16 Ocak 2008 Çarşamba

DUA VE DUANIN EVRENSELLİĞİ

DUA VE DUANIN EVRENSELLİĞİ

Diğer sohbetlerimizde bir sayfa notlar tutardım. Bir saat içinde notlarım biterdi ama 3 gün böyle bu hazırlık içinde ancak bitti. Ve bu çok önemli oldu benim için. İnşallah sizin de duanızla buradaki samimi kalbî duygularla bu proje, bu sohbet bereketli olur, faydalı olur.

Daha önce Hz. Peygamber (S.A.V.)’in maddi ve manevi şahsiyeti üzere sohbet yapacağız demiştik, ama ben baktım konu beni aşıyor, çok geniş bir alanı işgal ediyor. Ve tarih boyunca da Müslümanlar, Hz. Peygamber (S.A.V.)’in maddi şahsiyeti üzerinde fazlaca durdukları için (manevi şahsiyeti ile ilgili bilgi çok azdır kitaplarımızda) ve bu garip kardeşiniz 3-5 not tuttu o konuda da. Bizim konumuz içinde onlar da ayrıca işlenecek. Hz. Peygamber (S.A.V.)’in Manevi Kişiliği ve Duası ismi altında. Çünkü işin özü anlaşılmayınca, bir şeyin çekirdeği anlaşılmayınca kabuğundan hayır gelmez. Maalesef, -yani isterseniz siz de bakın- İslâm tarihi %80 itibariyle hep kabuk bilgilerle uğraşmış. Öz kaybolmuş, yer yer de ölmüş. Yani kaybolması normal de yer yer de ölmüşüz. Onun için samimi bir istekle, dua ve çalışmakla, aşk ile Müslümanlar olarak yeniden bir canlanma, yeni bir düşünce sistemi içinde yeni projeler, yeni anlayışlar geliştirmeliyiz. İşte bu projeler içinde bir konumuz da; Dua ve Duanın Evrenselliğidir.

Daha önceki sohbetlerimizde sıkça hatırlattığımız gibi dinî litaretürün her kelimesi, her konusu, her cümlesi evrenseldir. Evrensel derken, yani dünyayı âhireti, geçmişi geleceği, maddeyi mânâyı, kalbi aklı her tarafı kuşatacak şekilde zengin ve verimli ve canlıdır. Bununla beraber biz bu literatürü, bu konuları öldürecek şekilde özünden kaybettirmişiz, kaçırmışız, koparmışız, hurâfe şekline sokmuşuz. Anlaşılmayacak bir şekle sokmuşuz. Daha önce hatırlattığımız gibi. Meselâ; bunlardan bir tanesi “Âdem hakikati.” Öyle sonsuz bir bilgi içeriyor ki o mesele, bilim daha o konuda solda sıfır kalıyor. Yani felsefe o konuda daha çok çocuk gibi kalıyor. Ama dinî kitaplar ta 4000 sene önceden Âdem’i, Nuh’u, işte âhireti, cenneti, mahşeri, ne kadar hatırınıza dinî literatür gelirse öyle sonsuz bir şekilde anlatmışlar ki; her bir cümlesi, her bir kelimesi, her konusu mucize olduğu net olarak ortaya çıkıyor. Ama evrensellikle beraber anlaşılırsa. Bu evrensellik özelliği kaybolduğu zaman, o dinî bilgiler kabul edilmez, akıl dışı, hurâfe tarzında, işte avam tarafından uygulanan nesneler olarak kalır. Ve haklı olarak da kafası çalışan insanlar, ilim adamları dine karşı cephe alıp gidip dinsiz oluyorlar. Burada suç onların değil, suç Müslümanlarındır, dindarlarındır. Çünkü bu işi tetikleyen, bu işi körükleyen Müslümanlardır, onlar değil. İşte bu öldürülmüş kavramlardan bir tanesi de duadır. Biz bu dua kelimesini kelime olarak, kavram olarak, bölümler olarak, yan gerçekleri ile beraber 1-2 saat içinde işleyeceğiz inşaallah.
Dua deyince, böyle hurafe tarzında, kocakarıların türbeye gidip çaput bağladığı, umutlar beslediği bir nesne, bir hakikat olarak algılanıyor. Yani kime sorarsanız sorun. Yani mezara gidip elini açan, işte ölülerden bir şey bekleyen veya gidip ağaca çaput bağlayan. Veya işte uyduruk bazı Arapça kelimeler tekerlemek şeklinde algılanıyor. Maalesef dua bu değildir. Evet bunun da bir yeri vardır. Ben bunu da hepten reddetmiyorum. Şimdi sırayla geleceğiz.

Dua hakikat midir? Yani dua eden insan duası kabul oluyor mu, olmuyor mu? Önce oradan başlayacağız. Sonra duanın kaç çeşidi vardır, ana kategori olarak, sonra detay olarak. Sonra diğer özelliklerine geçeceğiz. Duanın hakikati şudur, yani ontolojik olarak, felsefî açıdan biz bunu ifade edersek; kâinatta istek içinde olmayan, hareket içinde olmayan, faaliyet içinde olmayan hiçbir nesne yok. Ne taş, ne toprak, ne yıldız, ne çiçek, ne böcek hiçbir şey yok. Her şey, her nesne faaliyet içindedir, hareket içindedir, arzu içindedir, istek içindedir. Ve gittikçe mükemmele doğru tırmanış içindedir, işte dua budur. Yani “dua” kelime olarak “istek” demektir. Böyle, varlıkların mükemmelliğe doğru tırmanış isteğidir dua. Yani pratiği budur, hakikati budur. Ve bu hakikatin dışında hiçbir nesne yoktur. Peygamberlerden tutun ta normal insanlara kadar, oradan taş ve toprağa kadar, oradan yıldızlara kadar her şey hareket içindedir, faaliyet içindedir, belli bir program içinde yürümektedir ve sürekli mükemmele doğru tırmanış içindedir. İşte duayı biz böyle tarif ederiz. Peki bu hakikat yanında kocakarıların çaput bağlaması nedir yani. Türbeye gidip, ölüden istemesi nedir? Bu, bu sonsuz dua hakikatinin trilyonda biridir ancak. Ben onu da dışlamıyorum. Çünkü o da bir inanç ifade ediyor. Yani bir kocakarının türbeye gidip dua etmesi, bir ağaca çaput bağlaması yanlıştır, İslam’da yeri yoktur. Ama bununla beraber bir inanç içerdiği için onun da bir hakikati vardır. Çünkü inanmak başlı başına bir harekettir, bir faaliyettir, bir mucizedir. Yanlışı dahi olsa dua etmemekten, dinsizlikten daha iyidir. Ve onun da hep neticeleri oluyor zaman zaman. Yani adam gidiyor bir çaput bağlıyor ağaca ve duası kabul oluyor. Yani çünkü dua etmemekten, içine çöküp kapanıp umutsuz bir şekilde hayatı geçirmekten daha iyidir. Ben halkın inançlarına saygısız bir insan değilim fakat dua deyince sadece biz bunu anlamamalıyız. Duanın gerçek hakikati; kâinatta var olan her şeyin istek içinde, faaliyet içinde, hareket içinde olmasıdır. Ve bu hareket, istek ve faaliyetin pratik bir şekilde an be an dualarının kabul edilişidir ki; bakıyorsun her şey mükemmele doğru gidiyor. Mükemmelleşiyorsa, demek ki duası kabul oluyor, otomatikmen bu çıkıyor. Geri giden, çöken, yıpranan, yok olan hiçbir şey yok kâinatta. Her şey sürekli hareket, faaliyet, dua, istek içindedir, tırmanış içindedir ve gittikçe mükemmelliğe doğru gidiyor. Eğer biz Müslümanlar böyle bütün kâinatı kuşatan bir kanunun dışında bir hayat geçiriyorsak âlem-i İslâm olarak, biliniz ki biz Müslüman değiliz. Biz, kâinat dışında ucube, böyle tuhaf bir yaratık olmuşuz. Kâinat meclisi tarafından kovulmuş bir nesneyiz artık. Hani bazıları diyorlar; Müslümanlar niye geri kaldı? Ben de diyorum ki; İslâm yok ki Müslümanlar ilerlesin. Yani kâfirler hiç olmazsa kâinattan kopmamışlar. Yemek, içmek, ticaret, siyaset konusunda kâinattaki fıtrî kanunları işletiyorlar. Biz de o da yok. Yani biz ne Müslümanız, ne gavuruz, böyle kâinat dışında kovulmuş, sahipsiz, gerileyen bir yaratık hâline gelmişiz. Ve bunu başta dua konusunda, dua kavramı konusunda mutlaka bu meseleyi tersine çevirmemiz lâzım. Yani duanın hakikati kâinat çapında bir hakikattir, fıtrîdir, evrenseldir bütün âlemleri kuşatan bir gerçektir.

Bir de duanın teknik izâhı; yani nasıl oluyor, bir insan ufak bir iş yapıyor, o iş onu ebedileştiriyor, sonsuz yaşama hakkını ona tanıttırıyor? Ağzından üç beş tane böyle samimi bir şekilde bir kelime tekerlemesi yapıyor. O kelimler ona sonsuz bir sevap kazandırıyor, isteğini kabul ettiriyor. Bunun teknik izâhı da şudur: Bu sibernetik hakikati var. Yani kâinatta etkileşim sırrı. Eskiden kâinat bir makine gibi tahayyül edilirdi. Yani başta bir motor, her şeyi o çevirir. Öyle değil kâinat. Kâinat başlı başına bir sistemdir, her şey her şeyle alâkalıdır. Vücudumuzdaki her hücrenin diğer bütün hücrelerle olan ilişkisi gibi. Ayağımıza bir diken battığı zaman nasıl beynimizi felç ediyorsa, beynimizde ufak bir kimyevi eksiklik nasıl vücudumuzu felç ettiriyorsa, kâinatta da en ufak bir dengesizlik, bir bozukluk bütün kâinatı felç ettiriyor. Ve en ufak bir hareket bütün kâinata neşe ve renk katabiliyor. İşte duanın teknik izâhı budur. Sibernetik sistem kâinatta esastır. Kâinatta, adalet, denge, düzen esastır. Bu denge o kadar mükemmel ve yüksek derecede işleniyor ki; en ufak bir dua, en ufak bir hareket bütün kâinatı etkileyebilecek bir şekilde onu tetikleyebiliyor. Yani bu aklınıza tuhaf gibi gelmesin. Tansiyonunuz 20’ye çıkar bayılırsınız, doktora gidersiniz. 1 mg bir ilaç verirler size 1 mg. Bir bakıyorsun, yarım saat sonra tansiyonunuz 12’ye düşmüş. Yani bu her zaman yaşadığımız bir hakikattir. Onun için tuhaf görmeyin. Bazen ciddi, samimi bir istek, üç beş kelime şeklinde bir dua bütün dünyanızı, geleceğinizi renklendirebilir, neşelendirebilir, canlandırabilir. Ve tersi de olabilir. En ufak bir yanlışlık, sizin bütün hayatınızı felç ettirebilir. İşte dua budur, duanın teknik izâhı budur. Kâinatta her şey her şeyle alâkalıdır. İnsan, bu alâkaların merkezinde bir can, temel organ, hücredir. Ve insanın yaptığı bütün hareket, faaliyet, dualar bütün sistemi etkileyebiliyor. Risale-i Nur’da “sırr-ı hikmeti” yani bu teknik izah kelimesi belki yabancı gelir size. Üstad Bediüzzaman bir şeyi izâh ederken, bu meselenin hakikati budur diyor. Sonra dönüyor, bu meselenin hikmet sırrı, sırr-ı hikmeti budur. Yani sistemin nasıl çalıştığını anlatır. Önce işin gerçeğini anlatır. Sonra işin nasıl çalıştırıldığını gösterir.

Dua, kategorik olarak ikiye ayrılır: Mucizevi dualar olağanüstü dualar. Bir de kanunî dualar, sünnetullah çerçevesi içerisinde kanunî dualar. Ve duada bu kategorik ikiye bölünme olduğu gibi bütün kâinattaki her şeyde bu geçerli. Yani kâinatta ne varsa, her hareket, her nesne, her cisim, bu iki kategoriye sokabiliriz. Ya sünnetullah tâbir ettiğimiz, Allah’ın koyduğu çığır ve yasa üzerine gidiyor iş. Veya olağanüstü, mucizevi bir şekilde yürüyor. Bunu her şeye tatbik edebiliriz. Duaya tatbik ettiğimiz zaman şudur, duanın kanunî yönü şudur; tabiatta, kâinatta, geçmiş ve gelecekte, madde ve manâda psikolojik, sosyolojik, fizikî, kimyevî kanunlar var. Bu kanunlar kâinata düzen vermek için Cenâb-ı Hakk tarafından devam ettirilen, süreklilik verdirilen birer kapıdırlar. Sen o kanunlara müracaat ettiğin zaman, oradaki bilimsel gerçeklere riayet ettiğin zaman, Allah’ın kapısını çalmış oluyorsun. Allah da senin duanı kabul ediyor. Yani tarlayı ekmek bir nevi Allah’ın kapısını çalmaktır. Susadığınız zaman suyu içmeniz, Allah’ın o konudaki kanununu işletmektir. Hasta olduğunuz zaman ilaç kullanmanız, Allah’ın şifa kanununu işletmektir. Bu nevi dualar daha makbuldür, daha gerçektir ve bizi daha çok ilgilendirir. Fakat bütün kanunları çaldık, kapıyı çaldık ama bütün kapılar yüzümüze kapandı, çaresiz kaldık. O zaman işte mucize devreye girer. Normal pilot ölür, uçak düşmüyor. Otomatik pilot devreye girer bu sefer. İşte normal kanunların tıkandığı veya bittiği noktada mucizevî dualar devreye giriyor. Yani kâinatta yokluk, düşüş, kaybolma yok. Allah şöyle veya böyle sizi var kılmak istiyor, sizi var ediyor, sizi devam ettiriyor. Bu işin raconu, hakkı kanunlar çerçevesinde yaşamak, dua etmek, Allah’ın ikramlarını kendine çekmektir. Fakat kanunun tıkandığı, bittiği yerde mucize devreye giriyor. Ve mucize deyince bizim aklımıza şöyle bir şüphe de gelebilir. Mucize var mı, yok mu? Nasıl mucize olur? Yani kâinatta bu kadar geçerli kanunlar varken mucize neren çıktı, kim görmüş mucizeyi falan demeyin. Kanunların varlığı kadar mucizelerin de varlığı bir hakikattir. Çünkü kâinatta şöyle bir ikili yapı var; her şey zıddıyla vardır. Nasıl bir insan bir kadını gördüğü zaman, mutlaka bunun bir babası vardır, bir erkek vardır, anlıyor. Geceyi gördüğü zaman gündüzü de hemen yüzde yüz görür. İşte ıslaklığı gördüğü zaman kuruluk kavramını anlar. Aşağıyı gördüğü zaman yukarı kavramını görür veya hatırlar. Kâinatta zıtsız hiçbir şey yoktur, her şeyin bir zıddı vardır. Bu en temel bir yasadır kâinatta. Yani kâinatta eğer kanunlar varsa, sistem varsa, düzen varsa bu sistem üstü, kanunlar üstü mucize dediğimiz, olağanüstü icraatlar dediğimiz bir hakikat de vardı. İşte biz sıkıştığımız zaman, o olağanüstü mucizelere sığınıyoruz. Ve yanlış olarak da dua hatırımıza gelince, duanın kabulü deyince o mucizevi ikramlar diye anlıyoruz.

Geçenki sohbette de anlattık. Kâinattaki bütün faaliyetler, bütün düzenler vahiydir. Biz bunu vahiy olarak algılamıyoruz. Kazaran mucizevi bir şekilde bir veliye, bir peygambere bir melek bilgi getirince biz sadece ona vahiy diyoruz. Evet o da olağanüstü bir vahiy ama işin büyük kısmı burada. Yani biz, okyanusu bırakıp göllerle, çeşmelerle uğraşmış gibi oluyoruz. Yani ben bunu en ateist insana dahi ispat edebilirim. Kâinatta zıtlar 2x2=4 eder derecesinde vardır. Ve birbirisiz olmaz. Bir yerde kanun varsa, onun zıddı olur. Mucize yani olağanüstü bir durum da vardır. Ve dualar bu şekilde gidiyor. Peygamber ki peygamberler, peygamberlik vazifesi için sürekli mucizeler tarafından desteklenirken peygamberler yasal yaşamayı tercih ediyorlar. Çünkü yasal yaşamada daha çok mucizelik vardır. Yani şöyle bir misâl verebilirim: Devlet sizi 60 sene, her senenin 365 günü besler. Bak ne kadar büyük bir iş. Ama bir gün imkanlar tıkanmış, maaş verilememiş veya olağanüstü bir şekilde hastalanmışsınız. Bu sefer olağanüstü bir ödeme çıkartıyor, olağanüstü doktorlar gönderiyor, olağanüstü bir şekilde sizi bir hastahaneye kaldırıyor. Evet bu da önemli, bu da bir realite, bu da gerçek ama o 60 sene boyunca, 365 gün devletin sizi beslemesi, koruması, himaye etmesi, yaşatması daha büyük bir mucizedir. Onun için hayatınızda böyle, ya! hiç olağanüstü bir durum yok diye üzülmeyin. Kanunlar başlı başına bir mucizedir. Kur’an-ı Kerim’de kanunî alanlarla, mucizevî alanlar şöyle ifade edilir. “lehü’l hâlku ve’l emrü” diye bir âyet var, Âraf sûresi; 54. Yani düzenli yaratma da Allah’ın elindedir, olağanüstü yaratma da Allah’ın elindedir. İkisi birdir aslında. Sadece Allah farklı görüntüler içinde, bize kendini gösteriyor. İkisi birdir. Yani bir bebek için süt mucizedir, onun gıdası süttür. Ama normal bir insanın başka gıdalar alması lâzım. O da mucize bu da mucize. Farklılık bunların birisinin küçük, birisinin önemli, birisinin önemsiz olmasını gerektirmiyor. Çünkü kâinatta ne varsa, ister kanunî olsun, ister mucizevî olsun her şey Allah’ın kendini göstermesidir. Ve Allah mükemmel olduğu için her şey güzeldir. İnsanlar bu şeyden zaman zaman bıkıyorlar, düzenli hayattan. Yâ bıktık artık, her gün yat, ye, yat ye… nereye kadar? Ama öyle bir hikmetler, öyle bir faydalar, öyle anlamlar o düzen içinde var ki; insan onları gördüğü zaman veya neticelerini anladığı zaman, ya! iyi ki bizim hayatımız düzenliymiş, her gün mucize yaşamıyormuşuz der. Mucizeler ihtiyaca binâen olur. Mucize ile kanunun misâli şudur; hani devletin normal idaresi vardır. İşte bakanlar kurulu olağan dönem diye idare eder. İşler çok karışır, sıkı yönetim devreye girer, askeriye yönetimi ele alır. İşte mucize yönetimi, bir nevi sıkı yönetimdir. Yani sistem tıkanmış, kanun yürümüyor. Allah, ekstradan bir müdahale yapıyor. Ve normal düzenli yaşamak, bizim için daha faydalıdır, daha verimlidir, daha güzeldir. Tıkanmamak ve bıkmamak şartıyla. Fakat nefis kördür, tıkanıyor, bıkıyor, şükretmiyor, hep mucizevi duaların kabulünü arıyor. Ya Rabbi bir dua edeyim, bir Âyete’l- Kürsi okuyayım sen şöyle bir araba, bir villa böyle bir... Nefis hep olağanüstülüğü ister. Ama bizim inancımıza göre olağan ile olağanüstü aynı şeydir. İkisi de Allah’ın kendini göstermesidir, ikisi de şükür gerektiren iki tane güzel penceredir. Biz o pencerelerden Allah’ın icraatını, güzelliklerini seyredip şükrederiz, hayatımıza anlam katarız. Hayatımızın güzel bir dua olduğunu bilfiil yaşamış oluruz.

Bu mucizevi dualarla bir de kanunî dualar arasında bir iki misal vereyim size. Biz köyde yaşardık, yol yoktu, elektrik yoktu. İnsanların elinde sürekli siğil çıkardı, bilirsiniz siğili. Hoca da yumurtaya bir dua yazardı, o yumurtayı biz toprak altına gömerdik. Yumurta çürüyünce siğil de kendiliğinden gidiyordu. Yani ben onu on kere gördüm. Keçi, koyun dağda kaybolur, kurt yemesin diye bir tane sûre okuyor, iple bağlıyor. O gece kurt, keçiyi ısıramıyor. Yani yakaladığı halde ısıramıyor. Biz bunların tecrübesini çok yaşadık. Sonra elektrik geldi, doktor geldi artık hocanın duası iş görmez oldu, herkes doktora gitmek zorunda. Şimdi bir ilaç çıkmış fer... diye sürüyorsunuz siğile, oradaki DNA’yı bozuyor. Dolayısıyla o siğil kendi kendine erimiş oluyor. Bak sistem aynı sistem, birisi kurallı, birisi olağanüstü. Ama sistem aynı sistem. Çünkü DNA olağanüstü bir yapıdır, oradaki yapıyı bozunca siğil de dağılmış oluyor. Bak ikisi de Allah’tandır. Ve kaide budur. Doktora gitmek varken, doktor yolu açıkken hiçbir zaman dua ile işi görmeyin. Doktor yolu açıktır. İşte ben doktora gitmeyeceğim, dua ile işi kurtaracağım demek, Allah’a karşı isyandır, dini hurafeleştirmektir. Fakat doktor yok, çaresizsin duaya baş vurmaman dinsizliktir. O da bir kanun-u ilâhidir çünkü. Bir doktorum var, psikiyatrist, Ayhan Songar’ın öğrencisi, yarım dindar bir insan. Bana rüyamda diyor ki; psikiyatri yani beyinle ilgili bilim dalı var ya ilimlerin şahıdır, en zirvesidir, en yüce ilimdir diyor. Ben de diyorum; Zekeriya abi fazla övünme diyorum. Bu psikiyatri ile ilgili bütün ilaçlar 1950’den sonra ortaya çıktı, ne övünüyorsun diyorum. 50’den önce ne vardı diyorum falan. Öyle, diyor, ama 50’den önce de muskalar vardı diyor, rüyamda öyle diyor. Gerçekten öyleydi. Yani tıp bu konuda çaresizken, hocalar işi götürüyordu, dualarla iş oluyordu. Ne zaman tıp kanuni bir şekilde bu işin içine girdi, hocaların imkanları tıkandı, kapıları kapandı. İkisi de bak Allah’ın görüntüsüdür, ikisi de aynı gerçeğin farklı pencereleridir. Ve ikisi de güzeldir. Yani yemek var yemiyorsun, Allah beni besler, diyemezsin. Yemek yok, çaresizsin 40 gün, 70 gün aç kalabiliyorsun. Bak ikisi de güzeldir. Evet, yani şeriatın emri budur. Kanun yolu varken, mucizelere baş vurmak peygamberlere bile yasaktır. Peygamberlerin mucizeleri, duaları daima son anda ortaya çıkmış. Artık iş buraya gelmiş, tıkanmış, çaresiz kalmış sistem, Allah’a sığınmışlar. Siz de tıkandığınız zaman, çaresiz kaldığınız zaman sığının Allah’ın sonsuz rahmetine, size de mucizeler gösterir, kerametler gösterir. Ama kanun yolu varken, emek yolu varken duaya sığınmak dini hurafeleştirmektir, yanlış yapmaktır. Hatta suç işlemek olduğu için Allah onu cezalandırır, duasını bile bile kabul ettirmez, reddeder, yanlış yola girdin der, yanlış kapıya girdin der. Bunu Kur’an-ı Kerim yaklaşık 20-30 âyette bunları ifade ediyor. Bir yerde sünnetullah âyetleri vardır, bir yerde mucizevî âyetler vardır. O sünnetullah âyetlerinde diyor ki; sünnetullah, yani Allah’ın koyduğu çığır, kanun asla değişmez. Hani mucize var, bir yandan da Kur’an mucizeleri anlatır? Bak âyet çelişkili değil. Sünnetullah ortada iken değişmez. Ama kalkmışsa, bitmişse zaten kendiliğinden değişmiştir. Yani biri varken öbürü de varolmuyor. Sünnetullah yolu açıkken, kanun yolu açıkken ona rağmen, onu iptal eder tarzında, değiştirir tarzında mucize devreye girmiyor. Ama sünnetullah, kanun bitmiş, ortada bir şey yok, işte o zaman mucize devreye girer. Burda çelişki olmuyor. Yani âyetin hükmü gene geçerlidir. “Allah’ın yasasında değişiklik bulamazsın.” Ve bu yasalar içinde en çok vurgulananı da budur; günâh işleyip de ceza görme yasası. Bu çok işleniyor Kur’an’da. Yani siz diyor, günâh işleyip de ceza görmeyecek bir pozisyon görmeyeceksiniz. Eğer tevbe edip, kendinizi temizlemezseniz mutlaka ve mutlaka her günâh bir ceza gerektirecek. Bu, Allah’ın adalet isminin birinci yasasıdır ve en temel yasasıdır. Ve buraya dikkat edin, bunu not alabilirsiniz. Yani bütün kanunları çiğneyebilirsiniz ama bu günâh kanununu çiğnemeyin. Allah onu mümkün mertebe affetmiyor. Çünkü adalete taalluk eder. Adalet demek, kâinatın özü demek, sibernetik yapı demek. O çöktü mü her şey çöküyor. Allah, o sistemi mümkün mertebe muhafaza ediyor, müdahale ettirtmiyor.

Dua, gelişme isteği demektir. Yani içinizi bir yoklayın, içinizde böyle dualar kaynıyor. Onu Türkçe’ye çevirdiğimiz zaman ne demek istiyor? Ya Rabbi! Çocuklarımı geliştir, beni sağlıklı kıl, dünyamı mamur kıl, âhiretimi huzurlu kıl.. Hep gelişme isteğidir. Yani bütün istekleri Türkçe’ye çevirdiğiniz zaman gelişme isteği ortaya çıkıyor. Ve bu dualar içinde en mühimi başka bir insana faydalı olma, onu Hakk’a davet etme, çağırmadır. Yani şöyle ifade edeyim: Bir yerde eğer yıkım varsa, kötülük varsa, helâket felâket varsa sizin tek başınıza, kendinizi kurtarmanız, işi kurtarmak değildir. Sistem çöker, sizi de gelip yutacak, hepten helâket felâket olacak. Onun için en yüce dua, İslâm’da en makbul dua; bir insanın kardeşine yaptığı duadır diye hadis var. Bir insanı Hakk’a, doğruya çağırmadır, davettir. En büyük dua budur, en büyük sevap da bunun üzerine geliyor. Yani sistem başkasıyla beraber devam ettiği için, başkasını önce kurtarmadan, kendinizi kurtarmaya bakmayın. Ve anneler bunu çok iyi bilir. İnsan evlâdını kurtarmadan, kendisini kurtarmasının hiç de hiç duygu bazında bir faydası yok. Önce evlâdını kurtaracaksın, önce arkadaşını kurtaracaksın. Ve peygamberlerin büyüklüğü oradan kaynaklanıyor. Peygamberlerde önce kendileri değil, önce ümmetleri esastır, önce milletleri esastır, çevredekiler esastır. Ve onların büyüklüğü, duası, oradan kaynaklanıyor. Bu davet ve dua aynı kökten geliyor, dikkat edin “davet” ve “dua” aynı kökten gelir. Hatta Kur’an-ı Kerim davet manâsında 40 yerde dua kelimesini kullanmış. Peygamberlerin onlara olan duası, yani onlara çağrısı demek. Bizim bildiğimiz; Ya Rabbi! Bunları hidayete getir şeklinde değil meâli. Peygamberin onlara olan duası, yani onları davet etmesi, hidayete, doğruya çağırmasıdır.

Bir notumuz daha şöyle; Dua istek demek, çağrı demek, dolayısıyla sevap demek. Netice itibariyle varlığa varlık katmak demektir. Bütün sıkıntıların kökü; Üstad Risale-i Nur’da belki 20 yerde izâh etmiş, yokluk korkusu ve yokluktur diyor. Yani içinizi deşin böyle içinde değişik sıkıntılar olur. Bakın, ya fakirlikten korkuyorsunuz ya ölümden korkuyorsunuz, ya yokluktan korkuyorsunuz. En büyük şeytânî baskı bu korkudur. İşte o düşmanı yenen en büyük çare, mucize, duadır. Çünkü dua üretim demektir. Sen ürettikçe yokluğu yenmiş oluyorsun, ölümü yenmiş oluyorsun ve zaten duadaki huzur oradan geliyor. Yani gidin bir türbede bir fatiha okuyun, bakın içinize bir huzur gelir, bir gelişme olur, bir ufkunuz açılır, bir hayaliniz açılır. Yani dua, üretmek demektir. Sadece lâf salatası değildir. Maalesef, maalesef bizim camiler %99 hocalarıyla beraber hiç biri dua etmiyor. Bakmayın o hoperlörlerle vaazlar yarım saat, 45 dk, 2 saat dua etmelerine. Çünkü onların duası sahtekârlıktır, riyakârlıktır, lâf salatasıdır. Dinleyin o camide 2,5 saat resmi vaaz, dua eden kişileri dinleyin, bütün söyledikleri şudur: Bak ben ne büyük hocayım, ne güzel dua ediyorum. Yani 2,5 saat adamı dinliyorsun, bir sürü lâf salatası. Özeti; işte ben ne büyük bir hocayım, benim ne güzel sesim var, ben ne güzel Kur’an okuyorum, bu çıkıyor. Ciddi bir istek, arzu ve üretim yoktur. Sahtekârlıkta, riyakârlıkta bu yok. Niye yok, sahtekârlıkta üretim yok? Çünkü gerçek üretim, kâinatta şöyle işliyor. Allah’ın kanunî veya mucizevî, iyi veya kötü bir şekilde kendini göstermesidir gerçek üretim. Hocanın yaptığı nedir? Allah’ı göstermiyor, hoca kendini gösteriyor. Kof, yani köksüz bir ağaç gibi. Onun için en büyük dua, sizin Allah’ın icraatını, mükemmelliklerini, güzelliklerini yaşamanız ve göstermenizdir. Yoksa bak ben ne güzel kadınım, benim ne güzel becerilerim var demek dua değildir, riyakârlıktır. Riyakârlığın kökü yoktur, cansızdır, verimsizdir, cehennemde yanmayı hakettirir, en büyük günâhlardan biridir.

En büyük günâh bize göre yalandır, sonra riyakârlıktır. Çünkü riyakârlık da, yalanın bir çeşididir. Çünkü kökü yok, canlı değil. Ben onun için camiye gitmiyorum açıkça aramızda not olarak söylüyorum, camiye gitmiyorum. Çünkü gittikçe deliriyorum, huzursuz oluyorum. Yani 2,5 saat hocayı dinliyorsun 2,5 sevap kazanamıyorsun. Hep hoca ne büyüktür, hoca ne güzel konuşuyor, hoca ne güzel anlatıyor. Bu manâ veriliyor. Ve maalesef bizim bu günkü medya da böyle. Ne anlatıyorlar? Bak filankes ne kadar güzeldir, nasıl kiminle yattı, kiminle ticaret yaptı. Yani böyle köksüz, anlamsız, verimsiz bir hayat anlayışı var ki tam cehennemliktir. Yani cehennemden başka bir yere lâyık değildir. Dua neydi? Dua tırmanıştı, güzellikti, verimlilikti, üretimdi, fedakârlıktı, başkasını kucaklamaktı. Burada öyle değil. Kim kendini daha çok gösteriyorsa, kim başkasına kazık atıyorsa, kim kanun dışı yaşıyorsa... Yani maalesef piyasada bu değerler hâkim olmuş. Ve onun için biz, az da olsak bu Müslümanlar düşünmeli, bu sistemi hiç olmazsa kendi dünyamızda tersine çevirmeliyiz. Yani 16 saat biz televizyon seyrettiğimiz zaman -televizyon da medyanın başka bir kopyasıdır- hayatınızın gerisini siz düşünün, nereye varacağınızı.

Kur’an-ı Kerim’de “lehü dâvetü’l hakkı” diye bir âyet vardır. Hakka, varlığa, güzelliğe çağrı, Allah’ın elindedir ve Allah’a yönelik olan işlerdedir, meâlinde bir âyet var. Yani bir şey Allah’a dayalı değilse, O’nunla varolmuyorsa, o şeyin sonu hak değildir, gerçek değildir. Onun sonu yokluktur. Lehü dâvetü’l hakkı. Yani hakka çağırma yetkisi Allah’ın elindedir. Ve gerçek hak ve üretim ve varlık Allah’a yapılan dualardır. Yani meselâ; gitmişsin Afrika çölünde, hani biliyorsunuz Afrika çölü Türkiye’nin dört katı büyüklüğünde bir çöldür. Orada ne devlet var, ne hükümet var, ne polis var. Boyuna dilekçe yazıyorsun hurra dilekçe. Dilekçeleri de havada uçuşup kuruyup gidiyor yani. Bir üretim yok, kimse yok aslında. Ama küçük bir devlete gidersiniz, İsveç gibi bir devlete gidip müracat ettiğin zaman, sizin bütün hayatî şartlarınızı garanti altına alıyor. Çünkü burada bir varlık var, orada yokluk var. Yani Allah dışına yapılan dualar; heykellere olsun, putlara olsun, liderlere olsun gerçek dışı dualardır. Çünkü gerçek dua ancak Allah’a yapılan duadır. O, sizi var eder. O, sizi ebedileştirir. O, sizi canlı kılar. Hak davet, hak dua onun elindedir, O’na hastır. Öbür dua da işte ben dünya güzeli olsam, şu filankesle zina yapabilsem, şu kadar trilyonlarım olsa, böyle böyle yaşasam, nedir? Allah dışına başka bir boş alana çağrıdır. Karşılığı olmayan bir devlete müracat gibidir. Ortada devlet yok hurra dilekçe yazıyorsun. İşte onun da sonucu cehennem oluyor. Ve âyet “lehü dâvetü’l hakkı.” Yani duaları gerçekleştirme yetkisi Allah’ın elindedir. Ve üretim yapabilecek, gerçeklik üretecek dualar, ancak Allah’a yapılan dualardır.

Öyle, bu dua meselesi Kur’an’ da temel bir konudur ki; belki 20 yerde şöyle âyetler var: Bütün dünya birleşse, eğer Allah size bir şey vermek istemişse ona engel olamaz diyor. Aynı âyet bir daha tersini de çeviriyor; Allah size bir şey vermek istemediği zaman bütün dünya birleşse, siz bir şey yapamazsınız, elde edemezsiniz. Bir anda bir kalp damarınız tıkanır, gider Afrika çölünde yok olur gidersiniz. Dünya bir Afrika çölü gibidir. Onun için dualarımızda daima Allah’tan bileceğiz. Allah nedir? Allah gerçek varlıktır, sonsuzluktur, güzelliktir. Yani böyle temel değerlerden umut beslememiz lâzım. Yani bir şeyi tartarken bakacağız sonucu nedir? Bu işin sonu neye varır? Yani en basit zihinli insan dahi bu meselelerin sonucunu tartabilir bugün. Yani bataklığa girersen bile bile batmış olursun yani sonucu belli. Burada bir not daha var: Dua, başarıyla gelişmek demektir.

Hani yukarıda dedik ya; bazı kavramları biz tersine çevirmişiz, anlaşılmaz hâle getirmişiz. Bak bu kavramlar arasında bir tanesi de rahmet kavramıdır. Rahmetli deyince, bir insan ölünce birisi gidip ona fatiha okursa bir tas su dökerse, ona rahmet diyoruz. Rahmet o değil. Rahmet de dua gibi kâinatta en yüce, en sonsuz değerlerden biridir. Başarılı kılmak demektir Türkçe’si. Yani “Allah sana rahmet etsin” sahabe birbirine dua ederken o demekti. Allah, seni iki cihanda başarılı kılsın demektir. Türkçe’ye çevirirsen birebir budur. Ama biz öldürmüşüz o kavramı. Nasıl duayı bir çaput bağlamaya indirmişiz. Bütün kâinatı kuşatan bir hakikati minnacık bir zerreye indirmişiz. Bu rahmet kavramı da öyle. Rahmet, başarı demektir. Ve dua-rahmet ilişkisi vardır. Ve dualar içinde en büyük dua salâvattır. Yani Peygamberlere ve ümmetlerine sonsuz bir saadet, varlık ve ebedîlik istemektir salâvat. Sâlavat; bütün lügatlerde bakın araştırın, eşittir rahmet. Yani salâvat rahmet demektir. Rahmetin zıddı lânettir. Fakat lâneti de biz tersine çevirmişiz. Biz öyle becerikli bir millet olmuşuz ki; kötü kavramları da tersine çevirmişiz. Lânet deyince Allah sana lânet etsin şeklinde anlıyoruz. Lânet de rahmetin olmayışıdır, mahrumiyettir kelime olarak. İşte kim, diyor böyle bir zina yaparsa, o mel’ûndur. Yani Allah’ın rahmetinden mahrum kalır demek hâdiste. Kim annesine karşı şefkat beslemezse, hizmet etmezse o mel’ûndur. Yani Allah’ın rahmetinden mahrum kalır demektir. Evet ilginç bir âyet daha var bu lanetle ilgili, Kur’an’da. “Benî israil’den kâfir olanlar, Davud ve İsa’nın diliyle lânet edilirler.” Yani önce Türkçe meâlini vereyim, manâsı şudur. Benî israil; dindar, medeni, düzenli millet demektir. Böyle dindar, medeni bir millet içinde birileri çıkıp kâfir olmuşsa, işte o Allah’ın rahmetinden mahrum olur. Çöldeki kâfir mahrum olmaz. Çünkü zaten mahrumdur gariban, çöl içinde yaşıyor. Ama şehirde bütün imkanlar var. Buna rağmen kâfirlik yapıyorsa, işte o mahrum olur. Niye Davut ve İsa diliyle. Davut; sosyal yapıyı temsil ediyor, İsa da mânevi yapıyı. Yani hem maddeten zarar içindedir, hem mânen. Bak kelimeler çok önemli. Şimdi bu evrensel âyeti, bütün dünyaları, bütün bedevi, şehirli hayatı kuşatan bir âyeti, biz hangi makamda kullanıyoruz Kur’an’da; “Yahudi milleti lânet edilmiştir, biz de biraz lânet edelim.” Bütün Yahudi medyasını, sinemasını, gücünü İslâm’a saldırtalım. Buyrun biz buna yoruyoruz. Kur’an, Yahudilere lânet etmiyor. Diyor ki; medeni, gelişmiş milletin kâfirleri lânet edilmiş. Lânet, mahrumdur garibanlar, acımak lâzım onlara. Git sen de bir balyoz indir demiyor âyet. Yani mahrumdurlar, perişandırlar onlar. Şehirde olup da kâfir yaşamak çok zordur. Âyet bunu anlatıyor. Biz nereye götürmüşüz âyeti. “Luinel’llezine keferü min benî isrâile âlâ lisânî Dâvudâ ve İsa ibni Meryeme.” Âyet böyle. Onun için kelimeler çok önemlidir. Bizi Âdem yapan, bizi insan yapan, bizi Allah’ın kulu yapan, Allah’la dua edilebilecek, dertleşebilecek bir pozisyona getiren, kelimelerdir. Kelimeler çok önemlidir. Kim kelimede zayıfsa bil ki dinde de zayıf kalır. Bunu bir yere yazın. Bizim dindarlığımız bize edebiyat öğrenmeyi emrediyor. Onun için kitap okuyun, kitapsız olmaz bu iş. Hani halk arasında deriz ki; filankes kitapsızdır. Gerçi onun mânâsı Tevrat’a, İncil’e, Kur’an’a inanmıyor demektir. Ama öbür şekil manâsı da içine giriyor yani. Adam ömründe hiç kitap okumuyorsa, üç-beş kelime bilmiyorsa dua etmesini de bilmez o. Kavram yok ki bir şey istesin.

Bu kavramlardan bir tanesi de “hamd” dir. Bir âyet var, Yunus sûresinde geçer; onların cennetteki en son arzuları, duaları; Allah’a mükemmelliklerini, kemâlatını göstermek, manâsında bir âyet iken, bütün tefsirlerimizde, bütün meâllerimizde (hatta Üstad Bediüzzaman bu âyetin doğru anlaşılması için 30. Sözü ayırdığı halde, 50 paragrafta bu mânâyı her alanda yaşattırdığı halde bizim Nurcular gene meâlden alıntı yaptıkları için) “işte onların en son isteği; Allah’a elhamdülillâh demektir” diye çeviriyorlar. Allah’a elhamdülillâh demek ne demek? Hamd nedir? Övgü diyorlar. Övgü, sahte övgü demektir Türkçe’de. Hamd, Allah’ın mükemmelliklerini, kemâlâtını yaşamak, yaşatmak ve göstermektir, hamd budur. Ve insanların, mü’minlerin dünyada da cennette de en son isteğimiz budur. Yani güzellikleri yaşamak, yaşatmak ve göstermek. Bak âyet, cenneti, cehennemi, dünyayı içine alacak genişlikte iken bütün meâllerde bu böyle verilir. Onların en son isteği, yok dualarının sonu (en son istediği de demiyorlar) onların dualarının sonu elhamdülillâh demektir. Ve Risâlelere geçmiş bu mealler. Halbuki 30. Söz baştan başa, özellikle atomlar bazında, Allah’ın kemâlatının nasıl gösterildiğini göstermek için yazılmış. Zerreler bazında, narda, çiçekte, böcekte, yıldızda, bak diyor atomlar Allah’ın hamdini nasıl yapıyor. Yani kemâlatını nasıl yaşıyor. Yani biz perişan bir milletiz, ben nasıl yaşıyoruz bilmiyorum, hâlâ anlamış değilim. Senâ kelimesi, övgü. Hamd kelimesi övgü. Kardeşim bu Araplar ahmak mı ki iki kelimeyi aynı manâda kullansın. Yok, biz bilmiyoruz ya, ikisi övgü diyoruz. Övgü Türkçe’de anlamsız, yani hak etmediğin bir şey, bir konuda seni övmek. Senâ; yüceltme demektir. Yani sen Allah’ı yüceltiyorsan, O’na senâ etmiş oluyorsun. Hamd, O’nun mükemmelliklerini, kemâlâtını izhâr etmek demektir. Senâ, yüceltmek. Yani Allah’ın yüceliğini anlamak. Döneceğiz oralara.

Şimdi bak, “ibadet” nedir? Kelime olarak; Allah’a her şeyde boyun eğip, itaat etmektir. Espiriye dikkat edin. Her şeyde Allah’a boyun eğip itaat ettiğini nereden bileceğiz? Dua ediyorsan; yani isteğin varsa, aşkın varsa, arzun varsa, hareket ediyorsan, faaliyet yapıyorsan demek ki sen Allah’ın kölesisin. Böyle depresyon içinde benim gibi, üzüntülü, hasta, ölü gibi yaşıyorsan, dua etmiyorsan o zaman sen Allah’ın kölesi değilsin. Şeytana yem olmuşsun. Ama sorun bitmiyor. Bak, ibadet varlığın özüdür kâinatta. Onun da özü duadır. Duanın da özü ihlâstır, samimiyettir. Yani imandır, iman ise samimiyettir. Meselâ birisi inanıyor, ağırlığı var, inanıyor ya. Yani yanlış veya doğru inanıyor. Öbürü ne yapıyor? Hiç bir şeye inanmıyor, onun hiçbir değeri yok. Ve Kur’an-ı Kerim bunu şöyle ifade ediyor: “Eğer duanız olmazsa, Allah size hiçbir değer vermez.” Furkân Suresi son âyet. Yani sen sistem dışında yaşıyorsun, hiçbir ağırlığın yok, ağaçtan kopmuş bir yaprak gibi sallanıp çürüyüp gidiyorsun hiçbir değerin yok. Allah ne diye seni sistemin içine koysun bir daha. Dua, bizi sisteme bağlayan sürekli bir benzindir, bir elektiriktir. Ve ibadetimizi yaşattıran bir sistemdir. Ve bizi bir açıdan da imana bağlayan bir harekettir. Yani imanla pratik arasında bir ara formüldür, bir kablo gibidir. Ve bu mesele o kadar çok önemlidir ki; bunun tersini yaşayan kâfirler hakkında Âl-i İmran sûresinin son sahifelerinde bir âyet var: “Ortaya koydukları nesnelerle şımaran,” yani adam Allah’a kul değil, yani kâinatta Allah’a uymuyor, O’na itaat etmiyor. Dua şeklinde bir bağlantısı da yok. Ama bir şey ortaya koydu mu şımarıyor. Bak işte dünyada biz futbolda şöyle birinci olduk, şurada birinci olduk, ortada bir şey yok, şımarma var sadece. Ama âyetin ikinci cümlesi daha korkunç. “Yapmadık şeylerle övülmek isteyen,” adam hiçbir şey icra etmemiş, biz dünyanın en iyi milletiyiz. Nerede en iyi milleti, ortada bir şey yok. “İşte böylelerinin azaptan kurtulacaklarını sanma” diyor. Kâfirler yani. Tabii bu genel karekter şeklinde hepimize şâmildir. Yani minnacık bir iş yapıyoruz, şımarıyoruz. Ya sen ortaya koymadın ki sadece dua ettin, o işi yaratan Allah, alt yapısını kuran Allah, meyvesini verdiren Allah. Sen sadece tetikledin. Tetikledin diye sisteme sahip çıkamazsın ki. Senin şımarma hakkın yok. Bir de hiç yapmadığımız işte, işte ben dünyanın en iyisi hocasıyım, Türk milleti birisi bir dünyaya bedeldir, yani biz neredeyse 10 sene içinde Avrupa’yı geçeceğiz ya da temelsiz şeyler, övgüler. Bunlar kafirlerin özelliğidir. Dua duygusunun tersinden masturbasyonudur. Şimdi her duygunun bir masturbasyonu vardır. Kelime çok iğrençtir, özür dilerim, kardeşlerimsiniz. Fakat dua, iman, işte ne kadar duygu varsa görme, işitme, cinsellik her duygunun sahtesi vardır. Bu şekilde bir şey koymadığı halde şımaranlar hiç yapmadıkları işlerle yapmış gibi övünenler, hiç dua etmedikleri halde dua etmiş pozisyonunu işgal edenler cehennemliktir. Çünkü o duygunun sahtesini yaşıyorlar, sahte yaşayan herkes bilin, bunu bir yere yazabilirsiniz, sahte yaşayan herkes cehenneme gitmek zorundadır. Çünkü kâinat içinde sahteliğin karşılığı yok, sahteliğin karşılığı çöplüktür. Orası da cehennemdir.

Dua, var olma aşkıdır demişiz burada. Hani bazıları diyor ki; ben istemiyordum dünyaya geleydim, Allah niye bu dünyaya getirdi. Öyle bir saçmalık ki bu cümle, yani 2x2=300 eder demek kadar saçmalık. Çünkü bir şey istenmese var olamaz zaten. Varlığın özü istektir. Eğer sen dünyaya gelmişsen, 20 yaşına 30 yaşına gelmişsen, yemişsen, içmişsen demek ki sen istemişsin gelmeyi. Yani bu bedihî bir şey. Sen varsan, ortada duruyorsan, ellenebiliyorsan demek ki isteksin. Öyle lâf yok, hile yok, ben istemedim niye Allah beni gönderdi. Ve varlık aşktır. Yani şiddetli bir şekilde var olma aşkıdır hayatta olmak. Hani öylelerine böyle iğne batırsan adam çıldırır sana saldırmaya başlar. Dua, bir var olma aşkıdır. Eğer siz de var olmak istiyorsanız dua konusunda (ama hurâfe tarzında değil evrensel manâsıyla) mesafe alın, ilerleme yapın.

Ve dua eksikleri tamamlama sistemidir. Yani bakıyorsun bir sürü eksiğin var, dua ediyorsun o eksiklerinin giderilmesi için. Kur’an-ı Kerim’de öyle âyetler var ki; her birisi bir psikoloji mucizesi böyle, kâfirler diyor dua etmez. Çünkü eksiklerini göremiyorlar, kendilerini mükemmel görüyorlar. Ne zaman başlarına bir musibet gelse (Musibet ne demek; adamı uyarmak demektir. Bak diyor sen eksiksin. Bak dayanamadın, bak çöktün, bak iflas ettin. Musibet o demektir.) o zaman kâfir olduğu halde “ve iza messehu’şşerrû fesu duâen âleyh” uzun uzun metreli bir duaya başlar diyor. Eksiklerini gördü ya. Yani musibetler aslında bizim için gene bir rahmettir. Eğer başımıza bir musibet geliyorsa bilin ki biz orada gaflet içindeyiz, küfür hâlini yaşıyoruz, Cenâb-ı Hakk bizi uyarıyor, duaya yönlendiriyor. Artık uzun uzun gece sabahlara kadar: Ya Rabbi! Beni şu iflastan, şu hastalıktan kurtar diye yalvarırız. Yani biz mümin olabiliriz ama içimizde bir sürü küfür sıfatları var. Hepimizde var, bunu kabul etmek lâzım.

Duanın bir ismi kelimât-ı tayibedir, Kur’an’da geçiyor; “hoş, güzel kelimeler Allah’a yükselir.” Bu âyetin üç tane mânâsı hatırıma geliyor. Şimdi Allah nerededir ki Allah’a yükselir, önce onu biraz kurcalayalım. Hani başta dedik ya; kâinatta iki alan var; bir, kânuni alan, bir, mucizevi alan. Şimdi mucizevi alanı, Allah kendi katı diye ifade ediyor; benim yanıma gelirsiniz. Meselâ; âhiret mucizevi bir alandır, âhiret derken benim yanıma gelirsiniz diyor. Atmosfer de böyle alanlardan bir tanesidir, âhiret gibi, cennet gibi bir mucizedir. Yani biz dua ettiğimiz zaman, dualarımız atmosfer içinde yükseliyor ve orada kaydediliyor, kaybolmuyor. Yani o atmosfer içinde kaydedilirken, Allah’a yükselmiş oluyor. Niye atmosfere bana dönüyor o kelimeler diyor, yere demiyor. Şimdi, yerin kendine göre bir düzeni, bir kanunu, bir fizikî izâhı var. Fakat atmosferde öyle işler oluyor ki; mucizeden başka hiçbir kelime ile izâh edilmez. Bak, size bir misâl vereyim: Binlerce meteor geliyor, onları koruyor. Binlerce gaz geliyor, kötü gazı temizliyor. Binlerce ultraviyole ışınları geliyor, onları temizliyor. Gelmiş geçmiş bütün insanların sesini karıştırmadan kaydediyor. Her andaki bütün telefon, televizyon yayınlarını karıştırmadan kaydediyor. Yetmemiş, bütün bitkilere, denizlere, dağlara görev veriyor, insanlara nefes veriyor. Daha sayabiliriz, saatlerce sayabiliriz. Yani hava başlı başına bir mucizedir. Onun için ben Kemal kardeşime derdim ki; mucizevi işler başarmak istiyorsan; hava gibi ol. Böyle nefsin görünmesin, ortada görünme ama işler çevir. Sürekli, işler çevirirsin o zaman, hava gibi verimli olursun. Hava mucize olduğu için, kelimler atmosfere yükselip kaydedilirken Allah’a yükseliyor diyor. Çünkü mucizede insanlar Allah’ı daha net görebiliyor. Kanun devamlı olduğu için kanunda gaflet işin içine giriyor, bir manâsı budur. Bir manâsı; kâinatı bir beden olarak düşünürsek, bütün kâinatı. Bu bedenin bir beyni var. Kâinatta yapılan bütün dualar, sesler, yalvarışlar o beyne gidiyor, kaydediliyor. Beyin derken galaksinin ortasında bir merkez gibi düşünmeyin. Bütün kâinatın geçmiş ve geleceği ile beraber düşünün. Ve bunu koordine eden, arada manevi bir motor düşünün, bir komuta merkezi düşünün işte odur beyin. Meselâ bizdeki karşılığı gerçekten beynimizdir. Onun için bir diken batar ayağımıza hemen o hücre dua eder, ya! buraya bir musibet geldi, ey beyin beni kurtar bundan, bir çare üret, yetmezse doktora git, yetmezse ilâç üret falan dualar yapıyor, beyin hemen gereğini yapıyor. Bak mesafe, yani burada iki metre mesafe varsa veya 1000 km mesafe varsa fark etmez. Anında o ses gidiyor o merkeze. Yani Allah mekandan münezzehtir, Allah’ı böyle müşrikler gibi, uzayda bir kaya parçası gibi düşünmeyin. Allah sonsuzdur, maddi değildir, her yerde vardır, onun için dünya âhiret farkı yoktur. Fakat Allah’ın mucizevi merkezleri vardır. Bunlardan bir tanesi insanın beynidir. Bir tanesi atmosferdir. Bir tanesi ekolojidir. Bir tanesi; bütün kâinatı koordine eden, geçmiş ve gelecek arasındaki umumi beyindir. İşte kâinattaki bütün hareketler, dualar, sesler o beyinlere gidip kaydediliyor ve gereği karşılanıp cevap veriliyor. Âyet onu ifade ediyor. “Güzel, hoş sesler O’na yükselir.” Hoş olmayan sesler ne olur? İptal olur, onun için israf olur. Onun için konuşurken çok önemlidir. Özellikle kadınlar konuşmayı çok sever, yanlış anlamayın. Bu konuşmak çok büyük bir nimettir. Havadan, sudan çok daha büyük bir nimettir insan için. Ve biz bunu israf etmemeliyiz, yazılarımızda, konuşmalarımızda hatta dualarımızda. Hz. Peygamber Efendimiz (S.A.V.) bile (oraya geleceğim biraz sonra) dua ederken böyle verimli, özet cümlelerle dua ediyor. Öyle lak laka yapmıyor cahil hocalar gibi. Saatlerce Ya Rabbi! işte şöyle böyle demiyor. Üç beş kelimeyle öyle güzel, mucizevi dua ediyor ki insan şok oluyor, bütün kâinatı ilgilendirdiğini insan anlıyor. Hatta Cevşen’den ziyade “El Ezkâr” diye bir kitap var, İmam-ı Nevevi toplamış. Hz. Peygamber (S.A.V.)’in duaları ve zikirleri. Hz. Peygamber (S.A.V.)’in hiçbir mucizesi olmasa, o kitap Hz. Peygamber (S.A.V.)’in mucizesi için bir numunedir. Her kelimesi bir mucize; davranışta, yemekte, içmekte, tuvalette, yatarken, her konuda bir dua etmiş, bir zikir yapmış ve her kelime bir mucize. Hatta Araplar bunu ifade ederken diyor; evini sat, git o kitabı al. “Biği’ dâr işterî ezkâr” evi sat, git ezkâr al, o kadar önemlidir diyorlar. Bu “ileyhi yas’audu kelimetü’t-tayyib” yani gerçekten eğer bir örnek istiyorsanız. “Kelimât-ı tayyibe” ne demektir? O ezkar kitabının tercümesi var (şimdi piyasada yok, belki 5-6 ay sonra çıkacak, alıp bakmak lâzım) yani nasıl, güzel sözler ne demektir? Türkçe’ye çevrildi. Bu, kelimât-ı tayyibe Allah’a yükselir âyetinin bir manâsı da; kelimât- ı tayyibe bizim anlayışımızda edebiyattır. Edebiyat dinin bir kardeşidir, sanat dinin kardeşidir. Nasıl dinî ibadetler görevler gayb âleminde, âhirette kaydediliyor. Edebî bir konuşma, faydalı bir konuşma, hikmetli bir söz de böyle âhirette, beynimizde, kitaplarda, dergilerde, sinemalarda hep kaydediliyor. Bak o da yükseliyor, israf olmuyor. Yani üç manâya gelebilir, kelimeler yükselirken. Bir atmosferde kaydediliyor. Geçmiş ve gelecek, kâinatın beyninin içinde kaydediliyor. Bir de edebiyat olarak algılarız ki; ruhumuzda, kalbimizde, kitaplarımızda, sinemalarda hatta âhirette bile o kelimeler muhafaza ediliyor. Ve edebiyat deyip geçmeyin, nasıl bir dua, bir mucize yaratır. Yani diyorsun ki; Ya Rabbi filankesin çocuğu olmuyor binbir doktora gitti gene çocuğu olmuyor. Gidiyorsun bir hocaya, bir dua yazıyorsun, okuyorsun; pat diye çocuk oluyor, mucize işte. Bak üç kelime bir mucize doğurduğu gibi edebiyatta da öyle sloganlar, öyle flaş bilgiler, öyle tesirli kitaplar, romanlar var ki; gerçekten mucizeler doğurtuyor. Yani o edebî kelimelerin mucizeler dünyasında yükseldiğini görebiliyorsun gözlemleyebiliyorsun.

Dua; irade demek, istek demek, yani ruh demek, yani gerçek varlık demek, yani hava gibi mucizevi olmak demektir. Şimdi kâinatta varlık bir tanedir, o da Allah’tır. Biz varlık değiliz. Biz, o sonsuz varlığın şekil almış bir damlasıyız. Yani damla, denizi, deryayı gösteriyor. Biz, Allah’ı gösteriyoruz, fakat Allah değiliz. Biz gerçek varlık değiliz, biz damlayız, bir şekiliz bunu böyle bilelim. Yoksa kendimizi Tanrı gibi görüp, sanki bütün kâinat etrafımızda dönüyor gibi hissetmek şirktir, firavunluktur, yanılgıdır ceza gerektirir. Varlık bir tane dedik ama kategori olarak üçe ayrılır: İlim, kudret, irade. Risale-i Nur %80’i bu üç sıfatı işliyor. Yani bütün Sözlerde, Mektuplarda bu işleniyor. İlim, kudret, irade. İlim nedir? İlim deyince kelime ezberleme değil. İlim, hani bilgisayardaki bu teknolojik yazılım var ya esas ilim odur. Yani maddisi de vardır. Yani bir yazılımdır ilim. Allah’ın varlığı, Hadid Sûresinin 3. âyetinde; (biz daha önceki programda da söyledik) Allah ne evveldir, ne âhirdir, ne zâhirdir, ne bâtındır. (Tersinden meâl veriyorum.) Ama O her şeyi bilendir. Yani ilimdir Allah. Siz de gerçek var olmak istiyorsanız ilimde yükselin, Allah’ın asıl varlığı ilimdir. Peki kâinat nedir bunun dışında. Yani başka varlık.... o da bir kategoridir. O, sonsuz varlığın başka şekil almış... Kâinat da enerjidir, kudrettir. Kudret enerji aynı şey. Enerji gavurcası, kudret Arapça’sı. İnsan nerede kaldı burada, yani ne ilimiz, ne enerjiyiz. Bir isteğiz biz. Yani et değiliz, kemik değiliz, o beyin biz değiliz. Neyiz? İnsan, bir duadır. Yani dua ediyorsan, istekte bulunuyorsan, faaliyet ve hareket yapıyorsan, sen varsın. Senin asıl kişiliğin budur, duadan ibaretsin, istekten ibaretsin. Ve gene o âyet karşımıza geliyor: Duanız olmazsa, hiçbir varlığınız, ağırlığınız, ehemmiyetiniz olmaz. Bak âyet ne kadar mucizevî. Allah ilim. Bak varlık bir tanedir, hepsi de Allah’tır karıştırmayın. Yani biz de Allah’ın mülküyüz, varlığıyız. Çünkü biz et kemik değiliz. Eti kemiği kendimize mâl ettirmeyelim. Fakat kategorik olarak varlık üçe bölünür: İlim, kudret, irade. Allah; ilim, sonsuz ilim. Kâinat; enerji, kabuk bağlamış. İnsan ise ne enerjidir, ne ilimdir. Nedir? İkisinden de var ama o değil. İradedir, yani duadır. Hani irade etti ne demek? İstedi demek Türkçe’de. İstek nedir; dua demektir.

Duanın çeşitleri. Risale-i Nur’da çok net bir şekilde açıklanmış. Biz burada özetini anlatacağız. Dört çeşit dua var: Zarûri dualar, zorunlu dualar. Meselâ vücudun suya olan ihtiyacı gibi. Zarûri dualar, fıtrî dualar. Meselâ; her çekirdek ağaç olmak istiyor fıtri olarak. Bu zarûri ve fıtrî dualar eğer bir engel olmazsa %99 hep kabul oluyor. Fiilî dualar var. Yani gidip ticaret yaparsan, okul okursan bir mükâfatını alırsın, ücretini alırsın. Bir de kavlî dualar var. Ben ona laklaka duaları diyorum bir açıdan. Yani çok yeri yok. Asıl bu diğer dualardır. Yani siz bir şey isterken, vücudun suya olan ihtiyacı kuvvetinde istemelisiniz. Çekirdeğin ağaç olma isteği kadar istemelisiniz. Tarlayı ekip nasıl fıtrî olarak ürün veriyorsa, o istekte o temelde istemelisiniz ki duanız kabul olsun. Biz bu üç kısma baş vurmuyoruz, esas almıyoruz. Sadece ağzımızla laklaka yapmayı deniyoruz. Gerçi onun da bir faydası var, yok değil. Ama kavlî dua her zaman makbul değil, onun faydası şudur. insan diyor ki; işte karşımda bir zât var, benim sesimi işitiyor. Şöyle veya böyle bir karşılık verir, duanı kabul eder. Burada bekar kardeşlerimiz var. Onlara bir müjde vereyim. Bu fıtri, zaruri, fiilî, hatta kavlî duaların tümünü içine alan insanda bir hareket var; cinsellik arzusu, evlenme isteği. Yani bu çok ciddi bir varlık duasıdır. Yani bütün vücut istiyor ki insan evlensin, çocuğu olsun. Çünkü çocuk olunca varlığa varlık katılmış oluyor, sen bir nevi ebedileşmiş oluyorsun. Onun burada bir başlık var; cinsellik ve dua. Ve neticeye bak, bu cinsellik evlilik arzusu öyle şiddetli bir arzudur ki duadır ki; neticesinde bir mucize doğuyor, çocuk oluyor. Yani aslında çocuğun olmaması lâzım. Yani hepten mucize çocuğun olması. Ama çok ciddi bir şekilde dua yapıldığı için, hem fıtrî, hem zarûri, hem kavlî, hem fiilî; Allah da ondan dolayı bir mucize netice verdiriyor. Bu bize neyi ders verir? Eğer biz o duygu ayarında diğer işleri isteyebilsek mutlaka ve mutlaka başarılı olursunuz. Hani Kur’an’da kadınları hatırlama ile ilgili bir âyet var: “Setezkûrûne hunne.” Siz onları anacaksınız. Zikir, kelime olarak şudur; susamışın şiddetle suyu istemesi demektir. Yani biz dua ederken eğer susamış bir insanın şiddetle su istemesi gibi istersek, o mutlaka kabul olur. İşte sorun orada, biz ciddi dua etmiyoruz. Bütün varlığımızla dua etmiyoruz. Çünkü bütün varlığımızla dua ettiğimiz zaman, o bütün dünyayı, bütün kâinatı ilgilendirir, tetikler. Ve bütün sistem senin o duanı gerçekleştirmen için dönmeye başlar, hareket etmeye başlar.

Duada İbn-i Arabi’nin bir sözü var: Allah bana ibadet eder, ben Allah’a ibadet ederim. O bana dua eder, ben de O’na ederim şeklinde. Milletin karıştırıp, yanlış anladığı bir hakikat var. O, şunu demek istiyor: Allah’ın isimleri arasında, eşya arasında birbirini şiddetle arzulayan nesneler var. Yani kadın erkeği isterken, erkek kadını istemiyor mu? Aynı şiddetle o da istiyor. Devlet ahaliye muhtaç, ahali devlete muhtaç, o tarzda. Aslında devlet ahaliye muhtaç değil, devletin gücü sonsuz. Fakat neticede bakanlıklar itibariyle birbirine muhtaç. Yani Allah’ın isimleri var. İsimler birbirine muhtaç. Kültür Bakanlığı Milli Eğitime muhtaç, Milli Eğitim Savunmaya muhtaç. Fakat devletin kendisi mutlak ganidir, ihtiyacı yok. Allah da mutlak ganidir. Fakat bakanlıklar itibariyle birbirine muhtaçtır. İşte İbn-i Arabi’nin kastettiği odur. Yani ulûhiyet diye bir sıfat var Allah’ın, tapılma sıfatı. Tapılıyorsa, birilerinin tapması lâzım. Birileri tapıyorsa ulûhiyet olması lâzım. Birbirini gerektiricidir. Bu kâinattaki genel bir kanundur. Fakat Allah Zâtı itibariyle Gâniyy-i Âle’l Itlak’tır, birbirine muhtaç değildir. Bunu insan dünyasındaki şöyle bir örnekle açıklayabiliriz: Bizde kalp var. Kalp, sonsuz bir iman ve samimiyet ve arzudur kalp duygusu. Yani sonsuzdan başka hiçbir şeye bağlanmayan, tatmin olmayan, istemeyen bir duygudur. Şimdi kalbi küçük şeylerle uğraştırdığınız zaman saçma sapan olur. Yani kalpte 1 trilyon kw bir enerji var. Sen kalkmışsın 5 kuruşluk bir malzemede kullanıyorsun. Bak ne kadar dengesizlik. Kalp, sadece ve sadece Allah’a bağlıdır. Çünkü kalp sonsuz, Allah sonsuz. Fakat diğer duygular var ki sınırlı. Göz, kulak, diğer duygularımız o küçük işlerle uğraştırılabilir. Allah da zâtı itibariyle -ki kalbi temsil ediyor- sonsuzdur, fakat sıfatları itibariyle, sıfat ne demek, isim ne demek? Nokta tecellidir dedik ya başta, nokta tecelliler nokta oldukları için birbirine muhtaç. Yani eğer sizde kalp çok gelişirse sultan olursa, sonsuz bir varlığa, Allah’a, imana açılırsa diğer duygularınızı tatmin etmeyebilirsiniz. Çünkü ballar balını bulmuş oluyorsunuz. Evlenmişsiniz, evlenmemişsiniz farkı kalmıyor. Fakir kalmışsınız, zengin kalmışsınız farkı yok. Yani katrilyonu bulan bir insanın kuruşlarla hesap görmesi gibi olur o zaman, yani ihtiyaç kalmaz. Sorun kalbi tatmin etmekte. Bu da ancak şiddetli dua, iman ve sonsuzluğa açılmadır. Ha diğer duyguları da tatmin etsek nurun âlâ nur olur. Yani general, padişah da kurtarılmış, evler de kurtarılsın. Diğer duygular ev gibi kalır. Yani güzel manzaraları da göreceğiz, güzel müzik de dinleyeceğiz, yemek de yiyeceğiz, evleneceğiz de. Ama bunlar küçük duygular. Asıl büyük duadır, duygu ve aşk kalpte. O, Allah’ı temsil ediyor, sonsuzdur. İncil’de, yani semâvi kitaplar içinde dua ile ilgili en çok kitap İncil’dir biliyorsunuz, belki işitmişsiniz. Fakat Hz. İsa (a.s), duanın kabulü için, özellikle mucizevi duaların kabulü için daima imanı şart koşuyor, imanlıysanız, sonsuz imanı yakalamışsanız duanız anında kabul oluyor ve oluyordu zaten. Ölüler bile diriliyordu. Yani biz burada kendimizi test edebiliriz. Eğer duamız kabul olmuyorsa biliniz ki imanımızda bir eksiklik, çürüklük var. Aşkımızda bir eksiklik, çürüklük var. Sonsuzluğa açılamamışız. Ne dedik? Dua bir tetikleme sistemidir dedik. Tetikleme, ne kadar sonsuzu yakalarsan o kadar daha çok tetikleme imkânın doğuyor. Kâinatı kendi lehinde çevirebilirsin. Yani öyle veliler olmuş ki; vahşi hayvanları çalıştırmışlar. Öyle peygamberler olmuş, şeytanları çalıştırmışlar. Ne? Sonsuzluğu yakalamış, imanı yakalamış, kalp sultan olarak faaliyete geçmiş, diğer duygular kenarda kalmış. Ve o güçle, o sonsuz tetikleme gücüyle iyi kötü her şeyi çalıştırabilir insan, hale gelir. Onun için iman, hatta bir gün Hz. İsa (a.s) bir incir ağacının yanından geçiyor. Acıkmış da bakıyor, meyve yok, meyve vermemiş ağaç kurusun diyor. Anında kuruyor ağaç. Şakirtler soruyor:
Biz de söylesek kurur mu?
İnanarak söylerseniz kurur, diyor Yani bugün Türkiye’de bu kadar sanayi var, bürokrasi var, üniversiteler var, eğitim var, işte ticaret var. Ama ürün çok kıt. Niye? İman yok, sistemin içinde iman yok, samimiyet yok, sonsuzluk yok. Eğer biz samimi olsak, çok kıt imkanlarla çok büyük mucizeler başarırız. Sorun imanda. Yani adam köyden gelir, inanarak işe başlar trilyoner oluyor. Öbürü 10 tane fakülte okuyor ve açlıktan geberiyor. Yani bunun örnekleri çok. Çünkü öbüründe iman var, umut var. Öbürü korkak, ürkek, sistem içinde boğulmuş, kendini kaybetmiş bir tip olmuştur. Yani dua tevhid demektir. Ne demek? İnsan Allah’a yalvardığı zaman şu şekilde dua edecek; O’ndan başka hiç kimse benim bu isteğimi kabul etmez, edemez. Daima böyle dua etmeliyiz. Ve o âyetleri bir daha hatırlayalım; Allah bir şey vermek istediği zaman bütün kâinat engel olmak istese engel olamaz. Vermek istemediği zaman bütün kâinat vermeye çalışsa veremez. Bu, Kur’an’da en çok kullanılan temel yasalardan biridir.

Şimdi dua, şeyi biraz işleyelim. Duanın yani hangi şartlarda kabul olup olmaması. Gerçi değindik ama bir daha toparlayalım hâdiseyi. Şimdi ben burada bir şey istedim. Bir iş yapmak istedim, benim gücüm sınırlı, samimiyetim sınırlı, imanım sınırlı. Fakat burada 100 kişi beraber ele ele verse, aynı duayı istese, bütün eksik duygular bütünleşse küllî bir dua olur. Yani bir ağaç olduğu zaman çölde yağmur gelmez. Fakat 1000 ağaç olduğu zaman pat diye o çöle yağmur geliyor. Duanın kabul olması için, küllîlik, yani umûmilik lâzım. Bunun da çaresi sonsuza açılmadır. Sonsuz bir Allah’a ciddi ve samimi bir şekilde imandır, birinci çaresi. Sonra yardımlaşmadır, ferâgattır, fedakârlıktır. Ve bu şekilde yapılan bütün dualar kabul görmüştür. Ve cemaat olma da bir nevi duadır. Biz niye bugün bir araya geldik? Birbirimize kuvvet verip dua edip Allah’tan daha çok varlık, daha çok bereket, daha çok iman, daha çok samimiyet istemek için buradayız. Bak bu da bir duadır.

Aşk ile dua. Şimdi bizim son 10 senedir başarı dizileri diye kitaplar çıktı. İşte şöyle yaparsanız başarırsınız, şöyle yaparsanız başarırsınız, NLP dizileri, başarı dizileri bir sürü teknik imkanlar. Ben hiç birini okumadım. Ara sıra karıştırdım, baktım işe yaramıyorlar bıraktım, açıkça söyleyeyim. Sonra kendim bu duadan, imandan, sonsuzluktan bir çare buldum ve fıtrî bir çare, gerçek bir çare. Eğer insan aşkla bir dua yaparsa, o istek, o dua, o gündem bütün vücuduna işliyor, bütün beyninin hücrelerine işliyor. Hatta dağa taşa dahi bazen işleyebilir. Böyle bir dua zaten unutulmaz ki. Zaten istesen de bırakamazsın ki NLP tekniklerini kullanasın, ihtiyaç olsun. Gerek yok. NLP ne demek? Hafızayı canlandırmak, daha pratik hâle getirmektir. Sen NLP değil, bütün kâinata duanı yazdırmışsın, öyle bir aşkla istiyorsun ki; kâinat cezbeye geliyor, harekete geliyor. Onun unutulacak bir hâli yok ki. Yani bazı misâller müstehcen olabilir, özür dilerim. Yani iki genç evlenmiş gerdeğe girecekler, sabırsızlık içinde beklemeleri gibi bir şey, aşkla yapılan dualar. Bir anne çocuğunu doğurmuş, ne zaman emzireceğim diye sabırsızlıkla beklediği gibi, bir misâl veriyorum. Onun için dualar aşkla olmalı. Aşk şudur; isteseniz de istemeseniz de unutulmayan dualar duadır. Yani ya dün biz ne yedik? Ne yaptık? Ne dua ettik bilmiyorsanız; o dua aşkla yapılmış bir dua değildir. Ve kıymet-i harbiyesi de küçüktür. Bak kâinattaki aşktan size bir iki misal vereyim. Üstad Risale’de bunu anlatıyor. En kuvvetli çelikten bir gülle yapın, içi boş bir gülle. İçine bir bardak su koyun, sonra o deliği kapatın, buzdolabına koyun, sabahleyin gelir bakarsınız ki o gülle çatlamış. Çünkü su donarken genişliyor ya. Bak su latif bir şey yumuşak bir şey. Ama genişleme aşkı olduğu için illâ da o demiri parçalar. Yani eğer aşkla biz bir dua yaparsak, ki dua da irade sıfatıdır, o da irade sıfatından gelmiştir diyor Üstad, karşımızdaki engel çelik dahi olsa onu parçalarız, bir örnek. Minnacık bir çekirdek, incir çekirdeği içinde aşkla dua ediyor ki; ben ağaç olacağım. Yahu dağları kayaları neleri deliyor, sonra ağaç oluyor. İşte kayalarda görüyorsunuz. Toplu iğne başı kadar büyüklükte bir çekirdek yani. Kayaları eritiyor ağaç oluyor. Bak aşkla yapılmış duanın iki örneği. Adam dağdan gelmiş, hiçbir bilgisi yok, okul okumamış, bir şey öğrenmemiş, ilime aşıktır, kendini veriyor. İki senede profesör kadar âlim oluyor. Öbür şekil herif tembel tembel, istemeye istemeye okuyor, 30 sene okuyor, hâlen bir âyete meâl verirken korkuyor. Acaba yanlış mı verdim, doğru mu verdim. Bunun örneklerini biz çok görüyoruz.
-O da yanlış veriyor.
B. Sağlam: Verse de yanlış veriyor.
Yani bu aşk kelimesi üzerinde çok durun, örnekleri çoktur. Fakat maalesef bizim toplumda aşk deyince sadece cinsellik anlaşılıyor. O, varlık aşkının %1’idir cinsellik, diğer %99’u nedir; ilim aşkı, yemek aşkı, sanat aşkı, fedakârlık aşkı, feragât… Yani sayda say bitmez. Bütün kategorileri iptal etmişsiz, yüce değerleri iptal etmişiz. Aşk deyince, bazen homoseksüellik, bazen de cinsellik anlaşılıyor bizim medyada. O kadar çirkefleşmiş hâdise. Ve seviyeniz, zihnî yapınız ne olursa olsun bir şeyi aşkla isterseniz 6 ay içinde öğrenmeseniz gelin yüzüme tükürün. Hiç bir bahane önünüzde duramaz. Hiç bir bahane; ne açlık, ne fakirlik, ne yorgunluk hiçbir şey duramaz önünüzde mutlaka ve mutlaka başarırsınız. Çünkü varlık şiddetli aşktır zaten. Bir şeyin ortaya çıkması için birinci şart şiddetli aşktır? Sezgin şiddetli aşkla çalışmıyor, ikide bir Bahaeddin hocaya şikayet ediyor. Bu iş niye yamuk gidiyor. Bana ne niye yamuk gidiyor. Aşk yok, istemeyerek çalışıyoruz. Aşk nedir? Ferhad’ın Şirin için dağı delmesidir aşk. Biz hangi dağı deliyoruz? Biz kâğıt bile delemiyoruz gayemiz için. Yok, bizde şey yok. Adam bir mesele öğrenmek için 15 sene zaman ayırıyor, bak aşka bakın. Tabii başarılı olur.

Burada bir konu vardı, ben atladım galiba. Teknoloji ve dua. Özür dilerim o arada kalmış. Onu tamalayalım sonra Hz. Peygamber (S.A.V.)’in duasına döneceğiz. Bu teknoloji, yani çok güçlü, çok güzel, çok büyük bir nimettir. Yani Bektaşi parayı eline almış, demiş; Allah değilsin ama her şeye kâdirsin. O kadar yüce bir varlık ki teknoloji -ben kınamıyorum- adeta Tanrı görevini görüyor. Ama nerden doğmuş bu teknoloji? İnsanın şiddetle o teknolojiyi istemesinden kaynaklanmış. Avrupa vebadan kırılmış. Bir sene içinde İrlanda’da 4 milyon insan açlıktan ölmüş. Öyle zorluklar içinde aşkla artık insanlar teknolojiye sarılmış, o şiddetli aşk teknoloji doğurmuş. Bunun en tipik örneği; Edison’un lambayı yapmasıdır. Adam profesör, bütün fiziği kimyayı biliyor, parası var, iki sene gece-gündüz dükkanından 40 kişiyle ayrılmadan çalışmış. 2000 kere deney yapmış. Adam masada uyuyor, uyanıyor kalkıp çalışıyor, uyanıyor kalkıyor çalışıyor. Her deney 1-2 milyara mâl oluyor bugünkü parayla. Ama inanmış ki bu, insanlığın ihtiyacıdır, tâbiatta karşılığı vardır. Mutlaka ve mutlaka bu olacak. İnandığı için başardı. Sonraya paraya tamah etti. Kimseye yaptırmadı, kendisi fabrika kurdu, tekel oldu. Tam zengin olurken öldü. Yani Allah orada bak sen dedi ilim adamıydın, soyut değerleri biliyordun, paraya tapmaya başladın, işte cezanı çek dedi. Dindar bir insan. Hani cennete gider mi, gitmez mi diye tartışıyorlar ya. Cennete gider. Çünkü hem dindar Hıristiyan, hem İslâm ’ a düşman değil, hem insanlığa büyük bir katkısı olmuş. Onun için bazı hocaların yok cehennemliktir demeleri anlamsızdır.

Şimdi şeye gelelim. Hz. Peygamber (S.A.V.)’in duasına geliyoruz. Sonra insan gruplarına göre dua çeşitleri, çok önemli. Biraz eğlenceli bir kısımdır ama çok önemli, gelecek. Hz. Peygamber (S.A.V.)’in duası, hani dedik ya konumuz aslında Hz. Peygamber (S.A.V.)’i tanımaktır, O’nun kişiliğini bilmektir. Bu dua sistemi, dua mekanizması anlaşılmadan Hz. Peygamber (S.A.V.) anlaşılmıyor. Hz. Peygamber (S.A.V.) cübbesiyele, sarığıyla, yok kavun yer miydi, yemez miydi, kaç hanımı vardı, yoktu tartışmalarıyla anlaşılmaz. Onun gerçek varlığı, gerçek şahsiyeti, gerçek özü; sonsuz, şiddetli aşk şeklinde bütün kâinatı ilgilendiren konularda çalışması, istemesi ve yorulması ve kendini o yolda fedâ etmesidir Hz. Peygamber (S.A.V.)’in gerçek… Şimdi senin şahsiyetin nedir? Yani himmetin demek. Sen ne istiyorsan, sen osun. Ben seni etle kemikle tartmıyorum ki. Yok elbisen Altınyıldız mıydı, yok Pier cardin miydi diye de tartmıyorum. Kalbindeki duan nedir? Kişiliğin nedir? Sen osun. İşte biz, peygamberleri öyle tartmalıyız. Yok kırmızı elbise giyer miydi, giymez miydi? Giyse ne yazar, giymese ne yazar. Yani böyle, biz Peygamber (S.A.V.)’i böyle biliyoruz. Peygamber (S.A.V.)’in gündeminde ne vardı? Peygamber (S.A.V.) ne ile uğraştı? Ne istedi, ne konuda kendini feda etti, onun himmeti, gündemi neydi, o yok ortada, kayıp, tarihte de yok. Ve Hz. Peygamber Efendimiz (S.A.V.), bu kadar şiddetli dua, istek, arzuyla beraber hiçbir imkanı yok. Ne para var, peygamber olduğu zaman ne para var, ne asker var, ne ilaç var, gıda bile yok doğru dürüst Mekke’de. Hiç bir şey yok, sıfırdır. Hatta bu astrologlara göre hani yıldız falına bakıyorlar ya. Kim ne zaman doğmuşsa ona göre karekteri nedir. Karekter açısından da beceriksiz bir insandır (BURADA HOCANIN ANLATMAK İSTEDİĞİ HAKİKATİ ANLATIRKEN SEÇTİĞİ “ BECERİZKSİZ ” KELİMESİNDE KASITLI OLMADIĞINI BİLİYORUM.HOCANIN NİYETİNİ DE. AMA ANLATILMAK İSTENEN ŞEY BAŞKA KELİME İLE İZAH EDİLSE DAHA İYİ OLURDU.AYRICA BU KONU ARAŞTIRILMALI KANISINDAYIM,M.NUR DOĞAN BUNU “ ÜMMİLİĞİNİ ANLATIRKEN ÇOK GÜZEL ANLATMIŞTI,O SAF AYİNE OLMASI HALİNİ.YANLIŞ HATIRLAMIYORSAM.) sıfırdır yani. Ama dua etmiş, aşkla girmiş, sonsuz Allah’a bağlanmış, sonsuzluğu istemiş, bütün kâinatı ilgilendirecek şekilde bir proje istemiş Allah’tan. Ve Allah da deryayı akıtmış, işte büyüklüğü oradan. Yani ben onu şöyle özetliyorum; tası yok kovası yok ama Allah ona okyanusu nasip etmiş. Biz niye öyle olamıyoruz? Çünkü biz tasla tarakla kovayla yetiniyoruz. Yâ benim kovam var, banane diyoruz. Yâ kovayı bırak, derya gelecek yok, bıraktıramazsın. Bak, gidin çarşıdan 10 milyon isteyin, deyin ki; gelecek sene size 1 milyar verilecek kimse vermez. İllâ kova ile yetinecek, deryayı istemez bile.

Hz. Peygamber (S.A.V.)’in dua konusunda ve onun gerçek kişiliğini teşkil eden ikinci özellik şudur: Küçük hesaplar, nefsânî hesaplar peşine hiç ve hiç gitmedi, bir tek adım atmadı. Onun için büyük oldu. Yani biz her iş yaparken acaba benim burada menfaatim nedir diye düşünürüz. Onun gündeminde o yoktu. Hiç bir zaman, evlilikleri de dâhil nefis nâmına hiçbir şey yapmadı. Hep Allah nâmına, kâinat nâmına, âhiret nâmına, sonsuzluk nâmına çalıştı o. İşte büyüklüğü ondan, duası böyleydi. Kişinin duası ne ise kişiliği de odur. Kişinin duası ne kadar sonsuzsa değeri de o kadardır. Peygamberler içinde en yüce hedefli, büyük düşünen, büyük icraat yapan odur, duası büyüktür. Onun için en büyük peygamber sayılıyor. O kadar işkence gördü, bir gün beddua etmedi kâfirlere. Birisi bize bir tokat atsa, biz adamı bombaya tutarız. Bir gün beddua etmedi, onların kurtulmasına dua etti, bütün insanlığın kurtulmasına dua etti. Ve onun en büyük duası da âhirettir. Yani insanlığı sonsuz mutlu edecek, başka bir âlemin yaratılması ve Allah’tan istemesidir. Hatta Üstad Bediüzzaman’a göre âhiretin varlığının en büyük sebebi onun duasıdır. Yani Allah biliyor, böyle bir dua edilecek, o duayı önceden kabul etmiş. Bu fizikte de var. Bazen netice sebepten önce yaratılıyor. Yani mermi gitmeden kâğıt orada yırtıllabiliyor bazen, o tespit edilmiş. Sibernetik sistem olduğu için sebep-sonuç birbiriyle beraber yani oluyor. Yani eskiden şeyh müridi yetiştirir biliniyordu. Avrupa da dedi, yok mürid şeyhi yetiştiriyor dediler. Üstad Bediüzzaman dedi ki; doğrusu ikisi de etkileşim içindedir. Şeyh de müridi yetiştirir, mürid de şeyhi yetiştirir. Kemal’in bir sürü bana faydası olmuş, benim biri sürü faydam olmuş ona, etkileşim sistemi. Onun için kimse böyle firavunlaşmaması lâzım, hep kardeşlik esastır. Emir-komuta zinciri esas değil kâinatta. Her yıldız öbür yıldızın kardeşi, her çiçek öbür çiçeğin kardeşi, her insan öbür insanın kardeşidir. Yok âmiri memuru olmamalı, yok bu sistem, o mecburi. Şeytanları zapt-u rapt altına almak için birisi general olur, öbürleri de köle olur. O şeytanlar için geçerli, müminler için geçerli değil. Yani çok ayıptır, mü’minler bugün cemaat kuruyorlar, masonlar kadar olamıyorlar. Masonlar o kadar imkanlara rağmen kardeşliği esas alıyorlar, emir-komuta yok. Biz iki kişi bir araya geliriz, ben senin ağabeyinim, müdürünüm. Ne müdürü, kardeşiz işte. Yani sistem burada da çöküyor, nefsânidir çünkü o ağabeylik.
Hz. Peygamber (S.A.V.)’in kişiliğini oluşturan ve duasının üçüncü kanadını oluşturan özellik; sonsuz gittiği için, sonsuzluğu aradığı için, sonsuza inandığı için, hatta sonsuzu gördüğü için bütün kâinatı ilgilendirecek şekilde dengeleri kurmuş. Ve bu denge üzere oluşu, onun en büyük mucizesidir. Kur’an’da onun birinci mucizesi; denge üzere oluşu, ikinci mucizesi; Kur’an, ki dengeden ibarettir. Üçüncü mucizesi; diğer mucizeleri, kerametleridir. Ama biz mucizeleri okurken denge kavramı hiç işittiniz mi? Yok ortada. Halbuki Kur’an’da birinci sırada yer veriliyor. Dengeyi kurduğunuz zaman en ciddi, en samimi, en fiilî dua oluyor. Yani toprak, hava, su, ışık bir araya geldiği zaman aralarında sibernetik bir yapı oluşuyor, küçük de olsa bir denge oluşuyor. O denge minnacık bir çekirdeğin incir ağacı olmasını doğurtuyor, bak. Minnacık bir denge ayarladın dört unsur arasında hemen o denge. Eğer biz felçsek, işe yaramıyorsak, bir üretim yapamıyorsak bilin ki biz dengesiziz. Önce şu dengeyi kurmamız lâzım. Hayatımızda yemekten içmekten, evliliğe kadar bir sürü özelliğini anlattık, bir sürü meseleyi anlattık ama bunlar içinde hiç kimsenin düşünmediği, fakat Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi Vessellem)’in gündeminin birinci sırasını teşkil eden ve gerçek varlık olan, denge. Yani sıratı müstakim üzere oluşu. Hiç aşırı da gitmemiş, geri de kalmamış, her sahada. Ve sonsuz işleri, imkanları, insanları koordine edebilmiş, kimse incinmemiş. Ya biz 5 tane öğrenciye bakamıyoruz, 5 tane öğrenciyi dengeleyemiyoruz. Bir kazanç kuramıyoruz piyasada. Her şey bizde dengesiz. Onun için adam olamıyoruz. Bu denge varlığın özüdür. Ve varlığın duasının birinci ve gerçek nedenidir. Ve Hz. Peygamber (S.A.V.)’in de şahsiyetinin en önemli, mucizevi yapısı ve gerçek yapısı odur; dengeleri çok iyi kurmuş.

Şimdi denge deyince, peygamberlerin çoğu sırf bu denge için kendilerini feda etmiştir. Yani öyle sonsuz çalışmışlar, öyle aşk içinde çalışmışlar, öyle yorulmuşlar ki; yeter ki şu denge bozulmasın. Çünkü dengenin bozulması zulüm demektir. Zulüm, karanlık demektir, yokluk demektir. Şehitler niye kendini fedâ ediyor biliyor musunuz? Lisân-ı halleri şunu demek istiyor şehitlerin: Burada denge yok, dengenin olmadığı yerde Allah yok. Allah yoksa ben de kendimi yok ediyorum. Bu kadar samimi bir duadır bu şehitlik. Yani Türkçe’ye çevrilişi odur. Şehit diyor ki: Burada zulüm var, karanlık var, yokluk var. Böyle kavramın olduğu yerde Allah yok. Allah yoksa ben de yokum. Ve kendini yok ederek, oradaki zulmü kaldırıyor, denge geliyor. Denge geldikten sonra Allah da geliyor. Yani ruhumuz vücudumuza gelmesi için, vücudumuzun, beynimizin, gözümüzün, kulağımızın, organlarımızın, beynimizin dengeli çalışması lâzım. Dengeli çalışmadığı zaman ölmüş oluyoruz. Ne demek ölmüş oluruz? Ruh gidiyor. İşte Allah zulmün olduğu yere girmiyor. Orayı başarılı kılmıyor. Hz. Muhammed (S.A.V.), eğer sıfır imkanlarla, 20 tane medeniyet kuracak bir potansiyel üretmişse, milyonlarca insanı maddi-manevi, uhrevi-dünyevi açıdan beslemişse, işte bu dengeyi gerçekleştirdiği içindir. Sorunlarımızın Türkçe’ye çevrilişi, ister doktorda, ister mutfakta, ister çarşıda, ister okulda, bütün sorunlarınızı kaydedin bana getirin ben bir kelimeyle cevabını veririm. Burada dengesizlik var. Bütün sorunların, ticarî, kimyevi, fizikî, psikolojik, tıbbî hepsini yazın getirin tek kelimeyle cevap verilir; sizin sorununuz dengesizlikten kaynaklanıyor. Yani en basit bir mesele; ders çalışmak bile eğer dengeli değilse üretim olmuyor, verimli olmuyor. Denge çok önemli. Hatta 1970’e kadar bu denge meselesi bilinmiyordu. Şöyle kâinat uzaktan başka bir el tarafından evrilip çevrildiği anlaşılıyordu. Bu sibernetik teknoloji anlaşıldıktan sonra hem insan bedeninin nasıl çalıştığı anlaşıldı. Hem ekololijik dengenin nasıl kurulduğu anlaşıldı. Hem galaksiler arası dengenin nasıl kurulduğu anlaşıldı. Ve her şeyi böyle Türkçe’ye çevirebiliriz. Bir yerde denge olduğu için orada varlık vardır. Eğer bir yerden denge çıkarsa, orada da varlık otomatikmen bitmiş oluyor. Ve sibernetik bunu keşfetti yani. Dengeler sistemi. Dua nedir? Tetiklemedir. Eğer bu sistem olmazsa zaten dua işe yaramayacaktı. Böyle müthiş sonsuz bir düzen, denge olduğu için sen o dengenin ufak bir tarafı ile ilgilendiğin zaman çarkları çevirebiliyorsun. Yani ben giderim yıllarca hamallık yaparım neticede en fazla 10 milyar para kazanmış oluyorum. Fakat ciddi bir işle, tetikleme yöntemi ile çalışırsam bir senede 1 trilyon para kazanabilirsin. Tetikleme sistemi. Onun için ben diyorum dükkan açmayın. Zaten Müslüman ümmetinin birinci görevi de bu dengedir. Bu suresinde anlatılır. Sizi diyor, azaptan kurtaracak, dünyada, âhirette başarılı kılacak bir ticareti haber vereyim mi? Evet, nedir ticaret? İnanacaksınız ki, dengenin birinci şartı. İkincisi cihat edeceksiniz. Cihat deyince adam öldürmek demek değil. Müslümanların cihadı, doğu ile batıyı dengeleme. Doğudaki kültürü batıdaki kültürle birleştirsek, oradan alıp buraya satsak, buradan alıp oraya satsak. İşte İslâm ümmetini başarılı kılacak bir tavsiye, Kur’an’da geçiyor, bu benim fikrim değil.

Şimdi sonuca geliyoruz: İnsan gruplarına göre dua çeşitleri, son başlığımız bu. Şimdiye kadar biz duayı anlatırken vahidiyet itibariyle, yani Allah’ın sonsuzluğu itibariyle onu muhatap ederek dua ettik, duayı anlatmaya çalıştık, öğrenmeye çalıştık. Fakat bundan sonra şöyle sonsuz anlaşılmaz bir Allah değil de bizimle arkadaş görünecek, tecelli edecek ehâdiyet cilvesiyle, arkadaş gibi konuşacak bir manâ üzere gideceğiz, yani ehâdiyet cilvesiyle. Ki bu evradlar, ezkarlar var ya; Şah-ı Geylani’nin, Nakşibend’in, Cevşen’in ve diğer büyük zâtların duaları daha çok bu ehâdiyet cilvesiyle Allah’la arkadaş olup, birebir konuşma tarzında gidiyor sistem. Yani Allah deryadır, sonsuzdur ama kendini bir tas içinde de gösterebiliyor. İşte o tasda seninle arkadaş olur, sen de bütün dertlerini ona dökersin anlatırsın. Buna velilerin duası diyor Kur’an ve ehâdiyet cilvesiyle görme, Allah’ı görme. Yani görerek dertleşiyorlar, dua ediyorlar. Bu konuda Kur’an’da ben yeni öğrendim (bak 30-35 senedir Kur’an okuyorum dün gece öğrendim, çok mucizevi bir âyet) Hz. Peygamber (S.A.V.)’e hitâben şöyle diyor; Benim kullarım Yani Benim derken özellik ifade ediyor, Benim özel kullarım ki veliler oluyor onlar. Veliler, özel kullar. Beni senden sorarlarsa. Niye peygamberden sonra direk veli geliyor. Çünkü veli Allah’ı görüyor, hissediyor ama dengeyi kuramadığı için netleştiremiyor. Sis mi gördüm, Allah’ı mı gördüm netleştiremiyor. Yakın, temas ettiğini anlıyor, ama netleştiremiyor. Peygamber, dengeleri kurduğu için kuş bakışıyla bakıyor, Allah’ı net görüyor. Ve veliler bile Peygamber’in bakışına muhtaç, yâ peygamber söyle Allah nasıl bir şeydir? Biz nasıl O’nunla görüşebiliriz diye soruyorlar Peygamber (Sallallahu Aleyhi Vessellem)’e. Eğer benim özel kullarım, senden beni sorarlarsa, sen de ki; ben çok yakınım. Bak, Allah’ın birinci ilkesi. Allah her yerde Kur’an’da diyor, Ben çok yakınım; biz daima zihnimizde Allah’ı uzayın öbür köşesine, hiç ulaşılmayacak, hiç dualar kendisine gitmeyecek bir köşeye oturtuyoruz. Ben çok yakınım diyor, çok çok yakınım. Zaten velâyet, Allah’ın çok çok yakın olduğunun anlaşılmasıdır. Eğer siz de dünyanızda Allah’ın yanınızda, kalbinizde, içinizde olduğunu, her yer O olduğunu görüyorsanız, siz de veli olursunuz. Çünkü her şey güzelleşmeye başlar, her şey nimet olur. İşte veli öyle yaşıyor. “Ucibû dâvete’d-dâi izâ dââni” böyle özel velilerin, dâi; dua edenlerin, ne zaman dua ederlerse ben mutlaka kabul ederim diyor. İşte tarih bunu ispat ediyor. Hiç bir veli yoktur ki; dua edip de duası kabul olmamış. Bak âyet bunu ispat ediyor….

Böyle özel kişiler, Allah’ın yakınlığını hissetmiş, Peygamber sayesinde de Allah’ı görmüşler, netleştirmişler kalplerinde. Böyle kişiler, veliler, yakınlar ne dua etseler Allah verir. Fakat bu veliler çok edepli olduğu için terbiyesizlik yapmıyorlar. Böyle salla pati şeyler istemiyorlar. Şöyle Allah’ın hikmetini kollayıp, ne zaman, nerede, ne istenileceğini iyi tespit edip ara sıra istiyorlar. Her zaman müdahale etmiyorlar. Biz buna ehâdiyet dairesiyle muhatap konuşma diyoruz, hitap diyoruz. Ve veliler tarzında bir yakınlık ifade ediyor ve gerçek dua da bunlardır. Yani biz dua ediyoruz kabul olmuyor. Ama gidiyorsun bir şeyhe; şeyh bir üfürüyor, hemen işler dönüyor yani. Belki bugün yok ama tarihte çok var. Ve insan bu noktaya, bu yakınlığa geldikten sonra... Fakat ben gene bir başlık atlamışım, mecburen oraya döneceğiz. Şu Allah’ı gördükten sonra, ki ben küfrediyorum, eğer sonsuz bir imanı elde edip de, her şey O’nun görüntüsü olduğunu anlayıp da hâlâ ben Allah’ı görmüyorsam, uzaklarda anlıyorsam o eşek oğlu eşektir. Çok şaçmalıktır çünkü. Ya içimizde, her yerde O. Hâlen uzaklarda sanıyorsun, kendini burada firavun gibi görüp, keyfine göre günâh işliyorsun. Bu eşek oğlu eşekliktir yani. Şimdi veli olduktan sonra, Peygamberin himayesi altında Allah’ı gereği gibi tanıdıktan sonra, dua edip duasının kabul olduğunu gördükten sonra, artık insan terbiyeli oluyor. Babam beni daha iyi bilir, ne zaman neye ihtiyacım olduğunu bilir, O verir der, kendisi istemiyor. Terbiyeli evlad gibi.

Ben şöyle bir başlık attım: Allah öyle sonsuz bir güzel ki, öyle sonsuz bir varlık ki ve gerçek varlık ki, gerçek mükemmellik ki; uzanmış şey mânâsına gelen madde perdesi arkasına kendini gizlemiş, ehline kendini perde arkasından gösteriyor. Ehil olan, perdeye değil de O’na bakar. Yani sen cama bakarken istersen cama bakarsın istersen camın arkasındaki eşyaya bakarsın. Ama insan körse cama takılır. Bu cam niye burada var der. Ya cam, arkasını göstermek içindir. Fransızca’da da maddenin ismi “mater”dir, yani uzanmış şey. Allah, madde dediğimiz bir malzemeyle mater veya madde ne derseniz deyin. Kendi imtihan gereği olarak önüne bir perde çekmiş arkasında sonsuz güzellikleriyle kendini gösteriyor. Onun derdi de; biz nasıl O’nu arıyoruz, kavuşmak istiyoruz, O da bize âşık, O da bizi arıyor, bize sahip çıkmak istiyor. Şimdi bu güzelliği gördükten sonra perde arkasını görebilenler olarak, öyle sonsuz bir güzellik, dünyalar güzelini görüyorsun ki, öyle sonsuz bir varlığa kavuşuyorsun ki; daha bir şey isteme ihtiyacı içinde olmuyorsun. Yani bütün memleket senin olmuş, daha işgal edilecek bir yer kalmamış. Evet düşün ki bütün memleket Osmanlı’nın olursa, Osmanlı daha nereye gitsin? Daha bir şey istemez. Yani bu Allah’ı görenler, O’nu keşfedenler, O’nun sonsuz güzelliğini yakalayanlar, aynı Hz. İsa (a.s)’nın dediği gibi; Ya Rabbi! Sen’in iraden olsun. Ben bir şey istemiyorum. Sen ne istersen o olsun. Çünkü o güzellik öyle büyük varlıktır ki; daha bir şey istettirmiyor. Tam tatmin olmuş oluyor, tam tatmin sağlanmış oluyor. Bu çok önemli bir şeydir. Ve bunun ölçüsü; her şeyi güzel görmektir. Bu noktada çirkinlik kalkıyor, şeytan kalkıyor, şeytan melek kadar sana fayda vermeye başlıyor. Biraz sonra bir örnek vereceğim bu konuda. Mikrop senin hizmetkârın oluyor, senin hayatını geliştiriyor. Bütün musibetler seni kemâlâta götüren bir motor güç oluyor. Ve daha dünyada iken cenneti yaşamış oluyorsun. Onun için Yunus Emre o cemâli görmüş. Ya cennet dediğin üç-beş tane hûri onların olsun demiş. Ben dünyalar güzelini gördüm diyor. Bu güzeli görmenin bir espirisi de koordinatları iyi kurmak. Koordinatlar nedir biliyor musun? Şimdi bir insanı sadece burnundan baksan güzelliğini göremezsin. Sadece gözüne baksan, güzelliğini göremezsin. Sadece çenesine baksan güzelliğini göremezsin. Ama bütün organların koordinasyonunu kurabilirsen, işte dünyalar güzeli bir şey önüne çıkar. Allah’ın koordinatları, organları; hâdiselerdir, olaylardır. Şu kâinatın başından sonuna kadar öyle bir ferâset, iman, bilgi bizde olmalı ki; neyin ne ile koordine olduğunu, neyin ne ifade ettiğini anlayacaksın, onun içinde sonsuz güzelliği kavrayacaksın, bütün varlık isteğin tatmin olacak, bütün güzellik isteğin tatmin olacak. Artık madde diye bir puta tapmayacaksın. Ama maalesef biz o güzelliği kuşatamadığımız için koordinasyonu da göremediğimiz için sadece maddeye takılıp putperest oluyoruz. Yani bunun ölçüsü, bir daha hatırlatayım: Dünyada çirkinlik kavramı zihninizden silin, sürekli şükredin, her şeyi güzel görün. Bu, imanın bir gereğidir. Hz. Peygamber (S.A.V.) övüldü de şükretti, sövüldü de şükretti, dişi de kırıldı şükretti, hanımına iftira da oldu şükretti. Çünkü o iftira, daha güzel âyetlerin inmesine sebep oldu, hayra dönüştü.

Evet şimdi sonuç itibariyle konuyu özetliyorduk. Çok çeşit dua var, insanlara göre. Velilerin duası, onu işledik. Yani Allah’a yakınlığı keşfetmiş yakalamış, bire bir görüşüyor ve bütün duaları pat pat da olduğu için tam tatmine varıyor ve daha bir şey istemiyor. Dünyalar güzelini görmüş oluyor. İkincisi; kâfirlerin duası. Yani Kur’an’da bu çok işleniyor. Kâfirlerin duası, bak çarpıcı bir kavram. Kâfirlerin duası, kayıptan, yokluktan başka bir şey değildir diyor. Çünkü kâfir yanlış bir şey istiyor, olmayan bir şey istiyor. Dolayısıyla bütün emeği, enerjisi hiçliğe gidiyor, boşa gidiyor. İşte kominist Rusya çalıştı çalıştı 70 sene, bütün Avrupa’dan iki kat daha fazla ürettiği hâlde açlıktan geberdiler. Ne oldu? Boşluğa gitti, duaları sapıklıkta oldu. Âyetin devamı da Râd sûresinde geçiyor: Onlar sürekli ebediyet suyuna ağızlarını uzatmak istiyorlar, görüyorlar, onun aşkıyla yanıyorlar. Fakat bir türlü ağızları suya değmiyor diyor, meâlen söylüyorum. Çünkü insanın en büyük duası ebediliktir, ebedi kalmaktır, ebedi olmayı istemektir. Kâfirler burayı beceremediği için yıkıma giriyorlar, düşüşe giriyorlar, çareyi sarhoşluktan başka bir şeyde bulamıyorlar. Ya intihar ediyorlar veya sarhoş oluyorlar. Piyasada genel insanların ayık olduğunu hiç de sanmayın. Bu toplumun ister içki içsinler ister içmesinler %80’i sarhoştur. Şöyle veya böyle bir şeyle sarhoş olmuştur. Yani açık açık bilgiler veriyorsun adam bir şey anlamıyor, düşün. Kim bir şey anlamaz? Sarhoş bir şey anlamaz. Yani özeti budur. Kâfirlerin duası; kayıptır, dalâlettir, yokluktur. Onlar ebediyet suyuna sürekli âşık olmalarına rağmen kâfir oldukları için bir türlü ağızları o suya ulaşamıyor.

Üçüncüsü; avamın duası. Bu güzel bir duadır, umut. Avam ne Allah’a görüyor, ne ilmi biliyor, ne dünya güzelini görebiliyor gariban. Ortada işte bir köle gibi geziyor. Fakat onun güzel bir şeyi var, umudu var. Umut, Allah’ın bir yansımasıdır. Korku ise şeytanın bir yansımasıdır. Avam, bak hiçbir özellikleri yok; bilgi yok, fen yok, mektep yok, diploma yok ama umut var. O umut rahmâni bir şey olduğu için onları motive ediyor, var kılabiliyor. Öbür herif 10 tane diploma sahibi olmuş, milyarlarca serveti var, hâlâ korkuyor, acaba ne olur? Çünkü korku şeytanı onu bastırmış. Kur’an’da bütün musibetler hayır olarak ifade edilir. Bütün musibetler lehimize, hep bizi yükseltmek için, geliştirmek içindir. Ama korku ve üzüntü diyor şeytandandır. O, Allah’ın yakınlarına musallat olamaz. Ancak kâfirlere musallat olur. Yani siz psikolojinize dikkat edin. Kanser olabilirsiniz, sakat olabilirsiniz, iftiraya uğrayabilirsiniz, daha adını koyamadığınız binlerce musibet başınıza gelir. Hepsi lehinizedir, faydanızadır, sizi dünya ve âhirette daha çok var kılmak içindir. Ama bu şeytâni iki şeye, korku ve üzüntü. O geliştirmiyor. Korku beyni bastırıyor, beyin bitiyor. Üzüntü beyni dağıtıyor. Yani mekanizmasını da doktora sordum. Nedir bu dedim, Kur’an’da böyle ayrıcalıklı anlatılır. Bak ben bunu keşfetmiştim. Bütün musibetler, hayat sürecini, evrimi hızlandırmak içindir, kemâlâttır. Fakat korku ve üzüntü ancak kâfirlere musallat olur, Allah’ın dostlarına musallat olmaz.

Bir de Yahudi duası var, çok ilginç. Yani bu, Kur’an’da işleniyor Yahudi duası olarak. Yahudiler geçim konusunda dünyanın en zenginleri oldukları hâlde en çok korkaklarıdır geçim konusunda. Ve inanıyorlar ki, ben yakından takip ediyorum onların dünyasını. Yani bu tâbiat dediğimiz Allah ın sistemi yeteri kadar rızık vermiyor, bu tâbiata kalırsa biz aç kalırız. E ne yapalım? Tefecilik yapalım. Ne yapalım? Hile yapalım. Ne yapalım? Dolandırıcılık yapalım. Ne yapalım? Çarpalım milleti, öldürelim, rızkını elinden alalım. Bunu niye yapıyorlar? Kur’an-ı Kerim bunu ifade ediyor: Onlar diyor ki; Allah’ın eli bağlanmıştır. Allah’ın eli tâbiattır burada. Tabiat yeteri kadar rızık vermiyor, galiba biz aç kalacağız, öleceğiz. E çare, tefecilik, hurda, hile ne varsa. Yahudi bunu yapıyor. Geneli için değil, ortalama bir karekter. Çünkü bir millet hepsi kötü olmaz. Kur’an, buna karşı nasıl cevap veriyor? Onların elleri kurusun. Yani bütün gelir kaynakları kurusun. Tefecilik, faiz, hile, hurda. Allah’ın iki eli açıktır diyor. Âyet meâli, ben kendim konuşmuyorum. Allah’ın iki eli açıktır. Allah istediği gibi rızık verir. İki eli nedir? Bir mânâsı şu; Allah hem geçmişten veriyor hem gelecekten veriyor. Hem dünyadan veriyor hem âhiretten veriyor. Hem musibetten seni besliyor, hem nimetten besliyor. Hem alttan veriyor, hem üstten veriyor. Böyle her taraftan Allah’ın iki eli çalışıyor. Bak Kur’an kâinatı nasıl tarif ediyor, Yahudi kâinatı nasıl algılıyor. Bu çok tipik bir Yahudi duasıdır yani. Ve âyet meâlidir, benim ifadem değil. Âyet meâlidir. Onu kendinize rehber yapın. Allah’ın iki eli var. Yani el deyince, böyle et kemik değil, imkan eli. Geçmiş de Allah’ın bir eli gelecek de. Dünya da bir eli âhiret de. Fakirlik de bir imkandır, zenginlik de bir imkandır. Yani hep Allah var ediyor bizi, ebedileştiriyor. Fakirsin, Allah sürekli sana sevap kazandırıyor, seni var ediyor. İşte bak veriyor işte. Musibet başına gelmiş; musibeti hayra dönüştürüyor, nimete dönüştürüyor, sana cenneti hak ettiriyor. Bak veriyor işte. Yani şeye benzetiyorum. Araba sigortalıdır, kaza yapsan da Allah veriyor, yapmasan da veriyor. Yapsan, araban yenileniyor. Yapmasan zaten araban senindir gibi. Evet, şimdi bu çok önemli. Şaka gibi ama çok önemli bunlar. Evliya tipi dua, bu Kur’an’ın bir mucizesidir. Kâfirlerin duası ayrı bir mucize, işlenişi çok müthiş bir mucize. Avamın duası, umut. Bu çok âyetlerde; umutlanın diyor. Ümitsizliğe girmeyin, ümitsizlik kâfirlerin özelliğidir, diyor. Yahudi duası, şimdi bir de Hıristiyan duası var.

Hristiyan duası derken, ben aslında bir bölüm daha atlamışım. Çok mesele var da atladım mecburen. Hz. İsa (a.s), çok güzel dua öğretiyor. Ve Matta İncil’inin 6. bâbında şöyle bir dua veriyor; sakın sakın nefsinize hiçbir şey istemeyin diyor. Şöyle dua ettiriyor: Ya Rabbi! Biz alacaklarımızı borçlularımızdan sildiğimiz affettiğimiz gibi Sen de borcumuzu sil diyor. Bak birinci cümle. Biz onları bağışladığımız gibi Sen de bizi bağışla. Ahirette cennette senin güzelliğin göründüğü gibi, dünyada da göster. Bize? Bize bir şey yok. Hristiyan, yani İsevi. (Hıristiyan derken bugünkü materyalist Roma kültürünü esas alan Avrupa’yı kastetmiyorum. İncil’i gerçekten yaşayan... ) İsa (a.s) çok önemli bir tiptir bizim için de. Kendisi için hiç bir şey istememiş. Bunun en tipik örneği Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi Vesellem) de öyledir. Gösterin, kendi nefsine hiçbir şey istememiş, istemiyor. Yani gerçek dua bencil olmayan duadır. Bencillik kötüdür, küçüklüktür, yokluktur. Dua ise ebediliktir, sonsuzluktur, varlıktır. Gerçek dualar böyle. Ya Rabbi! Cennet senin saltanatın olduğu gibi, şu pis yeryüzünü de cennete çevir diyeceksin, alacaklarını affedeceksin. Birisi sağına vurmuşsa, solunu çevireceksin. Biri seni 5 metre itelemişse, sen 15 metre iteleneceksin, ki dünya cennet olsun, Allah’ın arşı, melekûtu olsun. Bu İncil’de dua ile ilgili çok yerler var da iki yeri işleyeceğim. Bir tanesi budur, yani nefsi için hiçbir şey istememek. İkinci dua; (bu da bak ben İncil’in tefsirini yazdım 6 aydır bununla uğraşıyorum, yeni çaktım meseleyi) Hz. İsa (a.s) diyor ki: Ümitsiz olmayın, Allah’tan isteyin. Allah’tan sürekli isteyin, Allah daima size verecektir. Fakat Hz. İsa (a.s) büyük bir hakîm, hikmetli, anlayışlı olduğu için ne istediklerini de kelimelerle onlara anlatıyor. Hiç diyor, bir evlâd babasından balık ister de Allah ona yılan verir mi? Hiç bir evlâd babasından ekmek ister de Allah ona taş yağdırır mı? Niye bu kelimeleri seçiyor. Mesele şudur: Yani ey Hıristiyanlar! Siz Allah’ın mülkünü, saltanatını dünyaya hâkim kılmak için, O’nun güzelliklerini yaşamak için, ekmek ve balıktan başka bir şey istemeyin. Her gün yarım ekmek balık yeter size diyor. Gerisi boştur. Eğer bunun ötesini isterseniz; hayatın sembolü olan, imanın sembolü olan ekmek, taşa dönüşür. Putperest olursunuz, dünyacı olursunuz, kâfir olursunuz diyor. Öyle kritik bir durum var ki. Eğer hayatın, rahatın, huzurun bir sembolü olan balıktan fazla bir şey isterseniz yılan olur, hayatınızı zehir eder, sizi mahveder. Avrupa’nın başına geldi. Avrupa daha fazla istedi ne oldu? Ekmeği şükür makamında öpeceğine, şimdi madde taşını öpüyor adeta, Roma kültürünü öpüyor şimdi. Balıktan fazla istedi, sürekli birbirini zehirliyorlar. Sürekli bir dinsizlik zehiri vardır Avrupa’da. Ve İsa (a.s) bunu gördüğü için, dünyanın da geleceğini gördüğü için, yani demiş Allah sonsuz imkan sahibidir, babanızdır şefkat makamında. Her günün rızkını bir ekmek bir balık olarak isteyin ki gıda olarak da bir mucize. Yani bu tıbben sabittir ki; insanın beynini en çok çalıştıran; somon balığı ile kepekli ekmek. Yani kepekli ekmekle somon balığından daha faydalı bir gıda yok insan için. Ve kelimeler çok seçimli. Amma diyor bak, fazla isterseniz taş olur, başınıza belâ yapar. Balık fazla isterseniz yılan olur. Avrupa’nın üretimi işte öyle oldu, başlarına belâ oldu. Bu asır, yani biz Müslümanız, Kur’an talebesiyiz, ve Kur’ an’ın her kelimesinin mucize olduğunu ben ispat edebilirim, kitaplarda da bir derece ispat ettik. Fakat olağanüstü durumlarda, olağanüstü kişiler gibi yaşamak lâzım. İslâm normal şartlarda yaşanılabilir bir şeriattir, bir dindir. İsevilik ise şeriatı yok. Şeriatı olmayan tek din İsevilik’tir. Çünkü olağanüstü dönemin ilâcıdır, reçetesidir. Olağanüstü dönemlerde şeriat olmaz, mahkeme olmaz. Herkes seferberdir, herkes cephededir, herkes Allah’ın oğludur. Herkes herkesin şeyhidir, herkes herkesin kölesidir. Böyle olağanüstü bir dönem, sonsuz bir aşk, şevk ve her gün bir ekmek bir balıktan başka bir şey istemeyin. Bütün enerjimiz, duamız; bu çirkin, küfürle istilâ edilmiş yeryüzünde Allah’ın hâkimiyetini, melekûtunu bir daha kurmak için olacak. Kuramazsak ne olur? İki şey var: Dünya anarşizme girer. Anarşizm nedir? Devletin olmadığı, ailenin olmadığı, sağlığın olmadığı, inancın olmadığı bir ortam demektir. Böyle bir ortam istiyorsanız, İsa (a.s) gibi yaşamayın keyfinize göre yaşayın derim. Ama dünyanın böyle bir felâket ki %60 yaklaşmış böyle bir pozisyona. Kurtulmasını istiyorsanız imkanınız, gücünüz, kabiliyetiniz ne olursa olsun günde bir ekmek bir balıktan fazla istemeyin. Zehir olur, yılan olur, taş olur başınıza yağar. Yani bu trilyonları işleten insanların rahat olduğunu sanmayın. Onlar sürekli ruhlarında, gündemlerinde yılanlarla boğuşuyorlar, başlarına sürekli taş yağıyor. Ve duamız böyle taş ve yılan istemek olmamalı. Bizim duamız neydi, en son duamız: Gerek dünyada, gerek âhirette, gerek kalbimizde, gerek ailemizde her alanda Allah’ın sonsuz kemalâtını yaşamak göstermektir. Yani hamdetmektir. Bu arada hamdin ne demek olduğunu unutmayın. Cenâb-ı Hakk hepimizi korusun, kendine sağlıklı, faydalı kullar yapsın.

Hiç yorum yok: