16 Ocak 2008 Çarşamba

Çünkü O Vardır

Çünkü O Vardır

Konuşulanların hatırda kalması için biz her sohbetin başına bir kısa cümle koyarız. Bu günkü başlığımız şu: Çünkü O vardır...
Bu cümleyi biz tam anladığımız zaman, inanın ki sorunlarımız, sıkıntılarımız, cehaletimiz, yanlışlarımız hepsi dışlanır ve telafi edilir, elenir. Rahatlarız yani. Yalnız bu başlığı iyi yaşamak lâzım.
“Çünkü O Vardır.” Ne demek Çünkü O vardır? “Madem O vardır, ben olmasam da olur” diyebilmek, bunun özeti aslında. Madem O vardır ve O bir realitedir, gerçektir, ben olmasam da olur, çirkinlikler olsa da olur, yanlışlar olsa da olur, eğri şeyler olsa da olur, eksiklikler olsa da olur, hepsi güzelleşir. Madem O vardır, Çünkü O Vardır, dolayısıyla bütün bunlar oturuyor, güzelleşiyor, hadise normalleşiyor. İnsan, huzur ve saadet duymaya başlıyor.

Bu bilgi Ahmet Hilmi’de var. Sırf Ahmet Hilmi demek yanlış olur aslında. Bediüzzaman’dan tut tâ Beyazid-i Bistami’ye kadar, bütün İslam mutasavvıfları bu meseleyi hep yaşamışlar, formüle etmişler. Yani Madem O vardır, Çünkü O vardır, dolayısıyla çirkinlik yoktur, kötülük yoktur, yanlışlık yoktur, eğrilik yoktur. Her şey yerli yerinde ve her şey güzel ve her şey nimettir. Ve her şey kaliteleşmeye başlıyor.

Biz işte o romanı bu programda anlatmak isterdik. İnşallah başka bir programda anlatırız. Ahmet Hilmi’nin romanı felsefe tarihinin en zirvesi sayılır. Yaşanılmış bir romandır, hayalî bir roman değil. İnşallah biz o romanı, müteşâbih yani derin kelimelerini yorumlayarak bir nevi özet tarzında bir sohbet yapmaya çalışacağız başka programda.

Şimdi o programın bir altyapısı olarak bugünkü sohbetimiz; Çünkü O Vardır, madem O vardır, dolayısıyla ben olmasam da olur. Ve O olduğu için de çirkin, kirli, yanlış diye bir şey kalmıyor. Bu başlığın iki boyutu var:
Bir, felsefî boyut; işte, Allah nasıl bir varlıktır? Kâinat nasıl bir varlıktır? Ben nasıl bir varlığım? O meseleye girmek çok uzun sürer ve çok da anlamsız olur. Biz daha çok Çünkü O Vardır, sözünün ahlâkî ve yaşantı boyutuyla ilgileneceğiz. Yaşanılan boyutu ile ilgileneceğiz ki bu kısmı çözdüğümüz zaman, öbürü kendiliğinden anlaşılır. Daha felsefe yapmaya, tartışmaya, lak laka yapmaya gerek kalmıyor. Birincisi önemli, yaşamak önemli. Dini bilmekten daha önce dini yaşamak önemli. İslâm emirlerini bilmekten önce yaşamak önemli. Zaten bütün sorunlarımız, bu işlerin yaşanılmamasıdır. Ahlâkî bazda, pratik bazda yaşanılmamasından kaynaklanıyor.

Şimdi şöyle bir soru sorulabilir: Yani Madem her şey O’dur. O varsa her şey güzeldir. Biz olmasak da olur. Peki bizi niye yaptı?
Bizi görev için yaptı.Yani meselâ şöyle bir görev; çekirdeği ekersin toprağa, gövde verir, filiz verir, dal verir, budak verir, meyve verir. Meyvesi bittikten sonra artık o diğer alt bilgilerin, alt katmanların varlığına gerek yok. Hatta var kalırsa sistemi bozar. Çünkü görevini görmüş bir iş halen duruyorsa, o iş yanlıştır. Şöyle, hani bir film çekmek için set yapıyorlar. Film çekildikten sonra bu seti bozuyorlar, bozmak zorundalar. O setlerin orada kalmasının bir anlamı yok. Hadise şöyledir: İnsan yaratılır, çocuk olarak yaşar, nefis itibari ile nefis sahibi olması lazım. Yani çocuk, ne kadar nefsi kuvvetli ise, ne kadar nefis sahibi ise, o kadar zeki ve kaliteli bir çocuk olur. Ta ergenliğe gelir, nefsinin küçük olduğunu, sınırlı olduğunu anlar. Git gide o nefis görevini görür ve başka sonsuz mertebelere çıkar ve nefsin o daracık, küçük varlığının bir anlamı kalmaz. Nasıl hububat filiz verdikten sonra filizin belli bir görevi var, filiz işi bitirir, filiz çürür gövde ortaya çıkar. Nefis de öyledir, belli bir görev için yaratılmış sınırlı bir mahluktur, dar bir mahlûktur. İşi bittikten sonra devre dışı olması lazım. İşte devre dışı yapılmadığı için ve görevi gereği gibi yapılmadığı için sistemi tıkatıyor. Bütün kötülüklerin kaynağı budur: Nefsin görevini yapmaması, hedefine doğru gitmemesi. Ve bir zaman sonra kendini devre dışı bırakmaması. Ama Allah sistemi devam ettiriyor. Çocuklara nefis verir, bencillik verir, “ben” verir sonra o gittikçe küçülür küçülür, ergenlikte, olgunlukta hepten silinir. Ve en sonunda ölümle bitmiş olur, nefis ölür. Nefis ölüyor, ruh ölmüyor. Ve ölümden korkan da nefistir. Çünkü kendisi gerçekten ölüyor. Onun için bizim nefsimiz de ölümden korkar. Ruh ise mutlu; “ben, sonsuz varlığa kavuştum” der.

Bu günkü bu sohbeti başta özetlersek, şu: Nefsin yeri, görevi nedir? Yaptığı yanlışlar nedir? Ve bunun dışında, biz nasıl nefsin tahakkümünden, sıkıntısından kurtulup, sonsuz ve hakiki varlığı, saadeti, nimeti kazanabiliriz, elde edebiliriz? Yani bu mesele etrafında, bazı başlıklar olarak konuşmaya çalışacağız. Yani gidin intihar edin, nefsinizi öldürün, demiyor. Nefsin de bir görevi var; yiyecek, içecek, çocukluğunu yaşayacak, evlenecek, çocuk sahibi olacak. Ama hep yolda kalmamak, hedefe varmak lâzım. Hedefe vardığın zaman o yolculuk eşyalarını halâ sırtında taşımanın bir anlamı yok.

Ve bunun ilk şeyi, İslâm tarihinde, dinler tarihinde eskiden beri büyük insanlar var, İslâm tarihinde bildiğimiz bir nokta çok önemlidir. Hendek savaşında 12 000 tane müşrik kafir ordu geliyor. Müslümanlar 3 000’e yakın kişidirler. İmkanlar yok gibi Müslüman’ın elinde.Ve plân proje yüzde yüz o 3 000 insanı imha etmek. İşte haber veriliyor sahabelere: “Bu kez kesin kes öleceksiniz” deniliyor. Onlar; “iyi ki öleceğiz” diyorlar, “Allah sonsuz varlıktır, O var” diyorlar, “Madem O sonsuz varlıktır, bizim ölüp ölmememiz bir anlam ifade etmez, biz dünden razıyız ölmeye” diyorlar. Cuş-u hüruş’la istiyorlar. İşte “Hasbünallahû ve nime’l vekil” âyeti, o zaman inmiş. Onlar ki kendilerine; “işte insanlar sizi yok etmek için geldiler” diye haber salındığında, onlar sevinerek; “Allah bize yeter, en iyi sahip, koruyucu O’dur” dediler. Bu çok ciddi. Yani bir teori değil. Hendek savaşında yaşanan yüzde yüz yaşanılan bir ölüm denemesi. Bak sahabeler, nefsini devre dışı bırakabildiler, eğer sahabelerin nefsânî boyutu olmuş olsaydı, bencillik etmiş olsalardı; benim yaşamım ne olacak, benim çoluk çocuğum ne olacak, benim okulum ne olacak, benim servetim ne olacak deselerdi, ölümü istemezlerdi. Ama hepsi, 3 000 kişinin çoğu, tek kelime ile ölümü severek istediler. Bak, nefis yok. Nefis devre dışı olduğu için Cenâb-ı Hakk’la temâsa geçildi. Çünkü ruh, Allah’la temasa geçiyor, sonsuz ve hakiki varlığı yakalıyor. O sözden sonra hiç beklenmedik bir şekilde öyle bir fırtına olmuş ki Medine’de, o müşrik askerleri, 12 000 asker kaçmak zorunda kalıyor. Ve Müslümanlardan şehit düşen bir iki kişi hariç hepsi, burnu kanamadan kurtuluyorlar. Ve ondan Hz. Peygamber (s.a.v.) demiş: “Bu günden itibaren daha onlar bize saldıramayacak, biz bu sefer saldıracağız.” Ve tarih aynen bu sözü tasdik etmiş. Bakın bitiş noktasında şeyler başlıyor, bunu bir yere yazabilirsiniz. Bütün başarılar ki, bunu filmlerde de görüyorsunuz, gider gider ha bitti ha bitecek derken, tam orada dibe vurur ve son süratle yükselir. İşler büyümeye başlar, gelişmeye başlar.

Üstad Bediüzzaman, bu manâ için bir Risale yazmış; 4. Şua, Risale-i Nur’un özetinin özetinin özetidir. Risale-i Nur’da iki söylem var: Bir, kelâm söylemi; işte Allah var mıydı, yok muydu? Allah neredeydi? Ne yapıyordu? Nasıl oturuyordu? Nasıl yemek yiyordu? gibi o anlamsız tartışmalar var Kelâm’da. Bir de tasavvuf söylemi var. Zaten Allah görünüyor. “La Meşhude İllâ hû, La Mevcude illa hû.” Her yerde O var. Biz O’nun görüntü noktalarından başka bir şey değiliz, bu da var Risale-i Nur’da. Ehl-i hakikat için bunu gizlemiş biraz Üstad. Onlar zekidir, velidir diye. Dinsizliği susturmak için de kelâm literatürünü kullanmış. Ama Nurcular halâ kelâm literatüründe kaldılar. Yetmiş senedir; Allah var mıydı yok muydu? Yâ bu işi biraz ilerletin! Hâlen ordayız; var mıydı yok muydu? Bilgi oluşmuyor.

Ve Üstad bu meseleyi düzeltmek için en son yazdığı eserlerinden biri olan 4. Şua’yı 64 yaşında yazmış. Hasbiye Risalesi, “Hasbünallahu ve nime’l vekil” ayetinin, sahabelerin söylediği o âyetin tefsiridir. Şöyle bir cümle geçiyor içinde: Allah’ın benim Rabbim olduğunu, benim sahibim olduğunu, beni terbiye ettiğini, benim olmadığımı itiraf ettim diyor. Zaten Bediüzzaman küçüklüğünden beri veli idi, 64 yaşında bunu söyleyebilmiş. İşte nefsini tam devre dışı bırakıp Yâ Rabbi! ben olmasam da olur, diyebildi. Şehitler niye yüce, o meseleye sonra geleceğiz.

Ve bu konuda hem Üstad Bediüzzaman’ın bir sözü var, hem de nefsini tanrılaştırmış bazı firavunların kullandığı bir söz var: “Başkasına boyun eğmem.” Bu sözü aşağı yukarı hepimiz de söylüyoruz. “Ben kimseye boyun eğmem, kendi kendime yeterim.” Bu sözün iki şekli var: “Başkasına boyun eğmem: Yani öyle sonsuz bir Allah, bir varlık, bir nimet, bir sonsuzluk, bir ahiret var ki; küçük menfaatler için, küçük lezzetler için kimseye boyun eğmem.” Böyle diyenler var, bunlar doğru söylüyor. Yüzde yüz haklıdırlar. Bir de; “ben zaten kendi kendime yeterliyim, param var, pulum var, servetim var, güzelliğim var, devletim var, kimseye boyun eğmem.” İşte bunlar yalancıdır. Allah bunların burnunu yere sürtmek için öyle zor durumda bırakıyor ki, “yanlış yaptık” diyorlar. Nefis adına diyorlardı ya. Allah nâmına desen ki; “kimseye boyun eğmem” en büyük veli olursun, en büyük Tevhid mertebesini yaşarsın. Ama nefis nâmına, “ben kimseye boyun eğmem, kendi kendime yeterliyim” dedin mi; Allah o yalanı senin burnundan getirir, sürte sürte, seni hasta ettire ettire… Herkese de dilenci olursun. Aslında ruhunda zaten dilencidir de, maskeliyor kendini. “Münafık” demek; maskeli demek. Yani içi ayrı dışı ayrı. İnanmayan insanın içi korkaktır. Bir menfaat için herkese de kul köle olur. Ama dışında kendi enâniyetini tanrı yapmak için, “ben kimseye boyun eğmem” der.

Çünkü sonsuzluğu yakalamayan bir insan, mutlaka ve mutlaka yokluğa mahkumdur. Yokluğa mahkum olan bir insanın da korkuyu yenebilmesi mümkün değil. Şimdi sana deseler ki; on katrilyon bir para sana bir yerden gelmiştir. Önce insan biraz inanmaz, “ne yapacağım, çok para” der. Ertesi gün, “iyi olur yâ ben bunu kullanayım” der. Üçüncü gün de der ki: “Yâ keşke 20 katrilyon olsaydı.” Çünkü 10 katrilyon da sınırlı. Bir şeyin sınırlı olması faniliğini gösterir, isterse 100 katrilyon olsun, isterse trilyon dolar olsun. Madem sonu var, orada nefis korkar: “Ben bir noktadan sonra yok olacağım” der. Nefis yine sıkıntı yapmaya başlar. Gene komplikasyonlar olur, sıkıntılar olur, depresyonlar yaşamaya başlar. Onun için, korkuyu yenmek için, mutluluğu tatmak için, sonsuz varlığı elde etmek için; Allah’a bağlanmaktan başka bir çare yok. Çünkü sonsuz olan sadece Allah’tır. Ayette var ya: “Kalpler ancak O’nun zikriyle mutmâin olur, tatmin olur, rahat eder.” Neden? Çünkü sonsuzdur. Sonsuzluk dışında, yani sanmayın ki Kanuni Sultan Süleyman, dünyanın bütün padişahlığı ile rahattı. Çünkü düşünüyordu: “Ben 40 sene sonra öleceğim. Yarın düşmanlar benim ülkemi işgal edecek.” Bak sınırlı. Ne ki sınırlı ise, sayılarla ifade edilebiliyorsa, işte o yok. O seni mutlu etmez. Çünkü o, sana “çünkü O vardır” dedirtmez. Tek sonsuz varlık Allah’tır (c.c).

İnsanın mutsuzluğunun sebebi; kâinatta üzücü ve çirkin olaylar görmesidir. Bu üzücü ve çirkin olayların temelinde ise nefis yatıyor. Nefis, küçücük bir alandır. Dar görüyor ve dar gösteriyor. Dar görüp dar gösterdiği zaman, çirkin oluyor hadise. En büyük mesele dahi çirkinleşiyor. Dolayısıyla etrafında sürekli çirkinlikler yaşayan bir insan oluyorsun. Otomatikman hasta oluyorsun. Yani elinde değil. Bütün çirkinliklerin anası; nefistir. Nefsini devre dışı bırak, sonsuzluğa kavuş; çirkinlik diye bir kavram sözlüğünde kalmaz. Hastalık diye bir kavram sözlüğünde kalmaz. Açlık, tokluk, övülme, sövülme diye bir kavram kalmaz, hepsi eşit olur senin için. Ve bunun da yolu, daracık nefsi yenebilmek. Bu sözü çocuklara anlatmak anlamsız olur. Çünkü çocuklar bunu anlamaz. Çocuklar zaten rahattır, sistemin içindedir, onların nefislerinin olması iyidir. Gelişmeleri lazım, filizdirler onlar. Ama 25 yaşına gelmiş, 20 yaşına gelmiş, aklı ermiş, imanı, dini, felsefeyi öğrenmiş bir insanın da hâlen nefis çerçevesi içinde düşünmesi çok acı ve çok yanlıştır. Ve bütün çirkinlikleri doğuran bir kuyudur o nefis.

Ve adama anlatıyorsun elli saat, yüz saat, on sene, yirmi sene; Allah böyle sonsuzdur, böyle güzeldir, gerçek varlık O’dur, biz şekiliz, Allah o şekli bizim için ebedileştiriyor, O’na dayan, sonsuzu yakala. Yarım saat sonra: “e ben ne olacağım?” diyor, nefis daracık düşündüğü için. Gidin deneyin. Nefsini aşamayan bir insana, Kur’an’ı da okutun, Tevrat’ı da okutun, Zeburu da okutun, İncil’i de okutun, bir şey değişmez. Ertesi sabah der ki: “Ya ben ne olacağım?” Nefis, fedakârlığı tatmıyor, fedakârlığı bilmiyor, sonsuzluğu bilmiyor. Bir çirkin hadiseyi gördüğünüz zaman, bilin ki o, nefisten kaynaklanıyor. Çünkü nefis dar gösteriyor, çirkin gösteriyor. Öyle bir hastalığın çaresi; Tevhid’dir. Yani sonsuzluğa açılmaktır. Ve sonsuzluğa kavuşmanın bir yolu da; Hz. İsa (a.s)’ın İncil’de, Hz. Peygamber (s.a.v.)’in ve sahabelerinin yaşadığı gibi başkasını kendine tercih etmektir. Örneğin, en küçük şey budur. Ben ne zaman Kubilay’ın menfaatini, saadetini, mutluluğunu kendi saadetimden, mutluluğumdan daha çok düşünürsem, tercih edersem işte o zaman o daracık kuyudan kurtulmuş olurum. Yavaş yavaş sonsuzluğa doğru kanatlanmış olurum. İslâmiyet zaten budur.

Dar düşündüğümüz zaman, Allah’a inanmak da çirkin bir şey olur. Size bir düşünme denemesi yapabilirim. Şimdiki bütün Müslümanlara, Hıristiyanlara, Yahudilere gidin: “Siz nasıl bir Allah’a inanıyorsunuz?” diye sorun.
-“İşte, bir kâinat var, nasıl çalıştığı belli değil, rastgele mi, düzenli mi, biraz şüpheli, tartışmalı” diyor.
İnandığınız Allah nerede?
-“Vallahi pek bilmiyorum. Ama uzayın bir köşesinde bir şey vardır,” diyor. Bak küçülttü hadiseyi. Sonsuz saadeti, sonsuz varlığı, sonsuz güzelliği kâinattan kopardı, uzaklara oturttu, belirsiz bir hâle soktu, bitirdi o işi.

En büyük mesele olan Allah’a iman meselesi; en çirkin hâle geldi. Böyle bir inanç da dinsizlikten daha iyidir (yanlış anlamayın).
Çünkü dinsizlik; sırf nefistir. “Tanrı benim” diyor. Dinsiz diyor ki: Nefis Tanrı. O çok ?. O, yarım metreye, öbürü hiç olmazsa uzayda birkaç milyar km ötesinde bir yere oturtuyor. O biraz daha büyük, biraz daha işe yarıyor. Nefis, hepten dar. Kafir’in durumu öyledir. Kâfir ne kadar zeki olursa olsun, ne kadar dâhi olursa olsun, onun dünyası; elli santime elli santimdir, nefsidir. Ötesi bir şey yok onun dünyasında.

Biz Müslümanlar, Yahudiler, Hıristiyanlar, dindarlar eğer ateistlerden daha üstünsek; hani o uzaklarda inandığımız bir Tanrı var ya; çapı belli değil tam. Belli olmadığı için nispeten daha iyi duruma geçiyoruz. Ve Müslümanlar için de, dindarlar için de (Hıristiyanlar ve Yahudiler de dahil) en kötü bir durum; kendisi Allah’a kul, hizmetçi olacağı yerde, Allah’ı kendisine hizmetçi yapmasıdır. “Allah’ım niye vermedin? Ben kaç senedir bunun için çalışıyorum, ben böyle istedim.” Yani resmen Allah’ı hizmetçi gibi kullanıyoruz. Bencil ya nefis. Nefis aynen öyle. Merkez çekimi; hep içeri çekiyor, hep küçültüyor, hep yok ediyor. Halbuki verdiğin zaman, hep sonsuzluğa açılıyorsun, hep güzelliğe açılıyorsun. Allah gibi sonsuz bir varlığı, nefsânî hale getiriyor, nefsi için kullanıyor. İşte diyor ki: “Ben O’na namaz kılayım, O benim ders notlarımı iyileştirsin, bana iyi de bir koca nasip etsin, iyi bir eş nasip etsin.” Hep menfaate yönelik. İşte buna ihlassız ibadet denir ki, makbul değil İslam dininde.

“Elâ lillahu dinü’l hâlis” halis din, art niyetsiz yani katıksız din Allah’ındır. Katıklı, art niyetli din Allah’a gitmez, diyor Zümer sûresi 3. ayette. Hâlis olacak. Çünkü hâliste renk kalmaz, kayıt kalmaz, bağlantı kalmaz, sonsuzluğa açılıyorsun. Yani işin özeti şudur: Ne ki seni sonsuzluğa götürüyorsa, o güzelliktir, gerçek varlıktır. Ne ki seni nefse çekiyorsa işte o da boğulmadır, yokluktur.

Ben bu gün sizi trilyoner de yapsam. Eğer bencil bir niyetle yapsam, siz bana şükretmezsiniz. Ama hepinize 1 milyon versem iyi niyetimden, fedakârlığımdan; şükredersiniz. Bencillik çok kötü bir duygu. Ve bunu kırmak için önce, Hz. İsa (a.s) demiş ki; düşmanınızı, Hz. Peygamber (s.a.v.) demiş ki; komşunuzu kendinize tercih etmelisiniz. Hepsini de uygulayabilirsiniz. Biz öz kardeşimizi dahi kendimize tercih edemiyoruz. Niye ona çok miras gitti, bana az geliyor. Niye o çalışıyor, ben çalışamıyorum. Niye babam onu daha çok seviyor, beni sevmiyor. Bak, işte nefsânî sözler bunlar. Bunun bir anlamı yok. İyi ki anam babam, kardeşlerimi benden daha çok seviyor. İyi ki benim dostum, komşum benden daha çok zengin demeliyiz. İslâm budur.

Maddi lezzetler, günâhlar, zulüm, putperestlik niye çirkin gözükür? Çünkü işi küçültüyor. Meselâ; sonsuz bir lezzet alma kabiliyetin varken, işte bütün lezzet kabiliyetini; nasıl güzel bir yemek yerim, nasıl güzel bir evlilik yaparım noktasına indirdiğin zaman sonsuz nimeti daracık bir nimet haline getiriyorsun. Ve orada onu öldürüyorsun, defnediyorsun. Dolayısıyla suç işlemiş oluyorsun. Suç işlediğin için de ceza çekiyorsun. Ölçüsü budur.

Müşrikler Allah’a inanırdı. Hepsi de bir Tanrı’ya inanırdı. Tanrısızlık değil şirk. Ama Allah’ı küçültüyor. Hani köylüye diyorsun :
-Padişah kimdir?
-Padişah, her halde bizim muhtar gibi biridir, der.
Küçültüyor yani, küçültüyor. En büyük suç; küçültmedir. Kur’an’da bu var: “En büyük günah şirktir” Neden şirktir? Halbuki zinâ daha çok tahribat yapıyor. Bir insan puta tapar hiç de kimseye zararı yok. Ama bir zinâ yaptığın zaman yedi mahalleye zararı dokunur. Kur’an öyle demiyor. Şirkin daha büyük günah olduğunu söylüyor. Çünkü şirk, sonsuz varlığı küçültmüş oluyor. Burada bir mahalleyi küçülttün, imha ettin. Şirkte bütün kâinatı, bütün varlığı küçülttün. Hatta Allah’ı dahi küçültmüş oldun. Ne kadar suç büyük. Yani Kur’an’ın hükümleri, çok mucizedir. Risale’lerde bu mesele çok izah edilmiş: Niye şirk en büyük günâhtır? Çünkü bütün varlığı küçültüyorsun, hakaret ediyorsun, imhâ ediyorsun. “İnne’ş şirke le zulmün azim” (Muhakkak ki şirk, büyük zulümdür.)

Nefsani düşünmek aynı zamanda geri zekalılığa benzer.Yani meselâ; bir altın anahtarınız var ve çok güzel bir sarayınız var. Ama yanlış anahtar ile gittiğiniz için bir türlü açamıyorsunuz. Ahmak bir çocuk gibi uğraşıyor, uğraşıyorsunuz. Yetmiş sene uğraşıyor, bir türlü kapıyı açıp saraya giremiyorsunuz, geri zekalılık. Yetmiş sene uğraşıyoruz, bir türlü düşünemiyoruz; bu saray niye açılmıyor? Yahu anahtar yanlış. Anahtarı böyle takacağına, şöyle takıyorsun. Sonsuzluğa açacağına, nefsine takmışsın, bir türlü açılmıyor, geri tepiyor. Yani avı vuracağına, mermiyi kendine vuruyorsun. Yani nefsâni düşünmek geri zekâlılıktır.

Burada sizlere söyleyeyim: Bencillik duygunuzu yenin, başkasını kendinize tercih edin, başkası için ölmeye razı olun, vallahi zihniniz bile gelişir, artar. Yani ilmen, psikolojik olarak bu garantiyi size verebilirim.

Bencillik bizi küçültüyor, bitiriyor. Mekke’de Hz.Peygamber(s.a.v.)’den çok daha zeki Araplar vardı. Çok daha çalışkanlar da vardı. Ama bencildiler. “Benim ticaretim ne olacak? Benim servetim ne olacak?” Hz. Peygamber (s.a.v.) her şeyi Allah’a bıraktı. Aklî melekeleri, zekâsı normaldi, çok sivri de değil. Ama o normalden sonsuzluk çıktı. Zekadan, tecrübeden... Sahabelerin duyguları bire yüz gelişmiş. Daha önce bencil, yağmacı sahabeler; sonra her birisi bir memleketi idare edecek kadar zekâ sahibi olup valilik yapmışlar, kadılık yapmışlar, ilim öğrenmişler. Bak zeka açılıyor. Çünkü nefis içeri doğru düşünürse daralır, dışa doğru düşünürse açılır. Zekâ zaten odur. Beynin dışa doğru açılmasıdır. Yani zeki insan her şey ile ilişki kurmaya, kavramaya çalışır.

Ve bu konuda size acı bir itiraf, bir tecrübemi anlatayım: Bizde yetmiş iki tane üniversite var. Bir milyona yakın doçent, doktor, asistan ve profesör var. Ve Türkiye’de hiçbir keşif, hiçbir icat, hiçbir yeni bilgi yok. Çok acı bir manzaradır. Bunun tek sebebi; bencilliktir. Çünkü adam kendi rahatını feda edip nefsanî zevklerini feda edip; “fenâ fi’l ilim” olmuyor, sonsuzluğa açılmıyor, evrensel düşünemiyor. Ondan sonra Bahaeddin gibi bir gariban bir şeyler keşfettiği zaman, öğrendiği zaman: “Doğru da, öyle bir bilgi vardı da, biz niye göremedik?” diyor. Bana söyledikleri tek cevap odur: “Yani senin yazdığın doğru. Ama öyle bir gerçekliği varsa, o zaman biz niye göremedik? Tarihçiler niye göremedi?” Ben ne yapayım? Beyin kilitli ise, ben ne yapabilirim? Tek cevap olarak bunu alıyorum. Şaka değil. Yani ciddi bir tecrübemdir, anlatıyorum.

Bencillik; geri zekâlılıktır. Ve o insanların IQ’leri benden çok yüksek. Eğitimleri, kütüphaneleri, arşivleri, kadroları... Her şey mükemmel. Fakat çiçek açmıyor bir türlü. Çünkü ağaç; çiçek açacağına (hani yutan bitkiler var ya) ne gelse içine yutuyor. Hep içeri, hep ben, hep ben... Benden büyüğü yok. Bir tane köylü onbaşı geliyor. Bencilliği aşıyor, bütün memleketin kurtarıcısı olabiliyor. Dünya tarihinde bunlar çok var. O kadar çok generaller vardı, neden memleketi kurtaramıyordu? Çünkü general, rahatını, zevkini, bencilliğini, nefsini düşünüyordu. İçe bakıyordu. Gözün 20 milyar kilometre öteyi de görse, sen gözünü o uzaya, sonsuzluğa açmazsan göremezsin, hep böyle bakarsın, hep yarım metreyi görürsün.

Kur’an-ı Kerim dünyayı ve ahireti sık sık karşılaştırır. Ve dünyayı kötüler, ahireti över. Bizim bazı Müslümanlar da dünya kötülendi, biz hiç dünyayı takmayalım diye anlıyorlar. Burada bir yanılgı oluyor. Kur’an dünyayı kötülerken; dünyanın sınırlılığını kötülüyor dünyayı değil. Yani sana evlenme demiyor, güzel bir evlilik yapma demiyor. Evlilik içinde boğulma diyor. Bak sınırlı bir alandır, orada boğulma, diyor. Oraya gir, görevini yap, filizini ver, çık uzaya doğru, sonsuzluğa doğru, yürüyüşüne devam et. Çünkü zaten dünya ile ahiret birbirinden ayrı değil. Eğer sen sonsuzluğa doğru yönelmişsen, açılmışsan burada da ahireti yakalamışsın. Dolayısıyla kötü çirkin olay kalmamış oluyor. Dünya’nın padişahı da olsan ahireti yakalamış oluyorsun. Ama daracık düşünürsen işte o kötü olur. Yani çok güzel bir eşin var. O giderse ben de ölürüm. Bazı siyasiler ölünce onların eşleri de ölüyor. Bu, işte dar düşünmektir. Halbuki insan düşünecek ki; eşimdeki bu güzellik sonsuzdur, Allah bu güzelliğin numunesini bana vermiştir. Bu güzellik madem var, bu gün olmasa, yarın ahirette bir gün benimle olacak. Çünkü bir şey varsa, sonsuzdur. Dolayısıyla benimdir de aynı zamanda. İşin gerçeği budur, üzülmez ve ölmez.

Risale-i Nur’da da İhlâs Risalesinde bu konu iki örnekle çok güzel anlatılmış. Kardeşlerini kendine tercih etmek. İnsanın nefsi, buz parçası gibidir. Buz parçası; erimeye, şekil değiştirmeye, yok olmaya mahkumdur. Ama erirse, kendini yok ederse, havuzun içine girerse, havuzla beraber ebediyen mutlu bir hayat yaşar. Bak fedakârlık, kendi şeklini imha etti. Nefis bir şekildir, gerçek varlık değil. Onun için Allah’ın ortağı olmuyor. Gerçek varlık Allah’tır.

Nefis, sadece bir şekildir. Şeklen vardır ve şeklen de yok oluyor. Öz varlık olarak, su olarak Allah’ın emanetiyiz. Bizim değil o. O bu gün buz olmuş, yarın havuz olur, başka gün bahçe olur yani sürekli şekil değiştirir. O varlık Allah’ındır, bizim nâmımıza onu devam ettiriyor. Fakat ölümde nefis yok oluyor. “Ölmeden önce ölünüz” diye bir hadis var, tasavvufçular çok kullanır. Yani “şeklini, nefsini öldür” demektir. Yoksa “git intihar et,” demek değil.

Ve burada çok ekonomik bir durum da var. İhlâs Risalesinde Üstad Bediüzzaman anlatıyor: Sen, ihlâs sırrı içinde, kendini o havuzda eritirsen; nefsini bencilliğini menfaatperestliğini kaldırırsan sonsuz varlığı kazanırsın, diyor. Nasıl? Çünkü sevdiğin bütün kardeşlerin yaşadıkça ve yaptıkları devam ettikçe senin de defterine ibadetler, sevaplar geçmiş olur. Sen sonsuz bir varlığı kazanmış oluyorsun. Hem de hiç günâhsız. Onların nefsinin yaptığı günâhlar sana yazılmıyor. Ama yaptıkları ibadetler, sevaplar, güzellikler sana yazılıyor. Hani diyorlar ki; senin araban var mı? Diyor ki; bütün arabalar benimdir. Zaten insanın arabası olmadığı zaman İstanbul’un bütün ulaşım araçları onun olmuş oluyor.

Ve Üstad Bediüzzaman Risale-i Nur’da; dine dair olmayan bütün fedakârlıkların, kahramanlıkların ve maddi bağışların yine nefse yönelik olduğunu ispat ediyor. Meselâ adam bir okul yapıyor. Adam iyi niyetinden ziyâde, isminin oraya yazılıp nefsinin Tanrı olması için o okulu yapıyor. Dolayısıyla parası boşa gitmiş oluyor, Kur’an’ın tabiri ile yanmış oluyor. Çünkü küçük düşündü. Halbuki Sonsuz Varlık için, Allah rızası için, ümmet için, toplum için yapmış olsaydı ebedî bir varlığı kazanacaktı. Okul değil bazen bir tuvalet de yapsa ebedî bir varlığı kazanır. Bak işte nefis ne kadar değiştiriyor.

Bir hatırlatma yapayım; bütün bu hastalıkların, sıkıntıların ve yok oluşların çaresi; en basitinden, kardeşini, hatta düşmanını kendine tercih etmektir. Size, Hz. İsa (a.s.) gibi düşmanınızı da sevin demiyorum. En basitinden aynı ana babadan doğmuş, kendi kardeşinizi kendi nefsinize tercih etmek. İlk adım budur. Sonra komşunuzu, sonra dostunuzu, biraz daha ileri, düşmanınızı da derim. Ama sırayla.

Üstad Bediüzzaman Denizli hapishanesinde, Ankara hükümetine mektup göndermiş. O zamanların bakanlar kurulunun çoğu ateistmiş, Halk parti hükümeti. Meyve Risalesinde diyor: İmanlarını kurtarsalar, yani basit bir mümin olsalar, şahit olun, idam edilmeme razıyım. Ve Hz. İsa (a.s.) onun için haça gerildi. İnsanlık kurtulsun diye o razı oldu. Allah ona öyle söyledi: Ya Sen ya insanlık! Yok dedi, insanlık kurtulsun. Kendisi öz vahiy olduğu halde kendini feda etti. Bile bile haça gerildi. Bu, şu demektir. Böyle bir insan zaten bu tercihi yaparken, ölümsüzlüğü de kazanıyor. Hz. İsa (a.s.) üç gün sonra dirildi.

Şehit, kendini topluma adıyor. Bile bile ölüme gidiyor. Nefsini devre dışı bırakıyor. Ölümün farkına varmıyor. Kendisini ebediyen yaşam içerisinde hissediyor. Ama bu duygu olmazsa; namazımız bile günâh olur. Adam namaza gidiyor. Bu çarşının hepsi Müslüman. Eğer namaz kılmazsam bana ne derler? Namaz kılayım da şu işlerim biraz açılsın. Yani sevaba günah, şirk... Hacca gidiyor; bana hacı desinler, bir itibarım olsun. Zekât verir; zekât malı arttırır, benim bu ara malım çok azalmış. Yani hep nefse. Onun için Hz. Peygamber (s.a.v.): “Nefis, oruç hariç her ibadetten kendine pay çıkartır” der. Oruçta açlık var ya, o nefsin hoşuna gitmiyor. Yani zoruna gidiyor. Meselâ bir insana aşık olup namusunu muhafaza eden şehittir. Çünkü nefsini orada devre dışı bırakabiliyor. Hem aşık olmuş hem fuhşa bulaşmıyor. Yani şehitlik, şehadet odur. Nefsini, küçük paketini devre dışı bırakıyor. Sonsuz varlığı, nimeti, ebedîliği kazanıyor. Bu, hepimiz için geçerlidir. Ölmeden önce de deneyebiliriz, yaşayabiliriz.

“Yâ Rabbi! Ben Senin her emrine razıyım. İster beni yaşat, ister çalıştır. Yâ Rabbi! Senden gelecek fakirliğe de zenginliğe de razıyım. İster köprülerde yatır, ister saraylarda yatır” dedin mi, işte bak nefsini devre dışı bırakmışsın, şehit olmuşsun. Ebedî bir varlığı kazanmış oluyorsun. Bunun dışında ne oluyor? Bütün kavgalar, gürültüler patırtılar, çirkinlikler hep o dar düşünmekten kaynaklanır. Yok benim görüşüm doğru, öbürü der benim görüşüm doğru. Halbuki doğru görüş nedir diye kimse sormuyor. İlla benim görüşüm doğru çıkacak. Bazıları “benim görüşüm doğru çıkmazsa intihar ederim” diyor. “İstediğim iş olmazsa intihar ederim” der. Ne kadar daracık düşünüyor insan. Kavgaların gürültülerin hep sebebi odur.

İslâm, cihad olarak hep böyle algılanmış. Meselâ İslâm, tarihte savaşlar açmış. Ne için açmış? Şimdi bazıları İslâm’ı ittiham ediyor; “ganimet almak için” diyorlar. Evet, cihada bazı Arap kabileleri, Emeviler gibi sırf ganimet için gittiler. Ama İslâm’daki cihadın asıl esprisi; ya kardeşim bizde para çok, şu Irak şu İran hepsi şirk içinde, dinsizlik içinde, zulüm içinde geberiyor. Bu insanlara acıyalım, gidip kurtaralım. Ne olalım? Medine’deki, Mekke’deki bütün paraları biriktirelim, kimsede para kalmasın. Kimde beş deve varsa dördünü göndersin. Kimde beş adam varsa dördünü savaşa göndersin, kendini feda etsin. Yeter ki şu Irak’ı, İran’ı o zulümden, o karanlıktan, o küfürden kurtaralım. İslâm’daki cihadın asıl espirisi budur. Yani ben cebimdeki kuruşları harcıyorum kendimi delirtiyorum, yeter ki Kubilay adam olsun diyorum, budur. Yoksa Kubilay’dan menfaat, ganimet kapmak için değil.

Her kavram sû-i istimal edilebilir. Bazıları bu kavramı sû-i istimâl etmiş ayrı, o bizi ilgilendirmez. Fakat cihad, gerçek cihad fedakârlıktır. Yani İran ganimetlerini Araplara yedirmek için değil. Arapları feda edip İran’ı kurtarmak istediler. Yani İslâm savaşında ana felsefe budur. Türkiye trilyonlarca para harcıyor. Meselâ; Fethullah hoca öyle yapıyor, trilyonlarca parayı dışarı gönderiyor. Bu millet fedakârlık yapsın, yeter ki Dünya’daki diğer milletler kurtulsun. Biz gidelim onlardan menfaat elde edelim düşüncesi yok. Olmamalı İslâm cihadında. İşin aslı da budur. Biz Türkiye, kaç katrilyon paramız varsa hepsini fedâ edelim. Bir de iki üç milyon insanımızı da seferber edelim. Yeter ki insanlık kurtulsun. Yani gerçek cihad budur. Ama bunun sonucunda bir menfaat gelirse, biz karşı gelemeyiz. Yani istenilmez verilir diyor Üstad Bediüzzaman. Asıl cihad budur; istenilmez ama birisinden bir netice gelmiş ise ayrı, o alınabilir.

Ve şehidin iki önemli esprisi var. Şehit kavramı çok geniştir. Şehidin hiçbir sorunu yok. Çünkü kendini Allah’a adamış, sonsuzluğa adamış. Ne ev derdi var, ne kadın derdi var, ne çoluk çocuk derdi var. Birileri onlara bakarlar, ben kendimi sadece sonsuzluğa adıyorum der. Ve en önemlisi, hepimizin baş belası, belimizi büken geçim derdi yok. Bu gün Türkiye’de Hakkari’de bir köylü, Türkiye için önemli işler yapsa, kendini memleketine, dinine, vatanına adasa bu Türkiye onu el üstünde tutar. Ne ev derdi kalır, ne geçim derdi kalır, hiçbir problemi kalmaz. Eğer benim geçim derdim varsa, eğer benim sıkıntılarım varsa, demek ki ben halâ nefsanî düşünüyorum. Nefsanî kalıplar içindeyim. Hâlâ sorunlarım var demektir. Sonsuzluğa çıkmış bir insan için, kendisini memleketine adamış, dinine adamış bir insan için geçim derdi olmaz. Herkes bir lokma ekmek verse, o Türkiye’nin en zengin insanı olacak. Fethullah hoca sıradan bir insandı. Fakat fedakâr, milleti için kendini fedâ etti. Şimdi onun geçim derdi yok. Şimdi bazıları sanıyor ki Fethullah hoca bütün milletin parasını cebine indirdi. Hiç öyle bir derdi yok...

Sen sonsuzluğu yakaladığın zaman, sonsuzluğa açıldığın zaman senin nefsini devam ettirecek daracık ihtiyaçların kalmıyor. İhtiyaçlar bitince senin geçim derdin de kalmıyor. Çirkef bir kelime; fahişenin namusu yok ki; biz ona namusu gitti mi gitmedi mi diye tartışalım. Olmayan bir şeyin kavgası verilmez.

Koyunlar çobana muhtaçtır. Çoban olmadan, koyunlar kurtlar tarafından dağıtılır, mahvolur. Ama bir millet uyanıksa, insan olmuşsa, artık onun çobana ihtiyacı yoktur. Ve Allah niye ahir zamanda peygamber göndermiyor? Yani istiyor ki her bir insan kendisini bir peygamber gibi idare etsin, doğruyu bulabilsin, ilimler gelişsin, araştırmalar çoğalsın. “Peygamber” demek, “çoban” demek kelime olarak. Hiç bir peygamber yoktur ki çobanlık yapmış olmasın. Evet çobanlık güzel bir meslek. Çünkü çobanlıkta sabır var, şefkat var, sorumluluk var. Çobanlığın tarifi üçtür; şefkat, sorumluluk ve sabır. Yani liderlerin gerçek özelliği bu olmalı. Ama bir müddet sonra artık çobana ihtiyaç olmamalı ve olmadığı için de Allah göndermiyor. Ama illâ gelsin diyoruz. Peygamber gelmediği halde biz birilerini tutup peygamber yapıyoruz. Hani toplumda var ya; ona vahiy geldi, sûre indi gibi bazı saçmalıkları duyuyoruz.

Bediüzzaman; “küfürden sonra ben en çok istibdada karşıyım” diyor. Yani insanın insanı ezmesine karşı olduğunu söylüyor. Buna rağmen en çok düşünce istibdadını uygulayan, Nurcular. Bediüzzaman’ın dışında hiçbir düşünceye hak tanımıyorlar. Keşke onu anlasalar, hadi önemli değil. Onu da yanlış anlıyorlar ve o yanlış düşünceleri o gariban talebelere uygulatıyorlar. Ne anladık? Bediüzzaman geldi ki toplumu hür yapsın. Bizimkiler köle yapmaya çalışıyor. Ben sana tereyağını getirmişim ki seni besleyeyim; ama sen tereyağını bozmuşsun zehir yapmışsın. O zaman kıymeti yok. Onun için işte o zaman benim cemaatim kelimesi çıkar. Demirel’in dediği gibi; benim köylüm, benim memurum, benim şapkam. Onun gibi olur. İllâ benim olacak. Köylü de o, öğrenci de o, memur da o, üniversiteli de o. Demirel’in “benim” kelimesi çok meşhurdu. Bütün Türkiye onunmuş. Demirel eşittir Türkiye, Türkiye eşittir Demirel. Onun için bu durumda kaldık. Demirel iyi bir insan, kaliteli bir insan ve şahsen de sevgim, saygım var kendisine fakat bencildir.

Duygu bazında bu bencilliği biraz irdelersek; bencillik çok ajite edildiği zaman, ifrat duruma geldiği zaman, resmen delilik olur. Ahmet Hilmi’nin “Amâk-ı Hayal” kitabında var ya; gerçek akıllılar ile gerçek delileri tartıyor. İnsan bakıyor deliler daha akıllıymış. Çünkü öbürleri çok bencil. Düşün katrilyonlar değerinde bir şehir var elinde. Sen hepsini bırakmışsın, gitmişsin oyuncaklar ile uğraşıyorsun. Her şeyi bırakmışsın terk etmişsin; gitmişsin parkta oyuncaklar ile uğraşıyorsun. İşte delilik budur. Önümüzde sonsuz bir Allah var, ebedîlik var, güzellikler var. Bütün çirkinlikleri güzelliğe dönüştürebilen bir tablo var. Biz o sistemi dışlamışız, reddediyoruz. Hatta onun için çalışanları delilikle itham ediyoruz.

“Ben öyle bir lider olmalıyım ki bütün Türkiye beni alkışlasın.” İnsanımız bunun için çalışıyor. Ve maalesef çok acı bir durumdur; dindarlarda da bu duygu çok var. Sırf nefsini tatmin için, sırf birileri onu sevsin tapsın diye, adam eve misafir getiriyor, sırf beğenileyim diye, Allah’ın rızası için getirmiyor. Yani resmen o nefis diyor ki; ben tanrıyım, küçük bir tanrıyım, birileri bu gün gelip bana tapsın. Yani bu delilik değil de nedir? Küçük bir mikroba, bir hastalığa yenilen, yürümeyi beceremeyen bir insan, nefis nâmına olunca; “birileri gelsinler benim ne kadar güzel yemek yaptığımı bir görsünler, ben bir kitap yazayım ki, ne güzel kitap yazmış diye beni alkışlasınlar” diyor. Eski insanlar kitap yazarlar, isimlerini yazmazlarmış tanrılaştırılmamak için. Öyle çok kaliteli anonim kitaplar, eserler, sanatlar da var. Binlerce tablo var, dünyanın en iyi tablosu, altında imza yok. Yeter ki nefis devreye girmesin, bu sanat sonsuzdur, sonsuzluğa kalsın, diye. Ama yok illâ benim olacak. Eğer ben olmazsam hiç dünya olmasın. Ben öldükten sonra tufan gelsin, kıyamet kopsun. Şimdiki bencillik çok kötü bir duygudur.

Hırsızlık da bir nevi bencilliktir. Hep bana olsun. Bu çok iğrenç bir tâbir. Türkiye’nin en büyük hırsızları, en büyük zenginler; bu banka operasyonlarından az-çok haberimiz var. Adamın milyar doları var, o bencillik duygusu onu öyle deli etmiş ki; yâ! onun 15 milyon doları var, mutlaka benim de olması lazım, diyor. Yani bu fakir milleti 5 milyar dolar daha dolandırıp alıyor. İşte delilik. Yâ kardeşim ne yapacaksın bu parayı? Bu, psikolojik olarak da bir gerçektir; bu deliliktir. Bunun dışında şizofren olup da meczuplaşmış, köprü altında yatan insanlar da veli oluyorlar. Çünkü nefis devre dışı olmuş, yemek yemesi kalmamış uyku derdi yok, evlilik derdi yok. Kendisini sisteme adamış, bir kavram olarak resmen deli, veli olmuş. Yani benim 10 milyar dolarım var, bu fakir milletin 5 milyar dolarını daha çalacak kadar deli olacağıma, o köprü altındaki şizofren delilerden olmayı tercih ederim. İşin gerçeği de budur. Çünkü o Cennete gidecek, sorumluluğu bitmiş. Öbür herif Allah bilir belki ahiretteki mahkemeler bile yetmez.

Ben işi duygular bazında tartmaya çalışıyorum. Biz velileri severiz, peygamberleri severiz, büyük siyasileri severiz, ne için? Nefis için... Peygamber bana şefaat edecek, torpil yapacak. Veli; ben darda kaldığım zaman, benim imdadıma yetişecek. Kur’an-ı Kerim’i severiz. Çünkü cinlerin bana musallat olmasını engelliyor. Yine nefis. Sonsuz bir güzelliği ve güzellikleri öldürmüş oluyoruz, çirkinleştiriyoruz. Halbuki gerçek güzellik öyle bir sonsuz ki, benim olmasa da onu sevmeliyim. Gerçek güzellik odur. Biz peygamberleri, velileri, Allah’ı, sonsuzluğu, mükemmel oldukları için sevmeliyiz. Benim için olması şart değil. Çünkü mükemmel diye bir şey varsa, nefis de otomatikman oradan payını alır. Nefsin, onu örümcek gibi kendi ağına alıp öldürmesine gerek yok. Ama nefis örümcek gibi alıyor sindiriyor, mahvediyor onu.

Ve dinsizler niye dinsiz oluyor? Çünkü “kâinatta güzellik yoktur, gerçek yoktur” diyorlar. Allah senin kalbini açmış. Velide güzelliği göstermiş, Peygamber’de güzelliği göstermiş, Allah’ta güzelliği göstermiş, ahirette göstermiş, sonsuzlukta göstermiş. Sen hâlâ niye nefsine kullanıyorsun ki o güzellikleri? Yani gerçek güzellik; nefsanî olmayan güzelliktir. Bir Arap şairi de öyle demiş: “Ben sevgime mukabil bir rüşvet istemiyorum.” Sevgisine mukabil bir karşılık bekleyen sevgi, gerçek sevgi değil. Bunun ismi Pragmatizm’dir, bencilliktir, kötüdür o. Biz ne zaman bu duygu düzgünlüğüne gireriz; “kardeşimin lezzet alması benim için, benim lezzet almamdan daha önemlidir, kardeşimin yükselmesi, benim yükselmemden daha önemlidir, bir güzellik varsa, nefsimin olmaması daha iyidir, çünkü nefsim o güzelliği çirkinleştirir” diyebiliriz, işte gerçek güzellik budur, gerçek sevgi budur. Bizde sevgi deyince; cinsellik, ihtiyaç, menfaat akla geliyor. Kavramlar hepten çürümüş, kokuşmuş böyle. Hakiki sevgi; karşılık beklemeyen sevgidir. Örnek olarak anaların sevgisi verilir. Anne evladına hizmet ederken; büyüyecek de bana bakacak diye değil, içten samimi olarak yapar. Eğer büyüyecek de bana hizmet edecek diye yapıyorsa, yapmasın daha iyi. O da bencillik olur, nefsanî olur. Meselâ: Allah’ı, Peygamber’i, ahireti seviyorsun. Nefsin için seversen, menfaat gelmediği zaman düşman olursun. Ne kadar büyük olursa olsun, düşman olur nefis. Madem ki kendinin değil. Hani derler; “Ben güzele güzel demem, güzel benim olmayınca”, bu anlayış yanlış. İşte bu söz kafirlerin sözüdür. Ben derim ki; bir güzellik olsun kâinatta, küçük olsun ama yeter ki olsun. Bir şey varsa sonsuzdur. Benim olup olmaması hiç önemli değil. Önemli olan olmasıdır. Gerçek İslâmî söz budur. Yeter ki bir güzellik olsun, düşmanımın elinde bile olsa. Dinler arasında da bu var. Güzelliğin kıymeti bilinmediği için, bencilce yaklaşıldığı için; benim dinim, benim Peygamberim, benim Kur’an’ım, benim İncil’im. O onu kötülemiş, o onu kötülemiş. O ona savaş açmış, o ona savaş açmış. Anlamsız, hep nefisten dolayı. Ne Kur’an’da, ne hadiste dindarların birbirleriyle kavga etmesinin hiçbir dinî kaynağı yok, hiçbir delili yok. Kur’anda, gidin Hıristiyanlara, Yahudilere savaş açın diye bir kavram yok. Hz. Peygamber (s.a.v.)’in Yahudiler ile savaşması; anlaşmayı bozdukları içindir, sözlerinde durmadıkları için ve İslâm’ın aleyhinde fitne fesat çevirdikleri içindir. Yoksa bir insan, sırf Yahudi’dir veya sırf Hıristiyan’dır diye öldürülmez, ona karşı savaş açılmaz. Onların da bize karşı savaş açması yanlış. İllâ küçülteceğiz ya. Sonsuz bir din kavramı var, ama bir kaç cümleye indirmeye çalışıyoruz. Yani İslâm’ı 32 şart ile küçülttük. İnsanlığa ebedî bilgi gelmiş, vahiy tarzında; biz onu küçülttük küçülttük, Nasreddin hocanın kuşuna benzettik. İşte 32 farz; tuvalete nasıl girilir, nasıl abdest alınır, nasıl teyemmüm alınır? Bitirdik işi.

Meselâ veliler; Çin’de veliler var, Hindistan’da veliler var, Avrupa’da, Amerika’da var. “Yok, din zaten Ortadoğu’ya gelmiş. Galiba sırf Suriye’ye gelmiş. Galiba o velilerin, Peygamber’lerin çoğu da Türkiye’de... O Velilerin de en büyüğü benim Üstadımdır, benim şeyhimdir”. İşte zulüm. Sonsuz bir güzelliği küçülttük. Peki sonsuzluğa açılırsak ne kazanacağız?
Bütün kemalâtı kazanacağız. Ve velayette, tasavvufta bir kavram var; eylemeden eylemek durumuna geçersin. Allah, hareket etmeden sayısız varlıklar, noktalar arasında koordinatları sağlayıp bu sistemi devam ettiriyor. Sen o sonsuzluğu, o güzel tabloyu, o gerçek varlığı yakaladığın zaman yerini biliyorsun, haddini biliyorsun. Ufak bir dûa ile ufak bir tetikleme ile, yani hiç kendini yormadan, hiç kendini yıpratmadan, delirtmeden bütün kâinatı etkileyebilecek bir duruma geliyorsun. Gerçek varlığı hak ediyorsun, kazanıyorsun. Eylemeden eylemek. Yani yıpranmadan, hırpalanmadan, deliler gibi çalışmadan da insan zengin olabilir, kazanabilir, ebediyetini hak edebilir.

Meselâ; Allah sonsuzdur, ki bir şey sonsuz olduğu zaman bozulmaz, etkilenmez, hırpalanmaz, delirmez, hastalanmaz. Çünkü sonsuz demek mükemmellik demektir. Bir şey mükemmelse ona hastalık gelmez, üzüntü gelmez, korku gelmez. Peki biz bu sisteme nasıl entegre olacağız? Kur’an diyor ki: “Allah’a yaklaşın.” Yani Veli olun. Veli; yaklaşmak demek, Allah’a yakın olan demek. Ve Kur’an’da dört yerde geçer; Allah’a yakın olanların korkusu, üzüntüsü biter, diyor. “Elâ innâ evliyâallahî lâ havfun aleyhim ve lâ hüm yahzenûn”. Allah’ın velilerine ne korku vardır ne üzüntü vardır. Yani sen de mükemmelleşmişsin. Türkçe’de veli demek; aslında kâmil insan, insan-ı kâmil demektir. Olgunlaşmış; ne üzülüyor, ne korkuyor, ne acıkıyor. Ama lezzet alıyor. Maddi lezzet tarzında olmasa da lezzet alır. Çünkü lezzet ayrı bir kavram. Yıkıcı tesirlerden korunmuş oluyor. Meselâ biz niye yokluktan korkarız? Bir gün biter diye. Ama sonsuzluğu yakaladığımız zaman o “bir gün biter” kavramı biter. İşte gerçek mutluluk o zaman başlar. Bir gün biter kavramını zihninizden sildiğiniz zaman, bir gün ben de ölürüm biterim düşüncesini sildiğiniz zaman; işte gerçek cennet, gerçek huriler, gerçek ahiret, gerçek gılman odur. Onun için Yunus Emre diyor ki: Birkaç huri, birkaç cennet istemem, bana Seni gerek Seni...
“Sen” dediği sonsuzluk. Çünkü cennet de sınırlı. Cennet dahi sınırlı olduğu zaman çirkin oluyor, bir gün bitecek mi? diyor. Bunun tek çaresi; ferâgat, fedakârlıktır. Yani; başta öz kardeşini sonra akrabalarını, sonra komşunu, sonra şehirlini, en nihayet düşmanını dahi kendine tercih etmektir. Bunu becerdik becerdik. Yoksa insanlık müthiş bir anarşizme, kargaşaya, yıkıntıya gidiyor. Yani hiçbir taş yerinde değil. Sistem şimdi hep içeriye doğru çalışıyor.

Başta bir sır anlatacaktım. Biz boşluktan korkarız, boşluğa düşeriz diye korkarız. Bizim boşluk dediğimiz, yokluk dediğimiz, sıfır dediğimiz aslında gerçek varlıktır. Çünkü yokluk kavramı yok.
Varlık iki kategoridir: Bir kısmı durgundur. Ona biz boşluk diyoruz, sıfır diyoruz, yokluk diyoruz. Ama asıl yoğun varlık odur. Çünkü o ilimdir. Madde ve beden ise o gerçek varlığın köpük haline gelmiş şeklidir. Hani çocuklar banyoda köpük olunca oynarken, gerçek varlık sanıyorlar köpükleri, gidip onunla oynuyorlar. Yani biz de öyleyiz. Köpüğü görmüşüz, gerçek varlık, gerçek güzel şeyler, parlak, ışıklı şeyler diye. Halbuki gerçek varlık alttaki sudur. O orada görünmüyor.

“Çünkü O vardır.” O, orada aynı zamanda sıfırı da temsil eder. Sıfır gerçek varlıktır. Siz de nefis olarak sıfır olursanız bütün sorunlar biter, bütün sıkıntılar biter. “Çünkü O vardır.” Çünkü Allah vardır; her şey vardır, çirkinlik yoktur. Çünkü yokluk, gerçek varlıktır. Ben yok olmaya dünden razıyım, dediğiniz zaman, bütün sorunlarınız biter. “Çünkü O vardır.”

Ve Çinliler uzayın, boşluğun gerçek varlık olduğunu, 3000 sene önce keşfetmişler. Bilimde yeni yeni tespitler var. Basit olarak ifade edersek, günlük hayatta en çok biz şu konuda hata ediyoruz; övülme, sövülme konusunda, para kazanma ve kaybetme konusunda. Gerçi bu tabirleri çok geniş bir şekilde anlatabiliriz. Fakat pratik olarak hepimiz için övülme ile sövülme bir olsun, para kazanmak ile kaybetmek bir olsun. Yani gidin ölü gibi yaşayın, para kazanmayın, hakkınızı, hukukunuzu aramayın demiyorum. Allah namına hakkını da ararsın, iş de yaparsın, görev de yaparsın, ceza da verirsin. Ama Allah nâmına. Adamı hapishaneye de sokarsın, belki adamı kısastan da geçirirsin. Ama hiçbir zaman nefis nâmına olmayacak. Nefis nâmına olduğu zaman iş çirkin oluyor, zulüm oluyor. Bir Hâkim, cellada görev veriyor, diyor ki: “Git bu adamın elini kes çünkü suç işlemiş.” Cellad da o adama kızıyormuş. Gitmiş lezzet alarak, kin duyarak.
Hâkim: “Dur” demiş. “Sen sonsuzluk namına bunu cezalandırmıyorsun.”

Sonsuzluk nâmına bir insanı cezalandırmak güzeldir, bir insana tokat atmak güzeldir. Eğer nefis nâmına olsa, işte o çirkin olur. Hz. Ali (r.a) bir kafiri öldürecekti, kafir ona tükürmüş, o da öldürmekten vazgeçmiş. “Niye öldürmekten vazgeçtin?” diye sorunca; “çünkü tükürdün nefsim kızdı, seni öldürdüğüm zaman nefsim nâmına öldürmüş olurdum” cevabını vermiş. İşte nefis nâmına olursa; sen hacı da olsan, hoca da olsan, profesör de olsan, şeyhü’l a’zam da olsan, kutb-u a’zam da olsan kıymetin yoktur. Hepsi hiçtir, yokluktur, çirkinliktir, fâniliktir. Ama sonsuzluk nâmına olsa; bir bebeğe bir damla su içirmek, bir hayvana bir tabak su içirmek, bir insana küçük bir dua etmek, (hadislerde var) insanı ebedî bir cennete götürür. Aradaki fark odur. Öyle çok büyük işler yapmaya gerek yok. Ve eğer biz Allah nâmına yaparsak, nefis nâmına, bencillik nâmına yapmazsak, o zaman işin iyi olup olmaması, başarılı olup olmaması da bizi ilgilendirmez. Ben Allah nâmına yaptım, başardım, ne mutlu bana. Başaramadım daha çok ne mutlu bana. Çünkü sen sonsuzluğu elde etmişsin. Nefis namına yaptın, başardın; zulüm ettin, başarmadın; Cehennemin dibine gittin. İkisi de kötü. Lezzet bazında; bu sonsuzluk, gerçek varlık olduğu için gerçek varlık insanı mutlu eder, lezzet verir. Niye para bizi mutlu ediyor? Çünkü para, varlığı temsil ediyor. Niye evlilik bizi mutlu ediyor? Çünkü evlilik sayesinde biyolojik olarak varlık elde ediyoruz. Niye güzel yemekler bize lezzet veriyor? Çünkü varlığımıza varlık katıyor.

En büyük nimet varlıktır. Ve bu da sonsuzlukla olur. Sınırlı olan hiç bir şey güzel değil. Sınırlı şeylere sahip olmayın. Seviyemiz ne olursa olsun, yükseliriz, kurtuluruz, rahat ederiz, hiçbir sorunumuz kalmaz. Veli olmadan veli olursunuz. Seyr-i suluklara, tarikatlara, virdlere, nafile namazlara ihtiyaç kalmadan veli olursunuz. Bunun da çaresi: Birisi Hz. İsa (a.s)’ın sağ yanağına tokat vurmuş, o demiş ki; soluma da vur, yeter ki sen kurtul. Birisi sizi 3 metre iterse, siz 5 metre itelenin, diyor. Yeter ki adam kurtulsun. Başkasını kendine tercih ediyorsun. Param kayboldu, iyi ki kayboldu, güzel bir iş. Sistem içinde onun da yeri var. Trilyonlar kazandın; o da bir kavram, şükür ki verdin. Ben güzel bir yemek yerken; “Ya Rabbi! Sen bununla nimet olarak kendini bana hissettirdin, elini öpeyim” diyorum, huzur duyuyorum, lezzet alıyorum. Yakın akrabalarımdan da birisi bana küfrediyor, gene “Ya Rabbi! Sen kendini ne güzel gösteriyorsun” diyorum. Yani bunu hissetmeliyiz. Çünkü her şeyde O görünüyor. O’nun dışında bir şey yok. O’nun dışında bir şey sanmak; o, nefis işidir. O nefistir, göreceli bir varlıktır, göreceli bir filizdir, aşmak lâzım.

Soru: İnsan nefse sahip çıkıyor, ama ruha neden sahip çıkamıyor?

B. Sağlam: Çünkü ruh sonsuzdur, ilimdir. Ruhun aslı ilimdir, ilim de sonsuzdur. 2x2 ilim olarak sonsuzdur. Dünya’nın bütün santimetre karelerinde geçerlidir. 2x2=4 eder, sonsuzdur. Her şey ilim bazında sonsuzdur, somutlaştığı zaman küçülmüş oluyor. Meselâ iman öyle. Allah’a inandın sonsuzluğa inandın. Bak ne kadar güzel bir şey. Ebediyeti hak ettin, yokluğu yendin, ölümü yendin. Ama Allah’ı sınırlandırdığın zaman (Allah’ı bir cisim olarak; uzayda çapı 20 milyar kilometre büyüklüğünde bir şey olarak düşündüğün zaman sınır çizmiş oluyorsun), sınır çizilmiş bir şey ne kadar büyük olursa olsun hiç hükmündedir. Yani ben dünyadaki bütün internet bilgilerini bir anda hafızama kaydetsem dahi; madem ki sınırlıdır, o hiçtir.

İlim bazında öğrendiğin şeyler sonsuz olduğu için güzeldir. Ruh sonsuzdur, ruh güzeldir, Allah’ın parçasıdır demişler (parçasıdır demek yanlış da, Allah da ilim ya, aynı şey aynı kategori) ve ölümsüzdür. Ruhun daracık bir şekil almasına biz nefis deriz. İşte ruh ve nefis aynı şeydir. Araplar aynı manâda kullanır. 2 kere 2 dedik ya sonsuzdur. Bütün Dünya’da, bütün varlıkta vardır. Fakat 4 tane kalemi bir araya getirdiğin zaman, o kalemler mahvolduğu zaman 2x2=4’ün ölmüş olur. Nasreddin hocanın eşeğini araması gibi. Ondan sonra arıyoruz; benim 2x2=4’üm nereye gitti? Her yerde var, adam halâ arıyor.
Meselâ para da öyle. Bütün paralar bizimdir, bütün nimetler bizimdir aynı zamanda. Yani benim yemem şart değil. Ama bunu illâ somutlaştırırsam o zaman ararım benim eşeğim nerede? Bu küçülmüş olur. O zaman çirkinlik olur. Nefisle ruhun ilişkisi odur. Nefis; ruhun somutlaşmış şeklidir. Meselâ güzellik kavramı sonsuzdur. Ben diyorum ki; Ya Rabbi! İyi ki güzellik varmış. Eşin güzel değilse olmasın, önemli değil.

Yani Türkiye’de devlet var, asker var, evler var, ordular var, saraylar var, şehirler var, bunlar benim sayılır. Bana düşen evin çirkin olması Türkiye’nin çirkin olmasını gerektirmez. Benim evim de varsın çirkin olsun. Ben de bir kavram olarak buna katlanayım. İşi yırtarsın. Ama sonsuzluğu illâki benim evim çirkindir, rutubetlidir, otomatik olarak bütün Türkiye çirkindir demek gibi birşey olur. Haksızlık etmiş olursun.

K. Aktaş: Mevlâna’ya bir şey soruyorlar. “Benim gibi olursan onu anlarsın” diyor. Bu sonsuzluk boşluk gibi bir şey, boş bir şey. Meselâ İbn-i Arabi diyor ki: “Allah” içi boş bir kavramdır, onu sıfatları doldurur. Bizim bu sonsuzluğu anlamamız için mutlaka orada bir kıyasın olması lâzım, bir mihengin olması lâzım. Orada nefisten, o şekillerden sürekli bir asıllara dönüş, şekillerden asla dönüş denen bir dönemeç var.

B. Sağlam: Allah’ın sisteminde şöyle güzel bir formül var. İnsanlar onu yapamıyor. “Allah” boşluk derken, yokluk hatırınıza gelmesin. İbni Arabi’nin deyimi ile anlatayım:
Boşluk, gerçek varlıktır. Yokluk dediğimiz hadise; gerçek varlıktır. Ama somut olmadığı için ismini koyamıyoruz. Somut olmayan bir şeyin ismini koyamazsın. İsmini koyamadığımız zaman da bilmemiş oluyoruz. Dolayısıyla biz cahil kalmış oluyoruz. Allah bunu telafi etmek için, nokta görüntüler yapar. Hikmet, ilim, sanat, fizik, kimya, astronomi... Sayısız şekillerde o sonsuz varlıklardan nokta görüntü yapıyor. O noktalar somutlaşıyor, biz de onlara isim koyuyoruz. İşte Hâlık’tır, Mucib’tir, Şâfi’dir, Kerim’dir, Rahman’dır, Rahim’dir. Her isim bir noktanın adıdır, Allah’ın adı değil. Allah’ın adı olmaz, Sonsuzun adı olmaz. Noktanın adı olur. Fakat Allah mükemmel olduğu için, noktaları da sonsuz yapıyor. Meselâ; Allah kendini somutlaştırmış; Küre olarak, Güneş olarak ortaya çıkıyor. Fakat Güneş’i yuvarlak yapıyor. Yuvarlaklık neyin sembolü? Sonsuzluğun sembolü. Yani somut içinde sana sonsuzluğu gösteriyor. Biz öyle değiliz. Türkiye’de kim yuvarlak bir ev, bir saray yaptı ki? Herkes dört köşeli yapıyor. Çünkü bizim imkanlarımız kıt ya, dört köşeliliğe mahkumuz. Allah öyle sonsuz bir güç sahibi ki; somut içinde soyutu gösterebilir. Bir hücre içinde, DNA’da, bir hücrenin DNA’sında sonsuz bilgiyi koyabiliyor. Ne kadar geçmiş-gelecek varsa o hücre içinde vardır. Onun için diyor ki: Sonsuzluktan kaçmayın, somuta da talip olursunuz. Yani eşiniz sonsuzluk ifade ettiği zaman eşiniz olabilir. Ebediyyen bu benim arkadaşımdır, benim yoldaşımdır, benim destekçimdir diye. Yoksa cinsellik için geçici olarak kullanır atarsınız. Ne kadar küçültüyoruz.

Somut içinde soyutu göreceğiz, soyut içinde somutu göreceğiz. İki kere ikiyi her yerde göreceksin. Nerede 4 tane çubuğu görürsen o sonsuz formül burada da var dersin. Ve ara sıra o çubuklara siz de sahip olacaksınız. Zaten insan, hiçbir zaman çubuksuz da kalmıyor. Elhamdülillah bu gün de 4 tane çubuğum var dersin.

K. Aktaş: Yani soyut içinde somutu, somut içinde soyutu.

B. Sağlam: Ölçü odur zaten. Bölücülük yok, ayrıştırmamak lazım. Somut ayrı soyut ayrı değil. Dünya ayrı ahiret ayrı değil. İşin kötü tarafı; bir noktada boğulup öbür boyutu kaybetmek. Ebediyeti, sonsuzluğu kaybetmek.
Meselâ hastalıklar, sıkıntılar neden olur biliyor musunuz?
Dar bakıyoruz, dar bakarken oradaki güzellik ve denge ruhumuzda yansımıyor. Ruhumuz ise dengeli, güzel. Ondan sonra ben burada depresyona giriyorum, çıldırıyorum ve diyorum ki; çirkinlik niye var? Ya çirkinlik yok. Ben dar noktadan bakmışım, dar noktadan denge görünmemiş. Vücudum, bilgisayarım onu öyle algıladı, çirkinlik diye algıladı. O çirkinliği benim ruhuma mâl edinceye kadar, benim sistemime, kendime adapte edinceye kadar ben sancılar çekiyorum, sıkıntılar çekiyorum. Dert dediğimiz, çirkinlik dediğimiz bu. Sen sonsuz çerçeveden bakamıyorsun, dar noktadan bakıyorsun, çirkin, dengesiz görüyorsun, o sistemi. Absorbe edinceye, sindirinceye kadar sıkıntı çekiyorsun. Yani o, resmen psikolojik olarak vücuduna bir şişin batması gibi bir şeydir.
Ama bir insanın yüz güzelliği; koordinatları kurarsan...

Biz ne dedik? Ruh da Allah da ilimdir. İlmin somut şekli; koordinatları kurarsan, Türkçe’si odur. Koordinatları kuramadığınız zaman her şey çirkin olur, sonsuzluğu yakalayamazsınız. Biz hep noktaya bakarız. O noktanın nereye baktığına bakmıyoruz. Sonsuzluk koordinatları kurmaktır.

Soru: Şöyle diyebilir miyiz? Zıtlıkları yakalayıp da doğru yolu, orta yolu bulmak demektir, diyebilir miyiz?

B. Sağlam: Ben bir ara çok derdim: Ya Rabbi! Sol eli niye vermişsin, soldur, felç gibi bir eldir, çalışmıyor. Sonra anladık ki; sol el olmazsa sağ elin kıymeti yok. Sonra birleştirdik. Sağ da bitti sol da bitti. Sadece “O” kaldı. “La Mevcude İllâ HÛ” Onlar hep geçmek içindir, kavram içindir.
...
Soru: Bencilliği besleyen kaynak nedir?

B. Sağlam: Allah, insanları ve hayvanları yaratırken vücutlarının devam etmesi için bir sistem kurdu. Kendisine lâzım olan şeyleri alsın, lâzım olmayan şeyleri atsın. Sistem böyle bu kadar güzel. Sana lâzım olan şeyleri alacaksın lâzım olmayan şeyleri atacaksın. Fakat bu duygu ajite olduğu zaman “hepsi benim olsun” diyorsun. O zaman sistemi çökertiyoruz, sistem devam etmiyor, bu sefer çöküyor. Bencillik duygusu odur. O içeri çekme duygusunun şeyidir. Yani günde 1 kg yemek yiyeceğine Türkiye’nin bütün ambarlarını yemeye çalışıyorsun. İşte o zaman büyük bir zulüm olur.

Soru: Bencilliğin kaynağı nedir?

B. Sağlam: Bencillik; bir dengesizliktir. Allah da buna izin veriyor. Çünkü gaye imtihandır, varlığa varlık katmaktır. Bencilliğini yenen insanların yani şehitlerin, Peygamberlerin, velilerin, sonsuzluğu yakalamış insanların bir şey olabilmesi için bencil insanların da varlığı olması lâzım. O film içinde onların da rolü var.

Soru: Buna kendi nefsini besliyor diyebilir miyiz?

B. Sağlam: İç dünyamızda nefis bencildir, ruh sonsuzdur. Bunun dengesini sağlayacaksın. Hep ruhanî olsan, o zaman ölürsün. Ama ara sıra gidip: “Bakkal efendi! Bu ekmek benim hakkımdır” diyorsun, 5 lira çıkarıp veriyorsun. Orada bencilce iştir, ama güzel bir şeydir. Yani her bencilce iş kötü değil. Bakkala gidiyorsun diyorsun ki: Bu ekmek benim hakkımdır, 5 lirayı al diyorsun. Bak çektin içine. Ama Türkiye’nin bütün ekmekleri benimdir, benden başka hiçkimse aç değildir dediğin zaman çılgınlık olur.

Soru: Hz. İsa(a.s)’ın kendini fedâ etmesinden bahsettiniz...

B. Sağlam: Bütün Peygamberler öyle...

Soruya devam: Ama Kur’an’da öldürülmedi, kendi katına yükseltildi diyor. Bu söylediklerinizin kaynağı nedir?

B. Sağlam: Biz bu konuda bir kitap yazdık, kitabımız çıkacak. Hz. İsa(a.s) öldürüldü. Kur’an’ın öldürülmedi demesi şu; şehitler gibi ölmedi. Nasıl şehitler maddeten, nefsen ölüyorlar. Ama gerçekten ölmüyorlar. Hz. İsa(a.s) da nefsen öldü. Ruhu ebediyeti, hakikati yaşadı. Müslümanlar o konudaki âyeti yanlış yorumluyorlar. Sonra da Hıristiyanlar ile boşu boşuna kavga ediyorlar. O mesele yanlış.

...
Ben bazen Kubilay’ı eleştiriyorum. Ama eleştirirken onu batırayım, yerin dibine girsin diye değil. Kubilay’ı nasıl biraz daha yükseltirim diye eleştirebilirim. Üstad Bediüzzaman ona “mecazi adâvet” der. Yani şeklen hafif düşmanlık gibidir. Ama o aslında sevgidir. Bir babanın evladını hafif uyarması, kınaması nefis nâmına değil. Bir şey nefis nâmına değilse sen adama tüfek de dayasan güzeldir. Yeter ki nefis nâmına olmasın. Ama nefis nâmına olsa “ben öyle insanım ki; yetmiş kişiyi namaza başlattım.” Al işte yetmiş kere cehennemin dibine gittin. Nefis namına olmayacak.
Kendini üstün görmek de bencilliktir. Çünkü üstünlük yok. Sonsuzlukta aşağı yukarı, dar, sınır yok. Üstün görmek; sonsuzluğu küçültmektir. O da suçtur. Ben niye üstünüm ki? İki tane varlık yok ki biri diğerinden üstün olsun. Bir sistem var, bir sonsuzluk var. Ben o sistemi kendi küçük sistemime indirgediğim zaman, ben de en üstünüm dediğim zaman işi bitirmiş oluyoruz, öldürmüş oluyoruz.

Dindarlar çoğu zaman resmen ibadet ettikleri tanrıyı bu şekilde öldürüyorlar. Nefis nâmına dindar olacağımıza dinsiz de olsak olur. Çünkü aynı kapıya varıyor. Aynı şeydir ama ismi değişik.

Donukluk İslâm’da yok. Bilgisayar teknolojisi bir programdır, bir pakettir. Fakat programın mayasında ikili yapı var. 0-1 sistemi. O 0- 1 sistemi işin çalışmasını arttırır, bereketlendirir.

Vahiy, Allah’ın güzel bir ikramı, güzel bir paketi iken onun içinde dahi ikili yapı var. Fizik ve metafiziği içeriyor ki verim ve gelişme artsın. Geçmiş fiil olarak, “avhayne” kelimesi 24 kere geçmiş fiil olarak Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem)’in 24 seneye yakın vahiy aldığına işarettir. “Evhayne” biz sana vahyettik, Kur’an’da 24 kere geçiyor. Ve Hz.Peygamber, 24 seneye yakın tam 24 değil de yakın, Allah’tan vahiy aldı. Sebeplerle ifade ediyor, evhayna. Çünkü vahiy sadece mucizevi, keramet, olağanüstü bir şey değil. Tabiatın içinde kâinatın içinde yeri var. Yani vahiy bir yere geldiği zaman her şeyi ilgilendiren bir şeydir. Sadece özel bir ikram değil. Onun için sebeplerle beraber biz vahyi gönderdik diyor.

“Evha” müfred olarak, direkt Allah’a isnad edilen şekilde 8 kere geçmiş. Semaya vahiy, Ay’a vahiy, Hz. Musa(a.s)’ın annesine vahiy. Onlar olağanüstülük, olağanüstülükler 8 kere geçmiş. Bunların hepsi de olağanüstü. Sekiz kere sekiz de Risale-i Nur’da gaybilik, metafizik âleme işarettir. Yani metafizik âlemden gelen özel nimetler; “evhâ.” 18, 8 ve 28 Risale-i Nur’da gayb âlemlerinin işaretleridir. Risale-i Nurda o numaralardan biz onu bulabiliyoruz. 8,18 ve 28’ler cennetin ve gayb âleminin sembolüdür. Meselâ dünyada Hz. Peygamber(Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’e gönderilen gelen vahiyler “evhayna” ile bildirilir. Biz sana vahyettik. Miraçta gelen vahye; Rabbi O’na vahyetti diyor. Miraç olağanüstü bir durum ya. Orada yine mucizevi bir ifade var. Bir yerde “evhaytü” diyor; ben havarilere vahyettim. Yani “ben,” Allah, kendini somut bir şekilde gösteriyor. Kur’an’da; ben havarilere vahyettim diye bir âyet var. Ve Allah somut bir şekilde kendini ortaya koyuyor. Çünkü Allah havarilere vahiy göndermedi. Hz. İsa(a.s) zaten Allah’ın onlara gelen vahyiydi. Somut bir vahiy yani. Onun için somut örneği. Kipte somutluk var. Bir kere geçiyor, İsa bir tane ve havarilere o vahyetti o bildirdi her şeyi.
Geniş zaman “nûhî” yani her zaman vahyediyoruz mealindeki kelime 4 kere geçmiş. Yani zaman üstünden, dördüncü boyuttan vahiy aktiftir, geliyor geçmiş ve geleceği kuşatacak şekilde. Dört 4.boyuta bakar. Bir nükte daha şudur: Diyor ki; Kur’an’da anlattıklarımız gaybın haberleridir. Biz onu sana vahyediyoruz. İnceliğe bakın; gaybın haberleridir, biz o haberleri sana vahyediyoruz demiyor. Biz o gaybı sana vahyediyoruz. Yani Kur’an tarih kitabı değil. O, haberleri anlatmıyor. O metafizik dünyada görünen malzemeyi Hz. Peygamber’e uygulattırıyor Kur’an, onu yaşattırıyor. Onun için o haberleri vahyediyoruz demiyor, o gaybı sana vahyediyoruz. Tekil zamir var, gayb tekildir. Haberler ise çoğuldur. Çoğula gitmiyor, tekil kelimeye gidiyor, Nûhiyhî Nûhiyhâ demiyor. Onu sana vahyediyoruz. Bir yerde nuhiyhâ demiş. Aynı kipte, “biz o haberleri sana vahyediyoruz.” Evet, Kur’an bir açıdan tarih kitabıdır da aynı zamanda. Yani o haberlerin doğruluğunu da veriyor. O bir kere geçmiş, öbürü iki kere geçmiş. Yani asıl faktör; o gaybın yaşanılması, yaşatılmasıdır. Bütün maziler 33 kere geçmiş. İslâm’da 33 mübarek bir sayı. Tesbihatlar, ibadetler, tahmidatlar, Risale-i Nur’daki sayılar, hep 33’lüdür. Yani vahiy mucizedir, olağanüstü bir ikramdır. Edilgen şekli 10 kere geçmiş. Yani kim vahiy gönderdi yazmıyor, vahyedildi diyor. Niye edilgen şekilde veriyor? Belli ki Allah ediyor. Ama niye edilgen şekilde veriyor? Yani vahiy öyle, bir çiçek öyle bir meyve öyle harika bir şeydir ki; kimin gönderdiği belli olmasa dahi o kendi yazarını, kendi sahibini söyler, açıklar. Gerek yok yani.

10 sayısı mükemmelliği temsil. O kadar mükemmeldir ki vahiy, kim onu gönderdi, kim onu söyledi belli oluyor. “Vahyedildi” diyor. “Vahyettik” demiyor da “vahyedildi” diyor. 33+10=43
43 yaşı Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem)’in vahyi sürekli almaya başladığı yaşıdır. Hem edilgen hem etken şekliyle, gece gündüz vahiylerin akmaya başladığı senedir. 43 yaşı.
Muzariler 12’dir geniş zamandır. 12 düzeni ifade eder, düzenin sembolüdür. Geniş zamanda vahiy sürekli düzeni ifade eder.


Bahaeddin SAĞLAM.

Hiç yorum yok: