırakmıyor. O zaman teslim ol sisteme entegre ol. Ya Rabbi! subhâneke sen kutsalsın, ne yaparsan temiz yapıyorsun, güzel yapıyorsun. Her şeyin nimet, küfür de nimet, şeytan da nimet. Yani bu tevhid yakalandığı zaman, ciddi söylüyorum, belki ters gelir ama şeytan Cebrail(A.S.) kadar verimli hale geliyor. Şeytan, Cebrail(A.S.) kadar verimli hâle geliyor. Kötü değildir demiyorum verimli hâle geliyor. Kanser, ebedi hayatı hak ettiriyor insana. Fakirlik insan için elde edilmeyecek bir manevi mertebeye sebep oluyor. Yani bu mutlak tevhid içinde sistemle entegre olursan.
K. Aktaş: Şeytanım Müslüman oldu…
B. Sağlam: O manada. Şeytan Müslüman olmaz, şeytanın karakteri kötülüktür, karakter değişmez. Ak, akken kara olmaz. Kara, karayken ak olmaz. Ama o kara sana öyle bir ışık tutuyor ki; sen orada sonsuzluğu yakalıyorsun. Çinliler, tevhidi 0 kavramı içinde bulmuşlar. Negatif, edilgen, sonsuz bir kavram, herhalde Allah budur demişler. Yani bak en basit, negatif değerler bile işe yarar hâle geliyor.
Ontolojik açıdan biraz daha rahat bazı meseleleri konuşalım da böyle derin konular zordur. Aslında her bir başlık bir konuydu yani. Zihnî hürriyet, ekonomik hürriyet, siyasi hürriyet, duygusal hürriyet, etimolojik hürriyet, en önemlisi de ruhanî hürriyet. Bunların her birisi için bir program yapmak lâzım, bir-bir buçuk saat konuşmak lâzım ama imkânımız kıt, mazur görün.
Hürriyet var mı yok mu diye biraz da oradan yönlendirelim kendimizi. Tabiata, varlığa baktığımız zaman; durgun, yerinde duran, hareket etmeyen, belli bir hedefe gitmeyen, belli bir programda yürümeyen hiçbir varlık yok. Bak, hürriyet kavramı en temel, ilimden sonra, bilgiden sonra hemen hemen en temel kavram olarak gözüküyor tabiatta. Durgun bir cisim yok, durgun bir yıldız yok, durgun bir atom yok. Her şey belli bir alanda serbest olarak hareket içindedir. Hatta çok ilginç, sizi biraz güldüreyim, eski hocalar işte Güneş duruyor, Bediüzzaman da ispat etmiş Güneş hareket ediyor. Yani uzay içinde ayrı ayrı yerlere gidiyor falan, nereden biliyorsun? O da demiş, her şey hürdür. Hürriyet ilan edilmiş 1924’te biliyorsunuz. Herhalde Güneş de hürriyetten payını almış diye bir espri yapmış. Yani gerçekten tabiatta her cisim giderek, nispetine göre hürdür. Bu varlıkların en zirvesinde evrimleşmiş, en mükemmel şekli insan olduğu için, gerçek hürriyet insanda sağlanır yalnız. Ve bir insan eğer kendini duygularına, siyasi sistemlere, kişilere, sağa veya sola bir yere saplayıp hürriyetini yitiriyorsa o insan kendini idam etmiştir. En büyük nimet hürriyet ve seçimdir insan için. Yani insan kâfir olsun ama hürriyetini yitirmesin. Yani daha ehvendir. Bence daha ehvendir. Gerçi kâfirlik demek o da ayrı bir açıdan mutlak hürriyetin yitirilmesidir. Çünkü küfür demek, kendini mutlak bir kaosa atmak demektir, küfür budur. Allah yok, düzen yok, rastgelelik var. Sen kendini böyle bir düzene atmışsan o zaman sen her tarafını kilitlemişsin.
Yani bir kelepçe var, sadece bir eline. Bu öyle bir kelepçe ki sadece eline takılı değil. Bu öyle bir kelepçe ki; ayaklar kelepçeli, kollar kelepçeli, hatta Yasin suresinde geçiyor, boyunlarında tokmaklar var. Başlarını sağa sola veya aşağı yukarı eğemezler, o kadar. Küfür öyle bir esarettir, öyle bir köleliktir. Kâfirleri öyle tanıyın, yani boyunlarında öyle bir tokmak var ki sağa sola veya aşağı yukarıya bakamazlar. Böyle dimdik, noktada boğulup kalıyorlar.
Tabiattaki hürriyet kavramını şöyle de görüyoruz. Her nesne bir şey alıyor ve veriyor. Bak memuriyeti size tavsiye etmem. Yani alış veriş kıttır orada ama ticaret çok rahat bir alandır. Başka alanlardaki üretim çok rahat bir alandır. Sürekli bir şeyler alıyorsun veriyorsun, alıyorsun veriyorsun. Orada hürriyet daha fazla var. Serbest mesleklerdeki hürriyet tadı, memuriyetlerden çok daha fazladır. Ben kimseye hizmet için olmasa memur olun demem.
—adı üstünde, serbest meslek yani
B. Sağlam: Gerçi serbestte biz yanlış kullanırız
—başı bağlı-
B. Sağlam: Eski insanlar iki çeşit ayırıyormuş. Serseriler, yani işi gücü olmayanlar. Bir de serbestler, başı bağlı olanlar. Mesleği olduğu zaman, ticareti olduğu zaman başı bağlı sayılıyormuş. “ser” kafa demek “best” bağlanan demek, kafa bağlanmış. Ticaretine bağlanmış, öğretmenliğine, memuriyetine, işte terziliğine falan… Onun başı bağlanmış.
Fatih onun için kararname çıkartmış.
“İstanbul’a serbestler dışında kimse giremez.”
Yani serserileri sokmamış İstanbul’a Fatih, mesleği olanları almış. Serbest ve mesleği olanlar, kafası bir yere bağlı olanlar, o göreceli bir kavramdır. Ama biz o kavramı da… Dedik ya gerçek hürriyet imandadır. Yani düzene ayak uydurmaktadır, serserilikte değil. Serserinin düzeni yok, onun esareti daha büyüktür. Her saniye ölümle, yoklukla baş başadır serseri. İşte küfür, serseriliğe benziyor, başıboşluğa benziyor. İman, serbest meslek halinde, belli bir alanda, düzen içinde ama serbest, istediği zaman çalışır, istediği zaman bırakır eve gider falan.
En önemli bir noktayla sonu bitiriyorum.
Sebeplere karşı hür olabilmek. Biz bunu unuttuk. Aslında vardı ama son notlarımda kalmış. Ben tasavvufu savunduğum için adam geliyor, beni müşriklikle, diyor sen sofileri Allah’a ortak yapıyorsun. Ya öyle bir duygum yok ki. Allah bir tanedir, her şey O’dur. Sofi de yok, ben de yokum, şirk yok.
Aynı adamı test etmişim, atoma Tanrılık kadar değer veriyor. Paraya Tanrılık kadar değer veriyor. Kadına Tanrılık kadar değer veriyor.
Binlerce alanda şirke giriyor, fakat slogan olarak kitap yazmış, “La ilâhe İllallah Muhammeden Rasulullah” diye slogan olarak yazmış ya o muvahhit oluyor Bahaeddin müşrik oluyor. Biz bunun yüzlerce örneğini her gün yaşıyoruz, bu bir yanlıştır. Sebepler bir perdedir. Sebeplere baş vuracağız, determinizm gereği olarak, düzen sağlanması için. Yani yer çekiyorsa, biz yer çekimine ayak uyduracağız. Ama inanıyoruz ki; Allah dilemezse yer çekmez. Ateş yakıyorsa ? yani o sebebi koymuşsa bize emrediyor ki; böyle davranın. Biz emre itaaten emri severek, boyun eğerek, Allah’ın elinden öperek o işe ayak uydururuz. İlaç kullanın ilaç, yiyin yiyin, yatın yatın, yürüyün yürüyün. Yani ne emretmişse sebepler olarak biz ona riayet ederiz. Fakat hiçbir zaman hiçbir sebebi Tanrı olarak görmemek lazım. Eğer sebepleri Tanrı olarak görürsek fırın duvarından ekmekler çıkıyor diye inanan çocuklara benzemiş oluruz. Yani o ekmek işte buğdaydı, tarlaydı, yağmurdu, işçiydi bir sürü macerası var diye olduğunu unutuyoruz. Ha bu fırın duvarı bize ekmek yedirir diye bazı çocuklar küçük çocuklar öyle inanırlar. O duruma düşmüş oluruz ki; ilkelleşmiş oluruz. Ama maalesef, bak size tavsiyem, deneyin, Müslümanlar da dâhil, kâfirler de dâhil, Hıristiyanlar da dâhil herkes esbabperest olmuş. Yani inanıyor ki dükkânım olmasa ben herhalde aç kalacağım, şu memuriyetten atılsam neuzu billâh ben galiba öleceğim. Yok işte! Allah o kapıyı kapatır binlerce kapı açar, mark yoktur başka bir para çıkar, o para gider, başka bir para gelir. O siyasi lider gider başka bir siyasi lider gelir. Yani Allah sonsuzdur, imkânlar sonsuzdur, sebepler ise birer sınırlı perdedir. Sebeplerde boğulmak bilgisayarın içini, hard diskini, programlarını, yazılımını bilmeyip, sadece ekrandaki boyalara aldanan 3 yaşındaki çocuklara benzemiş oluruz. Hani çizgi film hoşuna gidiyor ya çocukların, o perdedir yani.
Konumuz bitmiştir, soruları alabiliriz.
Soru: Hocam, Üstadın sözünde boğulmayı açıklayabilir misiniz?
B. Sağlam: Hangi sözü?
Soru: O şekilde söylediniz de Üstadın bir sözünde boğulur ama diğer külliyatı görmez şeklinde algılama…
K. Aktaş: Üstadı putlaştırma var ya.
B. Sağlam: Şimdi bak gündemimizde olan bir mesele anlatayım ki; bazı kardeşlerimizin zihni de rahatlasın. Üstad ömründe Tevrat’ı okumamış. Rahmetullah Hindi diye bir Hindistanlı allame var. İngilizleri susturmak için 650 sayfalık bir kitap yazmış. Üstad da o kitabı elde etmiş, Arapça asıllı, okumuş. O da o kanaate varmış ki Tevrat muharreftir. Ve bunu kendi kanaati olarak yazmıyor, Rahmetullah Hindi’nin bir kanaati olarak yazıyor kitabına. Ben nurculara dedim ki bu Üstadın kendi şahsi kanaati, araştırması değil. Üstad büyük âlim ama burada araştırmamış. O Rahmetullah Hindi’nin kanaatidir. Tevrat’ın muharref olması bazı ayetlerin çöpe atılmasını gerektiriyor. O ayetlere dikkat etmemiz lâzım. Ben böyle bir kitap yazdım, mürted oldum. İşte put odur. Yani filankes büyüktür, o büyüğe kim karşı geldiyse mürteddir zihniyeti putçuluktur. Hoş, müşrikler Hz. Muhammed(Sallallahu Aleyhi Vesellem)’in inançlı, takvalı, gece teheccüde kalktığını bilmiyorlar mıydı? Biliyorlardı.
Niye ona mürted diyorlardı, sabii diyorlardı? “Sabii” kelimesi Arapçada mürted demektir, dinden sapmış demek. Niye diyorlardı?
Çünkü Hz. Muhammed(Sallallahu Aleyhi Vesellem) onların putunu benimsemiyordu o manada. Bir örnek yeter yani. Mesela Mevdudi çok mübarek bir insan, evliya ruhlu bir insan. Bütün ömrünü hizmete adamış. Böyle var diye, Mevdudi’ nin yazdığı tefsirin her cümlesi doğrudur diye bir önermeye giremeyiz. Girdiğimiz zaman Mevdudi’ yi de peygamber yapmış oluruz. İşte şirk budur. Hıristiyan ve Yahudiler Hz. Peygamber(Sallallahu Aleyhi Vesellem)’e diyorlar; biz müşrik değiliz. Sen niye bize müşrik dedin?
E diyor, siz papazlara kanun koyma yetkisini tanımıyor musunuz?
Evet.
O zaman müşriksiniz işte şirktir.
Bediüzzaman ne diyor; “bu benim fikrim değil, Kur’an’dan çıkardığım şeylerdir eğer benim fikrim karışmışsa bilin ki o yanlıştır.” Ve başka bir kitabında diyor ki:
“Ben 4 kere alıntı yaptım dördünde de yanlış oldu” diyor. Bir İbn-i Abbas’tan, bir Rahmetullah Hindi’den, bir iki kişi daha var. Her alıntıda Allah diyor ki adeta; kimseden alıntı yapma. Senin alanın değişiktir, sen özel çalış. Yani ben nurculardan daha çok Bediüzzamanı sevdiğime inanıyorum, yani ben Bediüzzaman’ı reddetmiyorum. Benim için Bediüzzaman bir kurtarıcı oldu. Küfürden, sosyal sıkıntılardan, çok sorunlarımı çözdü. Ama yanlışsa yanlıştır. Meselâ; Bana göre Bediüzzaman’ın kelam literatürünü kullanması da yanlıştır. Eşarilerin, Matüridilerin Allah hakkında kullandıkları bazı terimler var. Kur’an’da yok, hadiste yok. Niye yok? Eşari kullandı diye Bediüzzaman’ın kullanması yanlış, atlaması lazımdı orada. Birkaç örnek daha vardır fazla yok.
İslamoğlu, ben çok seviyorum. Her hafta görüşüyoruz. Ama ben telefon ediyorum, abi diyorum, şu âyetin meâli yanlış olmuş, şu tercüme yanlış olmuş, şu konu eksiktir, şurada yanlış yöntem var. Adam samimi olduğu için kabul ediyor.
Üstad Bediüzzaman mektup yayınladı Barla Lahikası’nda. Esasatta Risale-i Nur hatasızdır. Yani iman konusunda, meleklerin ispatında, ahiretin ispatında, Allah’ın isbatında, nefsin tezkiyesinde. Ama içinde kullandığı malzemeler o günkü literatüre göredir. Yani fen kitabında o gün ne geçiyorsa belki biraz daha geliştirmiştir, ama onu kullanıyordu. Bu bir küçüklük değil. Bu, zamanın hepimize yapıştırdığı bir karakterdir. Yani benim de şimdi bazı konuşmalarımda eksik olabilir, yanlış olmuş olabilir, zaman bizi yargılar. Şu kadar size söyleyeyim; eğer Müslümanların sonra gelen nesilleri geçmiş nesilleri aşmazsa ne olur biliyor musunuz? Müslümanlık biter. Hoca çok bilirdi, talebesi onun yarısı bilir. Onun da talebesi yarısını bilse, onun da talebesi yarısını bilse nereye gider iş? Bitti demektir.
Yani biz aşmalıyız, geliştirmeliyiz. Birimizi bin yapmalıyız.
K. Aktaş: Üstada ayıp olmuyor yani?
B. Sağlam: Ebu Hanife, Hz. Peygamber(Sallallahu Aleyhi Vesellem)’i aşmış. Biz bilmiyoruz hukukumuzu da. Ebu Hanife gelmiş, demiş ki; Hz. Peygamber(Sallallahu Aleyhi Vesellem) bu işi yaptı ama o güne göre yaptı. Bu din değildir. Ben o işi kaldırıyorum dedi. Mesela bir örnek vereyim, hukukta çok geçiyor; “ölü toprak için, kim imar ederse o toprak onun olur” diye bir emri var Hz. Peygamberin. Ebu Hanife diyor ki; Hz. Peygamber(Sallallahu Aleyhi Vesellem) bunu derken Peygamber olarak demedi. O günkü devlet imkânları öyle gerektiriyordu. Çöl sahipsizdi, kimse imar etmiyordu, o da teşvik için yönlendirdi. Ama sonuna kadar imar edin, sizin olsun dedi. Ama Irak’ta toprak az ve her toprağın sahibi var, bir de devletin işleri var. Hayır dedi, bu devlet malıdır dedi.
Soru: Hocam burada biraz Kur’an-ı Kerim’i tarihselleştirmiş olmuyor muyuz burada?
B. Sağlam: Hayır, Kur’an-ı Kerim tarihselleşmiyor. Gün gelir Ebu Hanife’den sonra Türkler bozkırlara açıldılar ya Orta Asya. Orada Orta Asya bozkırlarında gene o emri uyguladılar. Ama Irak’ta uygulanamazdı yani o, uygulamamak lâzımdı. Hz. Ömer de aynı şeyi yaptı. Savaşçılara ganimeti paylaştırmadı. Bu millet aç kalır dedi. Yani Kur’an mantığıyla, kelimeleriyle tarihsel değildir. İşte bu da bizim ayrı bir takıntımızdır. Kur’an tarihsel değildir diyoruz ama kendimiz başka bir yöntemle onu tarihsel yapıyoruz. Kur’an manasıyla sonsuzdur, mucizeliğiyle, nazm-ı maanisi ile sonsuzdur, evrenseldir. Yoksa içinde her geçen kaideler, kurallar sonsuz demeyin. Gün gelir savaşmazsın “leküm diniküm veliye din” dersin, kardeşim siz karışmayın bize, biz size karışmayalım. Gün gelir savaşmak zorunda kalırsın.
K. Aktaş: O zaman sanki Kur’an içinde çelişki?
B. Sağlam: Bu bir çelişki değil. O paketin, programın, yazılımın yeri farklı, öbür programın yeri farklı. Sen muhasebe programında başka bir şey kullansan, netice alabilir misin? Mümkün değil. Evrensellik bu münasebetleri bilmekledir. Ve bu bize saygısızlık getirmez Allah’a, bunu size söyleyeyim. Bu bizim için Kur’an’ın manasına daha çok intikali getirir. Risale-i Nur’un manasını daha çok öğrenmiş oluruz. Çünkü insandaki bilgi, tez-antitez tarzında gelişiyor. Eğer sen bir şeyin zıddını düşünemezsen o işin doğrusunu da düşünemezsin. Yani önce yanlış olabilir diye bakacaksın ki doğrusunu anlayabilesin. Pat diye doğru olarak girersen mealde kalırsın. Ve samimi söylüyorum Nurcular çok fedakâr insanlar, gece gündüz hizmet ediyorlar. Fakat 5000 nurcu içinde 50 kişi Risale-i Nur’u bilmiyor. Gerisi mealini biliyor, ezbere biliyorlar. Fakat Risale-i Nur falan şeyden bahsediyor, filan şeyden bahsediyor. Ama hiç kimse Bediüzzaman’ın ne yapmak istediğini bilmiyor. Mana var ama kastedilen şeye intikal etmiyor. Kur’an’da yaş kuru her şey vardır. Ama nerede biz gördük mü?
Hayır. Çünkü biz, Kur’an’ın manasına geçemiyoruz, mealinde tıkanıp kalıyoruz. O meallerin de çoğu yanlış.
Soru: Baştan yani yaklaşım olarak hürmetvari yaklaşmak gerekiyor.
B. Sağlam: Yok, yok saygısızlık değil. Bu, saygısızlık değil.
Soru: Bir şey vicdanınıza batıyor olabilir. Ama yani genel olarak baktığımız zaman...
B. Sağlam: Edebiyatta siyak ve sibak diye bir kavram var. Bir söz hangi makamda söylenmiş, kime söylenmiş, kim söylemiş, niye söylemiş? Bediüzzaman’ın en temel prensibi değil mi bu.
Bir söz, kim söylemiş, hangi makamda söylemiş, ne zaman söylemiş, kime söylemiş? Meselâ; Kur’an’da bir ayet var “ey Müslümanlar Yahudi ve Hıristiyanları dost edinmeyin”. E Peygamber(Sallallahu Aleyhi Vesellem)’in dünya kadar dostu vardı, Neccar Hıristiyanları. Niye Hz. Peygamber(Sallallahu Aleyhi Vesellem) kendisi bu ayete uymadı? Çünkü biz siyak ve sibaka dikkat etmiyoruz. Bir evvelki ayete baksaydık görecektik ki oradaki nehy, Medine’deki Müslümanları öldürmeye çalışan müşriklerle iş birliği yapan Yahudi ve Hıristiyan cemaatini kastediyor. Yani eğer bu gün de Hıristiyan ve Yahudiler, Müslümanlara karşı ateistlerle ve komünistlerle iş birliği yapıp, İslam âlemini yok etmeye çalışırlarsa biz böyleleriyle iş birliği yapmamalıyız, yapamayız. Allah’ın emrine karşı gelmiş oluruz. Ama bir dindar cemaat, bir dindar papaz o da hizmet ediyor, sen de hizmet ediyorsun, onlarla iş birliği yapmak lazım. Hz. Peygamber(Sallalahu Aleyhi Vesellem) ne diyor “gelin ortak kelime de birleşelim” Lâ ilâhe illallah. Tamam bitti. Bütün sorunlar orada bitiyor. La ilahe illallah demekte bitiyor.
- Hatta bir tane çocuk var, Yahudi çocuğu, çocuk hastalandığı zaman ziyaretine gidiyor. Niye gitsin ki eğer düşmansa.
B. Sağlam: Yani taklit var ya kilitlenmeyin, kilitlemeyin kendinizi. “Taklit” bir daha hatırlatayım kilitten gelir. O Türkçe’deki “kilit” kelimesi Arapça’daki “taklit” kelimesinin Türkçeleşmiş şeklidir. Yani biz kalbimizi, ruhumuzu, duygularımızı asla ve asla kilitlemeyelim. Hep hür olalım, hep uçalım, az da olsak, 5–10 kişi de olsak, yani yeni bir yapılanmaya çekirdek olabiliriz. Ben, yapılanma yapacağım diye bir iddiam yok. Çünkü yapılanmaya iddiası olanlar hep yanlış yapıyor. Sadece tarihe bazı çekirdekler ekelim. Belki Allah o çekirdeklerden bir şeyler yaratır. Yaratmasa da O bilir, O’nun işi, ben karışmam.
Soru: Bu duygusal rehabilitasyon olması. Bunu nasıl yapacağız, nasıl gerçekleştireceğiz. Kesip, atın dediniz.
B. Sağlam: Şu kadar söyleyeceğim. Bu motivasyonla ilgili kitapların %80’i çöplüktür. Hep aldatıcı prensipler içeriyor. Ben çoğunu test etmişim. Çoğu da yanlıştır. Benim rehabilitasyon konusunda tavsiye edebileceğim tek isim; Dale Karnegie. O, dindar bir insan, İncil’den almış, hayata uygulamış. Diğerleri tamamıyla şarlatanlık yapıyorlar çoğu. Gerçek bilimsel değiller. Duygular, işte sen önce yazı yazmaya bak, şiir söyle. Duygularının ismini koy, bende neler kaynıyor. Ve duyguları ben nasıl tatmin ederim, nasıl yönlendiririm? Hakkından gelemiyorsan, iptal etmeye bak, çözümüne bak. Ya komut ver zihnine, ya ben bu duygudan vazgeçiyorum.
Soru: Fıtrata aykırı bir hareket etmiyor musunuz? Yani fıtrata sinmiş olan bir mod var. Ve sizin o duyguyu yaşamanız gerekiyor. Ama orada onu iptal ediyorsunuz.
B. Sağlam: Fıtrat şudur, o duygu orada olduğu zaman kullanmazsan gereğini yapmazsan fıtrata aykırı hareket edersin. Ve onu bünyeni, ruhunu yıpratmış olursun. Bu, fıtrata aykırıdır. Fakat komutla bazı duygular silinebilir, bilgisayardan silindiği gibi. Sildiğin zaman artık ameliyat olmuş, hani maneviyatta tasavvufta ameliyat olmuş. Adamda kibir var. Kibir diye bir şey kalmamış olabilir. Ameliyat edebiliriz, bazı şeyleri ameliyat edebiliriz. Yani kafamızda bir ur varsa, ya onu yönlendiririz veya bıçak atar keseriz.
Soru: O zaman onları olumlu yönde kanalize etmek.
B. Sağlam: Birinci tavsiye odur. Zaten ben başta öyle söyledim; duygularınızı olumlu yönde, sonuna kadar kullanın diye. İlk not oydu. Beceremediyseniz, onu iptal etmeye bakın.
K. Aktaş: Sana zarar veriyorsa, beceremiyorsan, istikamete kanalize edemiyorsan…
B. Sağlam: Onu ameliyat et.
K. Aktaş: Yani bu da fıtratın içinde?
B. Sağlam: Ameliyat da fıtratın bir parçasıdır.
Soru: Yoğunlaşıyoruz bir noktada. O kadar çok yoğunlaşıyoruz ki; bakıyoruz zamanımız bitiyor, ömrümüz geçiyor. Bir sonuç da elde edemiyoruz. E ne yapacağız? Madem bir sonuç elde edemiyoruz kendimizi farklı alanlara yönlendireceğiz.
B. Sağlam: Sorunun gene en can alıcı noktası; korkuların varsa tıkanırsın. Önce o korku duygusunu şöyle veya böyle ya yönlendir veya ameliyat et. Ondan sonraki diğer duyguları yönlendirmek kolaylaşır. Çünkü cesaret gelir. Cesaret demek, duyguları yönlendiren bir su gibidir, bir yönlendirmedir, bir baraj gibidir. Cesaret işe yarar orada. Yani başta 50 kere yanlış da yapsanız cesaretle işin üzerine gidebilirsiniz. Yanlışlar her zaman kötü değil. Eğer bir yanlış doğruları doğuruyorsa o yanlış, yanlış olmaktan çıkıyor. O yanlış, yanlış olmaktan çıkıyor.
Soru: İncil’i okuyalım dediniz. Normal İncil mi, Barnabas İncili mi?
B. Sağlam: Yok, Barnabas İncili diye bir İncil yok. Elimizdeki Barnabas İncili, Müslüman olmuş bir papazın o asıl İncil’e yazdığı bir şerhtir, bir açıklamadır. Keşke o orijinal İncil elimizde olsaydı. Fakat İnciller içinde en orjinali Matta İncili kabul ediliyor. Ben de Matta İncili’ni okuyorum. Kur’an’a aykırı bir şey yok içinde yalnız, diğer İnciller için bir şey diyemem, Matta İncili içinde Kur’an’a aykırı bir şey yok. Eğer yorumlanabilirse... Her tarafta satılıyor.
Soru: Kur’an-ı Kerim’in meallerini yapanlar yanlış dediniz?
B. Sağlam: Şimdi Bahaeddin eğer Türkçe’yi tam bilmiyorsa, Arapça’yı tam bilmiyorsa bu Kuran 1000 kere mucize de olsa, Kur’an bin kere, bin kere mucizedir. Ama Bahaeddin eğer Türkçe’yi ve Arapça’yı iyi bilmiyorsa çıkan sonuç ne olur? Yanlış bir meal çıkmaz mı?
Soru: Zaten düşünerek yazmıştır.
B. Sağlam: Nasıl düşünerek?
Soru-devam- :Ahmet ?’ın bir kitabı var, çok müthiş.
B. Sağlam: Ahmet ? Türkçesi çok güzel, Arapça’sı zayıftır. Arkadaşımdır ben onu yakından tanıyorum.
—Peki, bütün mealler için bunu söyleyebilir miyiz?
B.Sağlam: Evet. Derece derece. Mesela diyelim ki Hasan Basri Çantay’da az hata var. Süleyman Ateş’inkinde az hata var.
Soru: Hatasız olarak isim verebilir misiniz?
B. Sağlam: Yok. Hatasız meal beklemeyin. Meali Kur’an’a mihenk yapmayın. Kim meali Kur’an’a mihenk yapsa yanlış yapar. Yani nedir biliyor musun? Kur’an sonsuz bir güneşse meal o güneşi yansıtan bir teneke olur. O teneke de bazen büyük olur bazen küçük olur, bazen paslı olur. Öyle olur. Meal demek, mütercimin zihninde oluşan mana. Yoksa sonsuz ilim içeriyor Kur’an, kim aktarabilir.
(BURADA DİNLEYİCİ TARAFINDAN SÖYLENENLER DE ANLAŞILMIYOR)
B. Sağlam: Şimdi sizi niye bugün buraya çağırdık biliyor musun? Ben seviyenizi biliyorum. Seviyemi de biliyorum. Burada dedik başta: Seviyemiz ne olursa olsun her birimiz tek başına bütün bu dini bilecek, savunacak bir hedef, bir çizgiye girelim diye biz bugün bu konuşmayı yaptık, kimseye saygısızlık olsun diye, kimseye hakaret edelim diye biz burada konuşmadık. Fakat eğer sen tek başına, bütün Müslümanlar öldü, Moskova’da tek başınasın, tek başına bu dini savunacak derecede kendini hissetmen için bugün biz seni buraya çağırdık. Başka, ben bunları niye lak laka olsun diye anlatayım? Sizi rahatlatmak için ben sizi çağırmadım buraya. Zaten bizim en büyük sıkıntımız da odur. Nur sohbetleri, tarikat sohbetleri, hiç birisi ciddi bir yapılanmaya girmiyor. Nedir biliyor musun? Hafta boyunca çalışmışız, yorgun düşmüşüz. Cuma günü veya Cumartesi gidip çay içip, rahatlayıp birbirimizle muhabbet edip, ayrılıyoruz. Yeni bir fikir yok, yeni bir üretim yok, yeni bir aktivite yok, yeni bir çekirdek ekimi yok. Yoksa yoklar da yok olur. Kâinatta yokluk yok.
Soru: Hayır, onlar da var hocam. Şimdi külliyen şey yapmayalım.
B. Sağlam: Genel öyledir, genel öyledir. Ve biz takip ediyoruz piyasada ne üretiliyor. Yani biz meyveleri tanıyabiliyoruz elhamdülillah. Bazı meyveler var ama onlar da eksiktir yani.
Ben her grubun içine giriyorum. Ayrım gayrım yok. Ve ben samimi söylüyorum Allah şahittir; en küçük bir Müslümana 40 yıl kölelik bana verseler, eğer görev olarak birisi bana dese, kölelik yapmazsam benden şerefsizi yok. Köleyim ben, hizmetçiyim. Ve kimseye karşı üstünlük iddiam yok. Fakat bu İslam’ın, bu dinin acı gerçekleri bugün buldum ben burada onları konuştum. Ben nefsim namına acılarımı anlatmadım. Din namına acıları anlattım size. En ufak bir Nurcuya, en ufak bir ehli tarikate, en ufak bir yani “La ilahe illallah Muhammedun Resulallah” diyen bir Müslüman’a köle olurum. Ben o azimdeyim yani o iradedeyim. Ama maalesef bunlar da bizim acı gerçeklerimiz. Açıklarımızı kapatmak zorundayız. Yoksa biteriz. Yani benim korkum odur. Biz yeni bir yapılanmaya girmezsek, biteriz. Düşün ki Turan Dursun diye yarım yamalak bir hoca İslam’a saldırdı. Diyanetten cevap çıkmadı. 19 tane İlahiyat fakültesinin, 19’ar tane profesöründen bir cevap çıkmadı. Her birisinde ayrı doktor, ayrı profesör var. Dinî cemaatler, nurcuların 9 kolu da dâhil hiç kimse cevap veremedi. Böyle bir İslamiyet’le yüz yüzeyiz Türkiye’de. Adam “kutsal dinlerin eleştirisi” diye bir kitap yazmış. Tezi şudur, 3 kitap yayınladı, o konuda. (Bak bazı acı durumları bilelim yani.) “Bütün dinlerin aslı Tevrat’tır. Tevrat’ın da ne mal olduğunu görün” diye. Bir cümle cevap veren yok. Hiçbir gazetede, hiçbir sütunda, hiçbir yerde. Ve adam belgeledi o işi yani. Adam kendine göre belgeledi o işi yani, kendine göre, gerçeğe göre değil. Ve o kitap....
Doğu Perinçek diye bir ateist 30 tane kitap yayınlamış, İslam’a söven, İslam’a hakaret eden, Hz. Peygamber(Sallallahu Aleyhi Vesellem)’e hakaret eden. En çok onun kanalı seyrediliyor gene. Türkiye’de şimdi milli kahraman gibi biliyor musunuz? Milli kahramandır şimdi. Böyle bir ortamdayız kendimizi kandırmayalım 3–5 tane sloganla, 3–5 tane yığma cemaatle bu iş olmuyor. Biter, vallahi biter. Zaten Avrupa’nın projesinde bitirmek var. Bu gün onlara göre İslam = terörizm, siyasi dalga, “biz bu dalgayı en iyisi bitirelim veya kendimize benzetelim”. Yani bu acı gerçeklerimiz, gerçeklere karşı kör olmamak lazım. Seviyeniz köle olabilir, hizmetçi olabilir, ilkokul mezunu olabilirim. Fakat bunlar acı gerçeklerimizdir. Ve siz de samimi insanlarsınız, seviyeniz ne olursa olsun, eğer uyanırsanız, Ali Şeriati öyle söylüyor; “bazen bilinçli bir er, bilinçsiz bir generalden daha çok hizmet eder”. Yani hepimiz eriz burada, general yok burada. Kimse generallik iddiasında değil. Hepimiz eriz. En küçüğünüz de belki benim. Fakat bilinçlenelim, meseleleri bilelim. Bilinçli bir er, generalden daha çok hizmet verme görme sahip olabilir. Ve tarih bunu gösterecek. Bak, siz yanılmayın yani. Ama eğer o erliği ve o bilinci yakalarsak. Yoksa böyle cumadan cumaya, perşembeden perşembeye, cumartesiden cumartesiye, pazardan pazara yığılalım bir yere. Birisi de bizim duygularımızı biraz coştursun. Duygu demek, alev gibi demek. Oradayken rahatlıyorsun, çıktı mı bitiyor, sönüyor. Ben elli bin kere desem Peygamber şöyle büyüktür böyle büyüktür diye kıymet-i harbiyesi yok. Ben Hz. Peygamber(Sallalahu Aleyhi Vesellem) büyüktür dedikçe benim oğlumun zihninden belki daha çok vesveseler büyüyor eğer ben Hz. Peygamber(Sallalahu Aleyhi Vesellem)’in büyüklüğünü madde madde, tane tane, cümle cümle, kelime kelime ispat etmezsem. Ben evimde sohbette övdükçe, her övgüm bir vesveseye dönüşür. Ve az çok insan psikolojisini biliyoruz bu asırda. Her övgü, Bediüzzaman için de bu böyledir. Bediüzzaman bu asrı kurtaracak bir nitelikteydi, Nurcular adamı öve öve batırdılar ya. Kimse okumaz oldu, kimse anlamaz oldu, kimse eline almaz oldu, tekel yaptılar. Maliyeti 40 milyondur, 230 milyona satıyorlar kitabı. Bu, işte acı gerçeklerimizdir yani. Neyse fazla ağlamayalım yeter, fazla ağlamak erkeklere yakışmaz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder