31 Aralık 2007 Pazartesi

TEVRAT ve İNCİL Muharref midir ?

SON MÜLAHAZALAR

Aslında bu gelen 10 madde hakkında hiçbir not yazmak istemiyordum. Çünkü bana göre, elinizdeki, İncil ile ilgili bu kitaptaki konular, çok net ve açıktır. Ve açık olan bir konuda söz israf etmek hoşuma gitmez. Fakat bir kısım dostlarımın ısrarı üzerine ehl-i kitap ile ilgili bu 10 madde yazılmış oldu... Evet bu meseleler, çok açık da olsa, bütün dünyayı hatta ahiret hayatını ilgilendirdiği için; ve çoğu kişilerce ve toplumlarca yanlış anlaşıldıklarından, genel evrensel değerler itibarı ile bir miktar izahat vermek israf sayılmaz.
İşte

Madde 1:

Bir kısım Müslümanlar, rivayetçilerin tazyikiyle Abbasî döneminin ortalarından itibaren, ehl-i kitap olan Semavî dinlere bağlı kişileri müşriklerle ve mülhidlerle bir ve aynı terazide tuttular. Bu, açıkça Kur’an’a aykırı bir durum idi. Çünkü, ehl-i kitap, ahirete, vahye ve helal-harama inanır; İslam toplumu içinde yerleri vardır. Müşrikler ve mülhidler ise asla böyle evrensel değerlere inanmazlar, ve sistem dışındadırlar. ( Bu konuda bakınız: Mâide, 45-48; Âl-i İmran, 113-115; Bakara, 62; Mâide, 69... )

Madde 2:

Tevbe Sûresi ayet 29 “ Ehl-i kitaptan olup da, Allah ve ahiret inancını yitirmiş, ve gerçek dinî yaşama bağlı olmadığı halde yaşayanların dahi, belli bir vergi karşılığında yaşamalarına izin veriyor ” ve onları, necis ve hiçbir değer tanımayan müşriklerle bir tutmuyor... Çünkü gelenek tarzında dahi olsa, böyle eskiden ehl-i kitap olanlar, bir kısım medenî ve insanî değerleri yaşayabilirler. ( Bkz. B. S. Nursî, Sözler, 24. Söz, 5.Dal ) Fakat ahirette, böyle dindışı yaşayanların bir nasibi olamaz. Yani ahiret itibarı ile böyleler, müşriklerle eşit olacaklar ve ceza çekecekler; eğer kendilerine doğru ve isbatlı bir dini tebliğ yapılmış ise... ( Bkz. Beyyine Sûresinin tümü ) İşte cizye meselesi sadece böyle iken yani yarım yamalak bir şekilde ehl-i kitap geçinenler için iken, Müslümanlar, yanlış yapıp, bütün dindar ehl-i kitabı cizyeye ( özel yaşam vergisine ) tâbi tutmuşlardır. Kur’an’a aykırı davranmışlardır.

Madde 3:

Beyyine ne demektir? Beyyine, kelime olarak açık ve isbatlı bilgi, demektir. Dinî manası ile, bir peygamberin isbatlı, mucizeli dini bilgileri demektir. Bunun ille de Kur’an veya Tevrat veya İncillerden biri olması gerekmez. Müslümanlar bu beyyineden sadece Kur’an’ı anlıyorlar. Fakat bizzat Beyyine Sûresinin “ suhûfen mutahherah= şaibesiz suhuflar ” demesiyle Tevrat ve İncil sahifelerini de içine katıyor. Ve ebedî cehennemlik olanların Tevbe 29’da anlatılan dinsiz ehl-i kitap olduğunu hatırlatıyor. Zaten bu iki sûre arasında hiç de bir zaman farkı yok! “ Evet ehl-i kitap için Kur’an’daki isbatlar, bir beyyine olduğu gibi, Müslümanlar için de Tevrat ve İncil bir beyyinedir, bir mucizedirler. Hepsi de semavî, ilahî hazineden gelen bir cevherdirler. İşte kim, dostunun elindeki cevheri kabul etmezse, kendi elindeki cevheri de binnetice kabul etmemiş olur. Böyleler cehennemlik olurlar. ”

Madde 4:

Kur’an, Tevbe 28’de açıkça bildirdiği halde, sadece dinsizler ve müşrikler Kâbe’ye ve Medine’ye giremezler. Fakat Müslümanlar, ehl-i kitabı müşrik sayıp onları oralara sokmamışlar. Binnetice Kur’an’a muhalefet etmişler. Halbuki Hz. Muhammed döneminde Hıristiyanlar, Medine’ye ve Mekke’ye geldiler. Dostluk ve ittifak kurdular. Hem de bu ayetin nüzûlünden sonra... Bu yanlışın sebebi Müslümanların, Tevrat ve İncili anlamadıkları için; muharref görmeleridir.

Madde 5:

Halbuki Kur’an’da hiçbir yerde, “ Tevrat ve İncil muharreftir, onlarla amel edilmez ” diye bir ayet yoktur. Bilakis 20 yerde Kur’an o kitapları onaylıyor, onlarla amel edilmesini tavsiye ediyor. ). Ve târihen sabittir ki Asr-ı Saadetteki İncil ve Tevrat ile bugünkü İncil ve Tevrat aynıdır, hiç değişmemiştir. Çünkü tevatür ile gelmiştir... ( Bkz. Mâide,45-48-68-69; Enbiya, 48-49 50... Geçmiş ve Gelecek Arasında Tevrat isimli kitabımıza da bakınız! Bakara, Mâide ve Nîsa sûrelerinde geçen “ yuharrifûne’l-kelime an mevâdııhi ( kelimeleri gerçek manalarından saptırırlar ) ” ifadesi, bildiğimiz tahrif manasına değildir, yanlış yorumlama, demektir. Ki her toplum ve din için bu olumsuz davranış, geçerlidir.

Madde 6:

Kur’an, Mu’minûn 1-11. ve 50-53., ayetlerde ve Hacc 78’de açıkça ifade ettiği gibi; din de, ümmet de sadece bir tanedir, Allah’ın vahiyle gönderdiği şeydir. Yahudilik, Hıristiyanlık, Sabiilik ve İslam aynı şeydir. Kur’an: “ İşte bütün bu peygamberler zinciri, tek bir ümmet olarak sizin ümmetinizdir.” ( Mu’minûn, 53 ) diyor. Bakara 120’de kınanan Yahudi ve Hıristiyanların davranışı ise, din manasında değildir, Tevrat ve İncil’den ayrı olarak oluşturdukları gelenek ve milliyetleridir. Zaten bu ayette “ din ” değil de “ milliyet ” kelimesi seçilmiştir. “ Sen onların milletine uymadıkça Yahudi ve Hıristiyanlar senden razı olmayacaklar. ” Evet din, evrensel bir değerdir. Fakat millet öyle değildirMaide 51’de “ Yahudi ve Hıristiyanları dost edinmeyin ” ayeti de, dindar Müslümanlara karşı müşriklerle işbirliği yapan gruplar içindir, bizzat onların dinlerinden dolayı değildir. Çünkü bizzat Hz. Muhammed’ in çok Hıristiyan dostları vardır. Ve tarih boyunca Müslümanların da dindar Hıristiyan ve Yahudi dostları oldu. Fakat bu asır, slogan asrı olduğundan; ayet siyak ve sibakından koparılmıştır, terörizme alet edilmiştir. Hacc 78’de de anlatıldığı gibi, bizzat İslam dini de pratiklerde Hanif dininin ( Hz. İbrahim dininin ) devamıdır. Evet, İslam’da bölücülük yoktur ve olmamalı! Maalesef dindarlar, dinlerinin asıl özü olan evrensel barış, kardeşlik, şefkat ve fedakarlık ve feragatı bilmediklerinden, dinsizlere karşı mücadele edeceklerine, kuvvetlerini dahilde israf ediyorlar ve şeytan da bu durumdan kârlı çıkıyor.

Madde 7:

Din evrensel ve pozitif bütün değerleri içerir. Eğer bir dinde bu değerler bulunmuyorsa, veya yaşanmıyorsa, veya eksik ise bilin ki; o din Allah’ın razı olduğu din değildir. Kur’an, Âl-i İmran ayet 19’da “ Allah’ın razı olduğu din İslam’dır.” derken bu evrenselliği kastediyor. Ve Mâide 44 ve Âl-i İmran 84-85 de açıkça “ Bütün Beni İsrail peygamberleri İslam idi.” diyor. Yani hepsi de vahiy ile amel ediyorlardı, demek istiyor. İslam, kelime olarak barış ve denge demektir. Ki hayatta gerçek barış, huzur ve denge, ancak iki cihana bakan vahiy ile mümkündür...

Madde 8:

Hem İncillerde hem Kur’an’da (4. sûre, 5. sûre ve 19. sûre ) açıkça ifade edildiği gibi, İsa, et ve kan olarak değil; ruh ve mesaj ve matrixli yapısıyla bir canlı vahiy ve evrensel bir barış ve huzur unsurudur. Bu konuda bu kitabın ekler kısmına bakın! Hal böyle olduğu halde, Müslümanlar da, Hıristiyanlar da onun beşeriyetine takılıp kaldıklarından, İslam gerçeği, huzur ve barış kaybolmuştur. Şeytan kârlı çıkmıştır. Evet İsa’nın lâhûtiliği Kur’an’da net olarak anlaşılıyor. Mâide 17. ayet ise: “ Allah sadece İsa ibn-i Meryem’dir. ” demeyin ( yani her şeyi, Allah’ın bir nevi yansıması olarak bilin! İsa’nın etini ve kanını tanrı olarak kabul etmeyin! ) diyor. İncil’de de, ( Bap 16’da ) bizzat Hz.İsa, Petrus’a öyle diyor; onu et ve kandan yasaklıyor. Evet Mâide 73. ayet de, “ Allah üçün üçüncüsüdür, demeyin! ” diyor. Yani Allah sonsuzdur, O’nun sonsuzluğuna aykırı bir inanca girerseniz, kâfir olursunuz. Yani gerçeği örtmüş olursunuz, demek istiyor. Maalesef Müslümanların çoğu da özellikle müşebbihe ve mücessime grupları, ismi konulmamış bir şekilde Allah’ı sınırlandırmış oluyorlar; Hıristiyanların düştüğü hataya düşüyorlar. Tevbe Sûresi ayet 30’da, böyle bir suçu ve yanlışı tashih içindir: “ Yahudiler, Uzeyr Allah’ın oğludur, dediler. Hıristiyanlar, Mesih Allah’ın oğludur , dediler. Bu kuru bir iddiadır; daha önceki ( ilkel ) kâfirlerin sözüne benzer. Allah bunları kahr etsin, nasıl saptırılıyorlar. ” Bu ayette 5 önemli nokta var :
1) Allah’a gerçek manasıyla oğul isnad etmek, Allah’ı maddî, nesnel, sınırlı bir varlık olarak algılamaktır ki, bu büyük bir suçtur. Yoksa mecâzî manada; Mesih Allah’ın bir oğludur (ürünüdür). Bu manada İncil’de de kullanılmıştır. Ve Kur’an da o gün İncil içinde yanlış var, dememiştir. Sadece Hıristiyanların anlayışını tashih etmiştir.
2) Yahudiler, “ Uzeyr Allah’ın oğludur.” demedikleri halde sadece onu Allah’ın reenkarne olmuş şekli olarak bildikleri için, ayet onların bu iddiasını da aynı suç ile ortak olarak kabul ediyor.
3) Allah’ı sınırlı, maddî olarak algılamak, bir düşünce suçudur, ilkelliktir, evrimleşmek ve gelişmek ve böyle bir suçtan kurtulmak için Allah’ın musibetlerini böylelerinin üzerlerine çeker. 4) Neticede toplumları böldüğünden, büyük belaları onların başına getirip onları Allah’ın kahrına ma’kes yapar. Demek en büyük bela, başta inançta olmak üzere, her nevi bölücülüktür.
5) Uzeyr, Bâbil sürgününden sonra, hafızasından Tevrat’ı yazdığı için Yahudilerin bir kısmı tarafından Allah’ın reenkarnesi olarak algılanıyordu.

Madde 9:

Bir kısım İslam mutasavvıfları: “ Biz, metafizik bir bakış ( keşif ) ile baktık; Hıristiyanlar ve Yahudiler cehennemlik görünüyorlar.” demeleri, ya millîleşen mevcut, maddeci toplumların çoğunluğu itibarı iledir. Veya dar bir görüştür. Kur’an’ın Bakara 62., Mâide 69., Âl-i İmran 113-115. ayetlerine aykırıdır. Evet Müslüman olsun, Hıristiyan olsun, Yahudi olsun kim evrensel dinî değerleri bırakıp, dar millî duygularla hareket ederse, dünyada da cehennemde olur. Evet her üç ümmet sırf bu olumsuz dinî milliyetçilikten çok azaplar çektiler. Bir düşünün, her üç din el ele verse, dünyada ne fuhuş, ne ateizm, ne hırsızlık ve ne de benzeri suçlar ve olumsuzluklar kalır; dünya bir nevi cennet olur. Evet insanlar dindarâne davranacaklarına; milliyetçiyâne davrandılar, daima şeytanı güldürdüler. Kendileri ise hep ağlıyorlar. Evet Allah bir, din bir, dünya bir, Âdem ( insan ) bir, doğru yol bir... Daha bölücülük neyimize!

Madde 10:

Bilim, kutsaldan ve metafizik alemden kopuk bir davranış içinde gittiğinden dinin kutsal yerini tutmaz. Allah indinden ( metafizik alemden ) sayılmaz. Müslümanların da, Yahudilerin de, Hıristiyanların da, bir nevi kutsallık süsü verilse de temel üç kitapları dışında oluşturdukları kitapların yüzde 99’u da “ min ındillah ” değildir. Millîdir, dünyevîdir, ahirette kurtarıcı değildir. İşte Bakara 78-79. ayetler, bu gerçeği dile getiriyor: “ Onlar ( o cahiller ), kitabı ( Tevrat’ı ) kuruntulardan başka bir şey olarak bilmiyorlar. Ve onlar sadece zan içinde kıvranıyorlar.( 78 ) “ Onlar elleriyle kitap yazıyorlar, maddî bir bedel karşılığında satmak için ‘ Bu Allah katındandır ( gayb alemindendir ) ’ diyorlar. Bunlar ne kötü şeyler yazıyorlar ve ne kötü bir kazanç elde ediyorlar! ” ( 79 )

Bir Sahih Hadis: “Pek yakında ilim, dünyadan alınmış olacaktır. Öyle ki, ondan hiçbir şey elde edemeyeceklerdir.” Sahabeler: “Ya Resulallah, Allah’ın kitabı aramızda iken ve biz onu çocuklarımıza öğretirken, nasıl ilim içimizden alınmış olur?” Resulallah ( A.S.M.): “Tevrat ve İncil, Yahudi ve Hıristiyanların içinde durduğu halde, onlara bir fayda vermediği gibi...” ( Tirmizî)

Bahaeddin Sağlam

Kutsal Metinler Terminolojisi

(alıntıdır)
Tevrat ve İncil ve Kur'an ve tüm kutsal metinlerin ve hatta hadislerin bir çoğunun kendine has bir terminolojisi var. Bu terminolojiye gaybi literatür denilir ve bu dil çözülmeden Kur'an'ın derinliklerine nüfuz edilemez. Ettim diyen de yalan söyler. Maalesef bu dili ehl-i tasavvuf zatlar az çok bulmuşlar ve tefsirlerine koymuşlar ama zahirperest alimlerimiz tarafından kınanıp reddedilmişler. Bu gaybi dile ait terminoloji hem Tevratta hem İncilde hem Kur'an'da hem de hadislerde aynıdır. Birisinde olup da öbüründe olmama gibi bir durum yok. Bunu fözlerimle gördüğüm ve hatta bunu anlatan 3 tane de makale yazdığım için sonuna kadar savunabilirim. Ayrıca Tevrat ve İncil'in ayetleri ekseriyetle bizim Kur'an'ın bazı kısımları gibi olan "müteşabih" ayetlerdir ve gaybi boyuttaki bilgilerin alem-i şehadete uyarlanmasıdır. Bundan dolayı buradaki zahiren güzel gibi gözüken olaylar galb aleminde bizce çirkin gözüken şekilde olabiliyor ve öyledir ve Kutsal Kitaplarda da Allah bunu gayb diliyle anlatınca bizim gibi insanların zihni bulanıyor ve anlayamadığımız yerlerin "uydurukça" olduğunu söylüyor ve farkına varmadan Kutsal kitaplara laf atabiliyoruz.. Mesela bir örnek vereyim rüya alemi gaybi boyutla bağlı olduğu için gaybi literatürün çoğu oraya da uyuyor..Rüyada size para verilmesi veya paranızın olması günlük hayatta dua aldığınızı veya daha önceden dualar almış olduğunuzu gösterir..Duayla-paranın bağlantısı şudur: Dua bizim ahiretimiz ve gaybi boyutumuz için dünyadaki para gibi geçerli ve kıymettardır..Bundan dolayı ve gerekse başka cihetlerinden dolayı gaybi boyutta dualar para olarak gözükür,, Buna mukabil buradaki para rüyada "dışkı" olarak gözükür..Mesela birisi rüyada def-i hacet yapsa günlük hayatta masrafa gireceği anlaşılır..Bu, sembolik dildir ve Kur'an'da bu dil çok vardır..Gelelim Peygamberler ile ilgili kıssalarda bizce yanlış vehmedilen kısımlara: Önce size bir müfessir hatasını anlatayım da ayetlerdeki bu gaybi boyut anlaşılmayınca ne gibi saçmalıkların en büyük ve muteber müfessirlerce dahi yapıldığını göresiniz: Fetih suresinde ilk 2 ayetin içinde şöyle bir tabir var: " Allah senin geçmiş ve gelecek günahlarını bağışladı..." Bu ayetin yorumunu Üstad Bediüzzaman 7. Lem'a isimli risalede peygamberlerin masumiyeti ve günahlardan her devirde masun oluşları şeklindeki ehl-i sünnet görüşünü esas alarak şunu der: Peygamberler günahtan masumdur. Buradaki günah sahabelerin peygamberimizin vefatından sonra yapacakları hatalı işlerinden dolayı onlara yönelik bir teselli verici müjdedir. Peygamberimiz sahabe cemaatinin yetiştiricisi olduğu için onların şahs-ı manevisi konumundadır. Onların günahı gaybi boyutta sanki Hz.Peygamber işliyormuş gibi gözüktüğünden Onun şahsında sahabelere İslamiyetin temellerinin atılmasında yaptıkları ve yapacakları büyük hizmetlerden dolayı arada yaptıkları küçük veyahut büyük günahların da affedileceğini müjde veriyor.. Gaybi boyutta ümmetlerin yaptıkları günahlar Ümmetin şahs-ı manevisi ve temsilcisi olan peygamberine ait olarak görülür. Oranın hükümleri böyle. Mesela Hz. Nuh hiç bir zaman içki içmedi ve içmez de ama onun ümmeti içki işiyle uğraşınca sanki o içkişle sarhoş olmuş şeklinde gaybi boyutta gözükür. Bunu Tevrat'ta böyle okuyoruz..İsteyen kişilere eldeki mevcut Tevrat nüshalarından Tevrat ayetlerindeki gaybi dili ve müteşabih yapıyı ikna edici bir şekilde açıklayarak Tevrat'ın da anlaşılmayan ve Kur'an'ın deyimiyle içinde " her şeyin açıklandığı " bir kitap olduğunu gösterebilirim. Allah içinde her şeyi açıkladığını söylediği bir kitabı hele hele kendi kitabını asla kimseye bozdurtmaz. Canlı şahidi Kur'an'dır. Hz.Lut ile ilgili kıssanın da yorumu açıktır. Aynı gaybi dil ve şahs-ı manevi literatürü onun ve ümmetinin hakkında da geçerlidir. O ayetlerin hiç biri uydurma ve küfür değildir bilakis yorumu bilinmeyen ifadelerdir. Hz.Yakub'un Allah ile güreşmesi ise çok basit ve hoş bir teşbihtir.Şöyle ki: Allah görülmez ve görülemez ama sünnetullah tabir edilen kanunları ile görülür ve varlığı çok açık hissedilir. Tevrat'ta Allah medeni insanların tabiat kanunlarını yeneceğini ifade için ve bunun mükemmeliğini vurgulamak için sünnetullahın şahs-ı manevisi olan kendisi ile medeni insanların şahs-ı manevisi olan Hz.Yakub'un güreşini anlatır..Yoksa -haşa- zahiri manasına kalırsa Kur'an'da da akla ve mantığa zıt bir çok ayet vardır..Mesela: "Dünyada kör olanlar ahirette de kör olacaktır" ayetini zahir manada almak Kur'an'a cinayettir..Kör olarak doğanların ne günahı var..Ayetin manası dünyada kalb gözleri manaya ve hakikate kör olanlar ahirette gerçekten gözleri kör olarak diriltileceklerdir..Çünkü burdaki zahir orada batın olacak, buradaki batın orada zahir olacak..Teemmel.. Son not, Bahaeddin Bey'in Geçmiş ve Gelecek Arasında Tevrat isimli kitabı yıllar önce yayınlandı ve Kitab-ı Mukaddes'e yapılan dinsizlerin saldırılarını engelledi. Dinsizlerin o zamanki tezleri şu olduğu için böyle bir çalışmaya girişmişti: Bütün dinlerin kökeni Tevrat'tır. Tevrat ise Sümer efsaneleridir. Gelin inandığınız dini ne mal olduğunu görün"..Bu kitap yayınlandıktan sonra bu tezleri çürüdü...Tevrat'a dair 500'e yakın sorunun cevabı orada bulunmaktadır..Bu kardeşiniz okudu ve imanım kuvvetlendi..Size de tavsziye ederim..

selam ve dua ile
kardeşiniz
Eymen
ZUHRÛF SÛRESINDEN MÂRIFET ILE ILGILI ÜÇ ÖNEMLI NOT

Birinci Not:

Sûreden anlasilan; madde de mana da, gayb de sehâdet de, Rahman da Rabb de, Isa da Musa da, Kanun da Mucize de, ve "Ha-Mîm" ile isaret edilen 99 isim de ve Cevsen'de anlatilan 1001 sifat ve suunât da mutlak(sonsuz) bir Hakikatin farkli suun ve tecellileridir. Dualiteyi izah eden Rahman sûresinde anlatildigi gibi; bütün zitlar O'nun suunâtidir (nitelikleridir). Bu noktadan bakilirsa insan için ölüm ve yokluk, söz konusu olamaz. Evet, "O, hergün yeni bir se'ndedir." Bu, tevhit geregidir. Çünkü en büyük dengesizlik sayilan sirkin varlikta yeri yoktur. Ve; Bütün bu zitlari dengeleyen ve bu suunata hayat ve can veren ve Kâinatin ve hayatin isletim sirrini izah eden "Sibernetik" ilmine isaret eden "El-Adl" ismi ve niteligidir ki, Imam-i A'zam'a göre en büyük Ism-i A'zam'dir. Evet hiçbir sey, tek basina O, degildir. Fakat O, herseydir. Ve her seyin ruhu ve özü olan dengedir; El-Adl'dir. Hayat ile esdegerdir. Zaman ve mekandan münezzeh oldugu gibi kâinatin disinda olmaktan da münezzehtir. Ahmed-i Hanî'nin tabiriyle "O, ene'l-hak, degildir. Fakat Vahid-i Mutlak'tir."

Ikinci Not:

Varligin her boyutunu gören, ifade eden , belki bütün varliklarin ve olaylarin ifade edilisi olan Kur'an'da "vücûd" (sonradan varolma), îcad (yoktan var etme) ve adem (yokluk) kavramlari yoktur. Sadece bulmak manasina "vecede, yecidu" fiilleri vardir. Bu da var olan bir seyi kesfetmek ve yeni bir görmek, demektir. "Evet hakîki manada varlik, bir tanedir." Gelismek ve göreceli mertebeleri meyve vermek üzere dualite ve diyalektik süreçlerine girer… Yani "Bir"den gelir. Sonra geliserek "Bir"e döner; "O'ndan geldiniz, ve O'na döneceksiniz!" Kur'an'da sikça anlatilan "Halaka" (yaratti) fiilleri ise etimolojik ve lügat olarak sekillendirmek, demektir. Evet hakîkî manasiyla Varlik ve Hakikat Bir'dir. Gelismek üzere ve meyveler vermek için degisik sekillere giriyor. Onun için gerçek manada ölüm söz konusu olamaz. Ve bu maddî ve manevî sekillerin özü, ruhu ve asil varligi denge ve dengelerdir ki, "El-Adl" ismi bunu ifade ediyor. Sibernetik ilmi de bunu izah ediyor… Ve marifet konusunda yüksek bir yeri olan Risale-i Nur'da(24.Söz,1.Dal'da) ifade edildigi gibi, Allah'in en büyük ismi olan ve bütün esmayi içeren ve hepsini hikmet dairesinde dengeleyen isimdir ki; Ayetü'l-Kübra'da "El-Hayy" olarak ifade edilmistir… Hayat da denge ile es degerdir. Belki varliga ve maddî sekillere hayat veren ve sonsuz bir bilgi isteyen "denge"nin ta kendisidir… Demek; insanin kendisini Evrensel Varliktan ayri, müstakil bir varlik olarak görmesi ve hissetmesi, büyük bir yanilgidir, firavunluktur. Sirk ve dengesizliklere sebep oldugundan bir nevi yokluktur; gerçek ölümdür. Çünkü bu durumda insan, kendisini "Varlik Secere-i Tûbasi'ndan kopariyor; yokluk canavarina yem oluyor. (bkz; 24. mektup, 24. söz, 5. dal, 4. Sua) Risalelerde (23. Lem'a ve 33. Söz) kullanilan "hudus", "imkan", "ihtira" gibi kavramlar, o günkü sartlarda söylenilen ve büyük bir dengesizlik olan dinsizlige karsi yapilmis bir müdafaadir. Mutlak hakikati ifade makaminda degildir. Zaten bu gibi kelamî kavramlar, Kur'an'da kullanilmadigindan önemli âlimler tarafindan elestirilmistir. Ve bu nottaki bu bilgilerden ezeliyet-i madde gibi batil bir fikir ve iki asiri ucu olan vahdetü'l-vücûd felsefesi anlasilmamali! Çünkü, madde, gerçek varliga göre; dagilmaya, dökülmeye mahkum bir kabuktur. Varligin en zaif seklidir… Paha biçilmeyen bir tablonun ruhu olan sanatina göre, bir metre bez ve basit bir çerçevedir!.. Ilkel bir algilayistir… Hatta bu algilayis biçimi bu asirda o kadar çok yerlesmistir ki, dindarlar dahi, Allah'i gökte, maddî bir varlik olarak algiladiklarindan, müthis dengesizliklere sebep oluyorlar.

Üçüncü Not:

Birlik, Ikilik, Üçlük

Evet mutlak hakîki varlik Bir'dir, sonsuzdur, saf hayir ve güzelliktir; ortagi ve seriki asla olamaz. Zaman ve mekândan münezzehtir. Onun için; "Allah, daha önce ne yapiyordu?" gibi yanlis bir soru sorulamaz. Bu sonsuz ve mutlak varligin kusaticiligina, Islam literatüründe "Vahidiyet" denir. Ve bu sonsuz varlik, o kadar mükemmel sifatlara ve kudrete sahiptir ki, bölünmeden, yani gerçek özelliklerini kaybetmeden, her yerde, her seyde bütün özellikleriyle ve sifatlariyla bulunur. Buna da "Ehadiyet" denilir…Batililar, bu ikinci tecelliye "monad" ve "monadoloji" diyorlar. Bütün bu özellikleriyle beraber, bu Mutlak Varlik için göreceli bir boyut olan zaman ve mekân söz konusu degildir. Fakat bu Mutlak Varlik, bir açidan bilkuvve olmaktan bilfiile geçince, Celâl ve Cemal olarak bir ikilik gerçeklesir.Yani güzellik-çirkinlik, Cennet-Cehennem sicak-soguk, negatif-pozitif, semavât-arz, ruh-beden, madde-mana gibi zitliklar ortaya çikar. Bazen de, bu ikili yapinin ortasinda baska bir gerçek (sentez) olusur. Semavât ile arzin ortasinda hayat gibi… Cennet ve Cehennem ortasinda "A'raf" gibi... Ruh ve beden arasinda hafiza gibi… Allah ve insan arasinda Cebrail gibi… Bu ikili yapi arasinda çikan çatisma ve gelisme o kadar çok göreceli güzel meyveler veriyor ki, Bir olan Mutlak Varligin ikililige izin vermesinden kaynaklanan bütün çirkinlikleri telafi eder… Ve bir olan Mutlak Varliktan gelen bu göreceli ve ikili yapinin görevi bitince, yine aslina, Birlige, Mutlak Varliga döner… Ahiret âlemi böyle bir birlesmenin sonucu oldugundan; göreceli ve ikili dünya ölçekleriyle tami tamina anlasilmiyor. Onun için Peygamberimiz (A.S.M.) söyle buyurmustur: "Ahiret öyle bir hakikattir ki, ne göz görmüs, ne kulak isitmis, ne de kalb-i beserin hatirina gelmistir!.."Bu hakîkatin genis izahi için 29.Söz, Ince Remizli Meseleye bakiniz! Yukarida not olarak anlattigimiz bu hakikatten söyle birkaç özet cümle çikartabiliriz:

a) Iç dengesini, birligini koruyabilenler (muttakîler), yani çeliski ve ikilikten ve göreceli çatismalardan kendisini kurtarabilenler, göreceli ölümü yener, ebedi bir hayati hak eder.

b) Insanin Ahiret alemini, gayb alemini ve bir nevi gayb alemi olan geçmis ve gelecegi özlemesi, bu ikili ve çeliskili yapidan kurtulmak ve O Mutlak Mükemmel Varliga ulasmak içindir. Ahiretin bir ismi, Kur'an'da geçtigi üzre; "yewmü'l-fasl"dir… Yani ikili yapinin birbirinden ayrilip Mutlak Mükemmel Birlige ulasma günüdür. Yukarida zikredilen INCE REMIZLI MESELE' ye bakiniz!

c) Basta kadin ve erkek olmak üzere, bütün göreceli zitlarin birbirine asik olmasi, görev icabi da olsa, bu mutlak birligi yasamak içindir… Erkek ruhu temsil ediyor; gelismek ve üretim için ikili yapiya sahip olan maddeyi (kadini) özlüyor… Kadin da maddeyi temsil ettiginden ruhun ve birligin korumasi altina girmek istiyor ve bu birlesimde bir nevi ebedi bir hayat doguyor; nesilleri hep devam ediyor.

d) Bu birlik ve ikili hakîkatten; "Sana gelen her hayir, Allah'tandir; ve her kötülük nefsin-dendir." mealindeki ayetin gerçegi, sirke girilmeden anlasilmis olur… Evet mutlak hayir ve varlik Allah'tir. Nefs ise göreceli ikiligin getirdigi bir ürün oldugundan ve ikilikte mutlak hayir ve güzellik olmadigindan, kusurlarin, kötülüklerin kaynagi olmus sayilir.

e) Dünya tarihinin ilk bilimcileri sayilan Mecusiler, bu hakikati bilmedikleri için Mutlak Birligi unutup ikilikte bogulmuslardir… Hiristiyanlar, üçlü yapiyi ayni ve tek bir hakîkat olarak görecekleri yerde, o üçü müstakil bir tanri olarak gördüler. Varlik ve güzellik ile ilgili çok gerçeklerin gizlenmesine sebep oldular. Sofiler, birligi görüp ikili ve üçlü yapidan kaynaklanan çok hakîkatleri kaybettiler. Çünkü ikili yapiyi hayal sandilar. Ve en son olarak; Mecusilerin atese taptiklari gibi, enerjiye tapan modern deterministler ve esbab-perestler de ikililikten asla kurtulacak gibi görünmüyorlar.

f) Insan bütün bu hakîkatlerin ortasinda oldugundan, Birlikten ve Mutlak Varliktan kopmamak sartiyla, bir daha Birligi ve Mutlak Varligi tam kazanabilmek için bu ikili yapi firininda pismeli; ikili varligin bir ürünü olan nefsini Mutlak Varlik içinde eritmeli; Birlige ulasmali, Cenneti hak etmeli!..

g) Diyebiliriz ki; ikilik, geçici ve anlik bir durumdur. Varligin geçmis ve geleceginde asil olan Birlik ve Tevhit'tir. Onun için hadis-i kutsîde Cenab-i Hak: "Zamana sövmeyin, zaman benim!" diye buyurmustur. Ve Yunus Sûresi, ayet 31'de varliklardaki ilâhî bütün isler ve idareler anlatildiktan sonra, "Fezalikumullahu Rabbukumü'l-Hakku" denilmistir. Yani kâinattaki bütün bu hakîkatlerin ve idarelerin basi, esasi, Allah'tir. Sonra bu varligi gelistirmek için, ikili yapiya sokuyor; pisiriyor, terbiye ediyor. Ve ahirette, bütün bu göreceli ve ikili varliklarin görevlerinin hakkini vererek, onlari gerçek varlik yapiyor. Hakk ve hakîkat oldugunu bilfiil yasiyor. Bu ayetin en son cümlesi de söyledir: "Femâzâ ba'de'l-Hakki illaddalâl; fenne tusrafûn!" Yani: "Hak ve hakîkat olan ahiretteki bu gerçek varliktan sonra, dalâletten baska ne olabilir?! Artik nasil yönlendirildiginize bakmaz misiniz?!"

h) Son olarak diyebiliriz ki; hangi varlik, özünde sakli olan ve bir açidan kendi varligini teskil eden, yani varligin özü olan dengeyi ve adaleti tam yasarsa ve hayati boyunca devam ettirirse; yani göreceli ikili yapisini denge ile devam ettirip Mutlak Varlik'a göreceli ve görevli bir ayna yaparsa, o ebedî bir hayati hak eder. Hakk ismine yapisir, göreceli varligini hakîkî varlik yapar. Onun için daha ölüm ve yokluk söz konusu olamaz. Dinî literatürde bu dengenin ismi: "Sirat-i Müstakîm"dir. Bütün büyük zatlar, demislerdir ki;"Kim sirat-i müstakîm üzere gidebilirse, o Cennete girer." Yani, ebedî ve mutlak bir varlik kazanir.

KASAS SÛRESINDEN MÂRIFETLE ILGILI EK BIR NOT

"Her sey " yani her sekil "fânidir ", O'nun yüzü hariç...(Kasas, 8 Nuranî seylerin yüzü, özü demektir. Allah da nuranî oldugu için Onun yüzü , özü demektir.(Isarâtü'l- I'caz ve Kizil I'caz) Evet, Allah'in sekli olmadigi için o ezelî ve ebedidir. Gerçek ve sonsuz varliktir. Demek bizim seklî varliklarimiz fânidir. Evet, Hakk ve Mutlak (Sonsuz) Varlik bir tanedir, nihayeti yoktur, ki (mecazen) mevcûdât denilen diger nesneler Onun ortagi olsun! Evet, kâinat dedigimiz tecelliler, eskâl-i fâniye ve geçici niteliklerden ibarettir. Bu nitelikler, O sonsuz varligin nokta görüntüleridir, sekil itibari ile fânidirler. Varliklari ise onlarin degildir, sonsuzdan gelip sonsuza variyorlar. Imkân ve hudûs sadece onlarin sekilleri için vardir. Ve sekilleri sinirli oldugu için sonsuz olan Hakk Varlik gibi olamiyorlar. Tanri sayilmiyorlar. Demek kâinatta olan bütün esmâ, sifat ve nitelikler, o Sonsuz, Hakk ve Mutlak varligin sadece nokta taayyünleridir, demek serik ve ortaklari degiller. Allah'in Zât'i esbah ve benzerlerden münezzehtir. Evet, esmâ ve sifatlar, sadece sekillerin alâmetleridir; sekiller belli olduktan sonra onlara takilan isaretlerdir ki, diger sekiller ile karismasinlar. Demek Ibn-i Arabî'nin de dedigi gibi "Hû" (O)' dan baska Onun Zât'inin ismi yoktur. Esma ve sifatlar sadece Onun nokta tecellilerinin sekil alislarinin isaretleridir, insan tarafindan yorumlanislaridir. "Felâ isme lehu illa hû"

KUR'AN'İ VAHYİN HAKİKATİ

" Iste gögün ve yerin Rabb'ine and olsun ki, ahirete yönelik olan bu vahiy sizin toplumsal konusmaniz gibi bir gerçektir. " ( Zâriyât: 23 ) Bu 23. ayet, Hz. Muhammed' in bilfiil tecrübe ettigi 23 senelik dinî, ilmî ve ahirete yönelik yasamini mucizevî bir dizayn ile bize ifade ediyor. Böyle derin, tarihî ve belki de bütün kâinati kusatan bir hakikati kisaca ifade etmek elbette bizim için mümkün degil. Fakat bes baslik altinda bu konu ile ilgili temel bir kisim bilgileri sunup, gerisini sizin dinî tecrübelerinize ve ilmî tefekkürünüze birakiyorum. Iste, bu ayetin tam anlasilmasi için, ontolojik, biyolojik, psikolojik ve Kur'anî açidan tefsir edilmesi lazimdir. Burada amacimiz Kur'anî hakikatleri bilimin tasdiki altina sokmak degildir. Çünkü bu izahattan görülecektir ki; Kur'anî ve dinî hakikatler o kadar yüksek ve derindirler ki, maddî bilimler, o zirveye çikmak için, ancak birer basamak olabilirler... Ayrica biz, seküler düsünmüyoruz. Ve gerçek bütün bilimlerin kâinat kitabini dolayisiyla Kur'an hakikatlerini okuyan birer ajan olduklarini biliyoruz. Fakat tek bir noktada yogunlastiklari için, bazen kisa kaliyorlar, kemalâtin zirvesine çikamiyorlar. A- Iste Ontolojik Açidan Bu Ayetin Tefsiri Kâinatta, varlikta en temel ve herkes tarafindan kabul edilen hakikatlerin en önemlileri sunlardir: 1- Kâinatta, her sahada birbirini gelistiren ve tamamlayan bir dualite ve ikilik vardir. Konumuz olan ayet de, fizik ve metafizige, kuralli yaradilisa ve mucizevî yaradilisa, medeniyete ve dine, Âdeme ve Isa'ya ve benzeri birbirini tamamlayan ögelere isaret etmekle, bu evrensel diyalektige parmak basiyor. 2- Kâinatin her sahasinda ve her âleminde geçerli olan bir gerçek de tekâmül ve evrim sürecidir. Burada konumuz olan ayet, bu hakikate " Rab " ( her seyi gelistirerek terbiye eden ) ism-i ilahîsi ile isaret etmistir. 3- Herkes kâinatta ( yorumlar farkli olmakla beraber ) müthis bir düzenin varligini kabul ediyor. Iste bu düzenin tam ve etkin olabilmesi için, inanç, vahy, ahiret ve kuralli yasamak demek olan kanun, en temel gereçlerdir. Bunlara da ayet " O, ( dinin öngördügü düzen ) gerçegin ta kendisidir " demekle isaret ediyor. 4- Kâinatin isleyisi hakkinda tarih boyunca degisik yorumlar yapilmistir. Nihayet geçen asirda kâinat bir makine olarak algilaniyordu. Fakat yetmisli yillardan sonra, sibernetik teknoloji ve bilimi kesfedilince anlasildi ki, kâinat çok çok büyük ve sinirsiz islem hacmi olan bir bilgisayar gibi isliyor... Iste bu sibernetik sistemin temeli, özü iletisimdir. Yani kâinatta her sey arasinda, özellikle geçmis ve gelecek, fizik ve metafizik arasinda müthis bir iletisim ve etkilesim var. Evet bu asirda iletisimin en birinci sektör olmasi bosuna degildir... Ve din ile vahy dedigimiz hakikat dahi, kâinattaki sonsuz etkilesim ve iletisimin insanlik dünyasindaki görüntüsünden ve aktif hale gelmesinden baska bir sey degildir. Dînî literatürde bu bas iletisimciye de Cebrail denilir. Cebrail, kelime olarak Ibrânice olup, Allah'in iletisimcisi demektir. Evet vahy, dünyanin bilincidir; '' din '' dünyadan çikarsa kâinat delirir, bir kiyamet kopar. (1) Iste bu ayet, açikça bize diyor ki, aranizdaki konusma ve iletisim gerçegi gibi, bu din ve vahy de kâinatin insan ile iletisimi ve konusmasidir. Kafanizdaki konusmanin biri zihnî ve sembolik; digeri lafzî iki boyutu oldugu gibi vahyin de biri dünyaya ve fizige, digeri ahirete ve metafizige bakan iki boyutu vardir. 5 - " Mahiyetini bilmesek de kâinatta mutlaka bir gerçeklik vardir. " Iste eger kâinatta sadece maddî açidan dahi bir gerçeklik varsa, bilin ki basta din olmak üzere dil de, edebiyat da, sembolik gerçekler de vardir. Belki de gerçeklerin gerçegi onlardir. Ise bu ayet, dil ve din haktir demekle bu hakikate isaret ediyor. B- Biyolojik Açidan Dinin ve Vahyin Hakikati Hayat, sibernetik sistem ile düzenlenen, belki var olan, bir realitedir. Kâinatin, nihâi bir asamasi oldugu için biyolojik dünyada özellikle beyinlerde o sibernetik sistem, tamamiyla hakimdir.Yani beynimiz tarafindan yönlendirilen agzimizdan çikan her bir söz, bir açidan bütün kâinati etkiler, diyebiliriz. Dualar alaninda bu gerçegin ilginç örnekleri vardir. Evet hayat ve biyoloji, kâinatin basindan bu günü ile, belki de gelecegi ile de ilgili oldugundan, kâinatta olan biten bütün evrim süreci insanin genlerinde, dolayisiyla beyninin katmanlarinda mevcuttur; ve düzenli, yararli bir sekilde arsivlenmistir. Ihtiyaca göre, ilahî bir yönlendirme ile ( melek vasitasi ile ) bu arsivden bilgiler, bu âleme gelip görünüyorlar; insanlarin maddi-manevî ihtiyaçlarini görüyorlar. Iste, evrensel manasi ile vahy dedigimiz hakikat, bütün kâinati ilgilendiren çapi ile, bu sonsuz arsivin çiçek açmasidir, insanlik dünyasinda meyve vermesidir. Bu arsivdeki bilgiler, o kadar çok, yogun ve düzenlidirler ki, 10 üstü 30 sifir ile ifade edebilecegimiz bir bilgi-islem hacmine sahiptirler. Ve semavî kitaplar bu sonsuz hazineden geldikleri için, mucize oluyorlar, normal bilinç islevinin milyarlarca kati üstünde is görüyorlar. Bu semavî kitaplarin her birisi, bütün kâinatin genomu gibidirler... Demek vahy gerçegi budur, yani o sonsuz hazinenin, disa vurusudur. Yoksa bazi sarlatanlarin, " efendim, vahy, x galaksiden ultra isinlarla bize geldi " gibi hezeyanlarinin hiçbir ilmî, dogal degeri yoktur, iflasa mahkumdurlar. Dinî literatürde " vahy semâdan gelir " ifadesinin ise izahi sudur: Kâinat için asagi-yukari diye bir kavram yoktur. Fakat yer-gök ( veya gökler ) kavrami var. Yer, görünen maddî dünyayi, gök de görünmeyen gaybî alemi temsil eder. Ki kâinat için, gaybîlik daha çok geçmis ve gelecektir ki; bize göre geçmis ve gelecek, uzay olarak kavramlasir... Ve evrim sürecinin gerçek mahiyeti de hayatin bir bütün olarak bu iki kanadi kusatmasidir. Vahiy de bu sürecin meyve ve çiçek vermesidir. Bediüzzaman S. Nursî 20. Mektupta: " Maddî ve camid kafada gaybî ve canli kelimeler ve vahiyler çiçek açiyor. Bu sayede kâinat kitabi okunmus oluyor. Ve o kâinat kitabindaki ilimler, Kur'an olarak nesredilmis oldugu, anlasiliyor " diyor. Kâinattaki dualiteyi müthis bir sekilde anlatan Rahman suresinin ilk dört ayetinin meali de söyledir: " Rahman olan Allah, Kur'an'i ögretti, ( yani ) insani yaratti, ona anlama ve anlatma ( beyan ) gücünü verdi. " Rahman sûresi bu temel bilgiyi verdikten sonra, dualite ve diyalektigin izahina geçiyor. Ve bu dizayni ile manen diyor ki " insanin, dili, dini, inanci, fizigi, metafizigi ögrenmesi, bu diyalektik sürecin islenmesiyle ve çalismasi iledir. " Evet insanlik bu çatismayi yasamadan uzun bir dönem yasadi.( 76:1 ) Ve o zaman, tek bir toplum oldugundan vahy almiyordu. ( 2:213 ) Sonra insanligin sorunlari ve dertleri ortaya çikinca, Allah, ekstra bir yönlendirme ile peygamberler gönderdi, ki düzeni saglasinlar. ( 2:213 ) Demek gerçek manada dert, dert degildir, insani yükselten tetikleyici bir emr-i ilahîdir... Seytan ve kötülük kategorileri de bu iste, bu mekanizmada kullanilan birer fisektirler, birer tusturlar. Meshur filozof Carlyle da vahyi, bilinçli tabiat aleminin bir çiçegi olarak algiliyor, ve bu manada " Hz. Muhammed kadar samimî ve yogun bir vahy alan hiç kimse yoktur "(2) diyor, " Kahramanlar " adli kitabinda... Evet insan, bilincinin netlesmesi sonucu özerklesiyor, kâinattan ayri olarak isler beceriyor, ve önemli basarilar elde edebiliyor. Fakat hiçbir zaman, tabiat dünyasindaki harikaliklara kavusamiyor; onun için hiç kimse vahiy gerçeklerini kendi nefsine mal edip onlarla simaramaz. Çünkü o gerçekler nefisten degildirler. Iste dinin, " Ey insan, islerini kendi küçük bilincine göre degil de vahye ( evrensel sonsuz bilince ) göre düzenle," demesinin esprisi, geçmis ve gelecegi içine alan bu dogal bilince göre yasamaktir. Evet insan için dogal yasamak, sonsuzluga açilmak, kutsala inanmak, ekmek ve sudan daha büyük bir ihtiyaçtir. Ve kim bu temel dürtüye karsi gelirse dünyada defteri dürülür. C - Sosyolojik Açidan Bu Ayetin Tefsiri Evet insanin sosyal hayatini ayakta tutan çok boyutlu iki temel deger vardir: Medeniyet ve din > baska bir tabir ile yasam ve inanç > baska bir tabir ile beden ve ruh > baska bir tabir ile yer ve gök > baska bir tabir ile Âdem ve Isa ( insanlik ve din ) Iste insanligin bir dönemi var ki, sadece medeniyetin temel ilkeleri ile hayatini devam ettiriyor. Peygamberlik ve din bildigimiz sekliyle bu dönemde yoktur. Insanlik bu dönemde emekleme sürecini yasiyor, yerlesik düzene, üretime, bedenî bakima, ve yeryüzünü senlendirmeye çalisiyor. Dil ve kavramlar ( esma ) ile yavas yavas âdem olmaya geçiyor, meleklerden ( diger tabii varliklardan ) üstün olmaya çalisiyor. Bu dönem için âdemiyet ( medeniyet ) yeterli idi. Medeniyet yamyamlikla bozulan insanliga bir katki maddesi oluyordu. Sonra medeniyet bozulunca, din ruhu geldi, ona Âdeme ( insanliga ) yine yeni bir düzen verdi... Iste, bu tarihî, evrensel, çaglar üstü hakikat, basta bu ayet olmak üzere, Kur'an'in iki ayeti ile söyle ifade ediliyor: " Gögün ve yerin Rabb'ine and olsun ki, bu dinî hakikat, sizin konusma ve ( dil ) ile kurdugunuz medeniyet kadar, insanlik için bir ihtiyaçtir. Medeniyet dogal bir süreç ve gelisme oldugu gibi, bu dinî yasam da öyledir, gerçegin ta kendisidir. Evrim sürecinin nihaî halkasidir, insani en mükemmel mahluk yapiyor." ( 51:23 ) Bu konudaki ikinci ayet Al-i Imran, 59'dur. " Allah katinda Isa'nin ( ki Incil'e göre de Kur'an'a göre de canli bir vahy ve dinî bir yasamdir ) misali, Âdem'in misali gibidir. ( Bir farkla ): Âdem, topraktandir, yereldir, bedendir. Isa ruhtur, semâvidir, göge kaldirilmistir; onun için gelisme söz konusu degildir. Fakat Allah, Âdeme ( medeniyete ) gelis demistir, o da sürekli gelisiyor." Evet evrim süreci daha çok dünya sartlari içindir. Ahirette, ilahî yazilimlarda, ruhanî, manevî islerde evrimden ziyade anlik, sür'at ve etkinlik esastir. Ki " vahiy " kelimesinin bir manasi da sür'atli iletisimdir. Vahiy bildigimiz manasi ile bir ruhtur, sür'atli bir yapilanmadir. Insanin binlerce sene medeniyet imkanlari ile çikabildigi mesafeyi kisa bir zamanda kat'etmesidir. Bediüzzaman Said Nursî de bu evrensel sosyolojik hakikati söyle ifade ediyor: " Bizim iki temel degerimiz vardir. Biri medeniyettir ki küçük insaniyettir. Digeri de din ve inançtir ki, büyük insaniyettir . " (3) Ona göre; Avrupa, medeniyet ile yürüyebilir, ilerleyebilir, fakat Asya ( duygusal oldugundan ) ancak din ile terakki edebilir, evrim sürecini tamamlayabilir. Bu sosyal süreçte dil, din kadar önemlidir. Dili bozanlar dini de bozmus oluyorlar. Ve gerçek, dogal dil gelismeleri ancak din ile mümkündür. Evet Âdem dinden önce dil ( esma ) ile meleklerden üstün oldu. Fakat maalesef bugünkü insanlik teknikte, bedene bakmakta 1' e 10.000 gelismekle beraber, edebiyatta, ruhîyatta o kadar gerilemistir ki; nerede ise " âdemiyetten " düsmek üzeredir, anarsizm batakligina batmak üzeredir; eger, Isa ekstra bir müdahale ile gelip, yeniden insanliga bir ruh olmazsa. D- Psikolojik Açidan Bu Ayetin Tefsiri Insan psikolojisi için su temel degerler vazgeçilmezdir. 1- Sürekli yükselme ve gelisme içerisinde olmak. Buna Rabb kelimesi isaret ediyor. 2- Belli bir dayanaga sirtini verip, gözlerini, hayalini sonsuzluga dikebilmek... Buna da arz ve semâ kelimeleri bakiyor. ( Arz dayanak; semâ sonsuzluk ifade ediyor.) 3- Hayatina manen bir anlam verebilmesi. ( Buna da " Hakkun " kelimesi açikça baktiriyor. ) 4- Sosyal bir doku içinde yasamak... Buna da " sizler " ( enneküm ) kelimesi isaret ediyor. 5- Insanin kendine güzel ve anlamli bir sekilde ifade etmesi. Buna da " nutuk " kelimesi bakar. Bu bes temel isaretin yaninda bu mucizevî ayet, bütünüyle vahyin ( Islamiyet vahyinin ) temel ve önemli bir karakterine isaret ediyor; o da sudur: " Vahiy, ne kadar sonsuz ve evrensel olursa olsun, geldigi toplumun ve peygamberin dil, çevre ve kültür birikimlerini sarsacak sekilde dagitmaz. Belki sadece, onlara can ve verimlilik verir. Mesela, hayat bir mucizedir, sonsuz bir bilgi birikimidir. Fakat çevrenin, çölün, denizin sartlarina göre sekilleniyor. Eger bir kusur varsa, o kusur hayatin degildir; çevrenin, çagin namüsaitligindendir. Ki ortam degistikçe, peygamber, din ve vahiy de degisiyor." Iste Kur'an vahyinin ilk muhataplari Araplar oldugundan, Kur'an onlarin üslubuyla, hayalleriyle, benzetmeleriyle bedenlenmistir. Bu gerçegi bilmeyen bir kisim pozitivistler, Islamiyet'in Kur'an'in evrenselligini göremiyorlar; hurmaya ve zemzeme kanaat etmeyip aç ve susuz kaliyorlar... Iste bakin bu ayet nasil bir Arab' in algiladigi ve onlardan beslendigi ögeleri bize bir bir gösteriyor: * Arap cahildir, terbiyeye ihtiyaci var. * Çölde yasadigi için yer ve gökten baska bir sey görmüyor. * Sadece siirle geçindikleri için, bilimsel gerçeklere çok açtirlar. * Bedevi olduklari için toplu hareket etmek zorundadirlar. * Edebiyat, belagat ( nutuk ) tan baska satilacak bir degerleri yok. Iste bu ayetin bes kelimesi bu bes psikolojik ögeye isaret ediyor. Vahyin onlarin dünyasinda tatli ve kaliteli bir hurma agaci olarak nasil filizlendigini gösteriyor. E- Kur'an'nin Bütünlügü ve Dizayni Açisindan Bu Ayetin Tefsiri Bu ayeti bütün Kur'an açisindan ele alirsak bir cilt kitap yazmak gerekir; o da bu notlarin hacmini asar. Fakat sadece bu sûre içindeki düzene göre, özellikle " semâ " ( gayb, ahiret, metafizik ) kelimesinin geçtigi dört ayet ile beraber ele alacagiz. Hemen belirtelim ki bu sûrede dört kere " semâ " kelimesi geçmistir; ikisi metafizik gayb alemi manasina; ikisi de atmosfer ve uzay manasina geliyor; ayetlerin baglamindan anlasildigi kadari ile... Birinci Es-semâ, uzay ve atmosfer manasindadir. Ortadaki iki Es-semâ gayb alemi manasindadir. Sonuncu Es-semâ sadece uzay manasindadir. Demek gayb âlemi, maddî varligin özünde ve içindedir. Uzaklarda, uzayin sonunda degildir. Çünkü böyle bir inanis Islamî ve Kur'anî olamaz. Iste bu üç blok ayetlerin kisa mealleri söyledir: 1-" Atomlarin hareketlerine; agirlik yüklenen her seye; kolaylikla akip giden her seye; ve kâinatin yönetimini paylasanlara and olsun ki, size vaad edilenler kesinlikle dogrudur... Dinin bildirdikleri gerçeklesecektir. Degisik yollara sahip olan göge and olsun! Siz bu konuda degisik iddialar içindesiniz..." ( Zâriyât 1- 8 ) 2-" Yeryüzünde, inanmak üzere arastirma yapanlar için belgeler vardir. Içinizde de belgeler vardir. Neden görmüyorsunuz! Rizkiniz ve size vaad edilenler, semâdadir. (4) Iste semânin ve yerin Rabb'ine and olsun, bu vahiy ( din ) toplumsal konusmaniz gibi bir gerçektir. ( Isterseniz onu gerçekten anlayabilirsiniz! ) ( 20 - 23 ) " Gögü kuvvetlerle insa ettik ve biz genisleticiyiz. " " Yeri de dösek yaptik, iste bakin ne güzel bir besik kurmusuz! " " Ve her seyi esey olarak yarattik ( ki ihtiyacinizi anlayip ) gerçegi anasiniz! " " Artik Allah'a dogru ( metafizik âleme ) firar ediniz! Ben o âlem hakkinda sizin için güçlü bir uyariciyim." " Ve Allah ile beraber asla baska bir ilah yapmayin! Bu konuda ben sizin için güçlü bir uyariciyim! " ( 47- 51 ) Bu son ayetin bir kelime ile ifade edilisi, tevhit demektir. Bu da sonsuz birlik, sonsuz varlik, ölümsüzlük, bütün geçmis ve gelecegi içine alacak sekilde bütünlük, mükemmellik demektir. Bunun ziddi da bölücülük ( sirk ) demektir. Bu da bütün negatifliklerin anasidir, mayasidir. Ben, 2003 Ramazaninda Kur'an okurken, vahiy karakteri ile ilgili onlarca negatif sorularim birikti. Allah'a sonsuz hamd ediyorum ki, bu ayetin bu bes yönde açilimiyla, o onlarca negatif vesveseler, zihnimin semâsindan silinmis oldu. " Es-semâ " kelimesinin sayisal degeri de 102'dir. Evet semâ, ikili yapiya sahip olan dünyayi da içine alir. Fakat kâinatta asil olan birliktir, tevhittir. Evet tevhit Kur'an'in en büyük mucizesidir. Kur'an'in mucize olusunun en büyük delilidir. Tevhit basli basina bir mucizedir. Çünkü ona karsi gelen bütün görüsler bölücü, parçalayici ve tek boyutludurlar. Eksik ve negatif özelliklere sahiptirler. Tevhit öyle bir sonsuzluktur ki içinde bütün o negatiflikleri de sindirip sistemin mükemmelligini koruyor. Ki Allah'in kafirlerden sikayet etmesi bu mükemmel sistemin devami içindir. Yoksa tek bir buyrukla onlari diskalifiye edebilir. Bir mg ilacin insani öldürdügü gibi... Dipnotlar: (1) B. Said Nursî; Lem'alar, 30.Lem'a (2) Hz. Isa ise bizzat kendisi canli ve ruhî bir vahy oldugu için o, bu kategoriye girmiyor. (3) Nutuklar... (4)Rizik ve ebedî yasama gerçegi bütün kâinatin geçmis ve gelecegini ilgilendirdigi için ayet, bu hakikat gaybîdir, diye isaret ediyor.

Bahaeddin SAĞLAM
30 . 10 . 2003

ATEİZMİN EN ÖNEMLİ SEBEBİ

ATEİZMİN EN ÖNEMLİ SEBEBİ 17. 03. 2006

Dünyada en büyük sorun olan Ateizmin ve Materyalizmin (yani değersizliğin) en büyük sebebi, dindarlardır. Çünkü dindarlar; özellikle bu asırda, Tevrat’a, İncil’e ve Kur’an’a yüzdeyüz muhalefet ederek Varlığın birliğini, Tevhid inancını, gerçeğini, ruh ve beden bütünlüğünü, fizik ve metafizik birliğini anlamadıkları gibi; inkâr ettiler. Halbuki; bu üç kutsal kitap da; Çin ve Hind kutsal metinleri de, binbir güzel niteliğe sahip olan bu gerçekçi bütünlüğü ve tevhidi anlatıyorlar ve anlayana yaşattırıyorlar. İşte bu asırdaki dindarların çoğu, bu sonsuz güzel, ilmî ve doyurucu gerçeği anlamayıp, Aristo teolojisinin etkisinde kalarak −ki her üç dinin kitapları değil de kelamcıları bu etkide kalmıştır− kâinatın dışında düşünülen ve ne idüğü belli olmayan, kızdıkça insanları cezalandıran bir Teo’ya inandılar; ehl-i ilmi ve ehl-i felsefeyi buna zorladılar. Gazali gibi muhterem zatlar, fakih, alim ve gayet dindar olan İbn Rüşt ve İbn Sina gibi zatları kafir ilan ettiler ve bazen de bazı ehl-i ilmi öldürdüler. Yanlış anlaşılmasın; İbn Rüşt, İbn Sina Aristo’nun felsefesini ve tabiat bilimini esas alırken; Gazali ve benzeri alimler, onun teolojisini esas aldılar. Buna mukabil; koyun gibi teslimiyetçi olmayan ehl-i ilim −özellikle bu asırda− Ateist oldu. Bir kısmı da materyalist oldu. Bir kısmı da toplumdaki bazı değerleri kabul edip, Allah konusunda nötr kaldılar. Ekonomik şartlar ve pozitif bilim de bunları destekleyince dünyanın dengesi bozuldu. Kutsal değerler yitirilmiş oldu. Onun için Radikal gazetesi gibi ciddi bir gazete; “İslam da, Hıristiyanlık da, Yahudilik de Teisttir. Bunun da yanlış olduğu ortaya çıktı. Artık biz, yeni bir din ve yeni bir anlayış kendimize bulmalıyız!” diye geçen sene yazdı. Evet, ne idüğü belli olmayan ve birilerinin mehdiliğine delil gösterilen “yaradılışta tasarımcılık” zihniyeti de bu yanlış Teizm’den kaynaklanıyor. Halbuki, evrim realitesi apaçık gözüküyor. Bunun yüzlerce bilimsel delili vardır. Fakat dindarlar, âdemiyeti (yani insanlığın kolektif kişiliğini, âdemin insanlığı temsil eden gaybî bir arketip olduğunu,A) anlatamayınca, âdem ile ilgili literatürün yorumunu bilemeyince ve varlığın, tabiatın; özellikle ekolojik dengenin içinde sonsuz bir bilgiyi ve bilinci gösteremeyince, evrim teorisi, −ki sonradan bilim halini aldı− ateistlere yaradı. Çağımızın en büyük din alimi olan Bediüzzaman dahi, 28. Mektup, 6. Mesele’de, Kızıl Îcaz’da, 16. Söz’de 29. Söz’de, 8. Söz’de, ve Muhakematta evrime açık bir şekilde işaret etti; 20. Söz’de; âdemiyetin, insanlık modeli olduğunu anlattı. Fakat 5000 sayfa ile tesadüfü reddetti. Fakat Nurcular, tesadüf (rastgelelik) fikrinden çok korktukları için, bu ilmî meseleleri anlamadılar; bunun üzerine dindarlar ile ehl-i ilim arasında kopukluk oldu. Ve dolayısıyla Türkiye açmazları yaşıyor. Halbuki; bütün vahiylerin ve kadîm geleneklerin anlattığı ve Sokrat’ın da1 savunduğu o güzel birlik, bütünlük, (yani tevhid) ve varlık içindeki sonsuz bilgi ve bilinç anlatılabilse ve dinlerin gösterdiği gibi yaşanabilse, böyle deccallıklar (yanıltmalar), dünyada kalmaz. Dünya; İsa ve Mehdi çağına (bilgi, bolluk ve barış çağına) girer. Bu güzel sonsuz gerçek ile bizim kötülük dediğimiz şeyler dahi, anlam kazanır, güzelleşir. İsa; bütün İncil’de Baba, oğul ve Ruhul-Kudüs’ün (yani tabiat, din ve manevî değerlerin veya ruh, beden ve bilincin) birliğini savundu. Ve Matta İncilinin 25. babının anlattığı üzere, bu birliği ve sonsuzluğu yaşattırdı.2 Fakat şekilci Yahudiler (ferisîler) onu astılar. Şimdi de o gibi gruplar, bir Da Vinci Şifresi hilesiyle, onun o sonsuz anlayışını öldürmek istiyorlar; yani ona iftira atıyorlar, ruhaniliğini unutturmak istiyorlar. [NTV’de yayınlanan bir belgeselde bu iftiranın yanlışlığı, onlarca delil ile anlatıldı. İsteyen gider dinler.] Tevrat, Tekvin kitabında: “Allah, yedinci günde istirahat etti” diyor. Yani tabiat düzeni −ki, Allah’ın bir yansımasıdır− en sonunda stabil oldu, düzene girdi, diyor; varlığın birliğini gösteriyor. Öyle ki, bu sonsuz mutlak varlığın ismi olmadığından, Tevrat O’na ”Yahve” (Ey O) diye hitap ediyor. Kur’an da, Bakara sûresinde: “Nereye dönerseniz dönün; orada Allah’ın vechini (aydınlık varlığını)3 bulursunuz,” diyor. Yani ey insanlık, “Doğru, sadece Doğuda veya Batıda değildir. Doğru her yerdedir, bilimsel (ilmî ve kanunî) olduğu için sonsuzdur.” Evet gerçek varlık sonsuz olduğu için, insan gibi, sınırlı, ölümlü varlıklar, tanrı gibi olamıyorlar. Kur’an, Baba−Oğul meselesini biyolojik oğul olarak algılamayı küfür sayıyor. Çünkü bu şekilde maddi olarak inanmak, Tevhide, Allah’ın sonsuzluğuna ve bütünlüğüne zıt olduğu gibi; bir nevi putperestliktir. Hz. İsa da, Petrus’u “Bu tabiri kullanırken, et ve kan olarak söyleme!” diye uyardı. (Bakınız, Matta İncili, 16. Bap) Ben anlıyorum ki, Kur’an, Baba oğul Ruhul-Kudüs deyiminden ziyade, varlığı, (hakikati) üçe bölmeyi, somutlaştırmayı yasaklıyor; onun için “Allah üçtür” demeyin diyor. Kur’an, İncillerin bu gibi ifadeleri kullanmalarına itiraz etmezken, yani İncillerin o günkü −asr-ı saadetteki− metinlerini eleştirmezken; tam tersi “Ey Hıristiyanlar, hidayet, aydınlık ve öğüt olan İncil ile amel edin!...” (5/45−47) derken; bir kısım Hıristiyanların −özellikle bedevi Araplar gibi somut düşünenlerin (ki Vehhabilik de bu gibi somut düşüncelerden kaynaklanıyor) anlayışına itiraz ediyor…− Yani bazılarının sandığı gibi Vehhabilik, bir İngiliz oyunu değildir. Bilakis Vehhabiler samimi Müslümanlardır. Kur’an, Tevbe sûresi, ayet 30’da; bu somutçu oğul anlayışının, Arap müşriklerinin anlayışına benzediğini söylüyor. Fakat Hıristiyanlar, ahirete ve vahye inandığı için yine de onları ehl-i kitap kabul ediyor; onları müşriklerle −politeistlerle− bir tutmuyor. Bütün inananlar işbirliği yapsın, diyor… Değersizlik, en büyük yıkımdır, diye işaret ediyor. Maalesef bu gibi somut, maddî anlayışlar, bir kısım Yahudi ve Müslüman mezheplerinde de var olmuştur. Tarihin bize gösterdiği gibi… Hulasa dindar olsun, dinsiz olsun; bütün somutçuların kulakları çınlasın! Çünkü somutçuluk tektaraflılıktır. Bu da dengesizlik demektir. Dinin ve diyalektiğin mantığına terstir. Benim kanaatime göre; Ak Parti ile YÖK’ün arasındaki kavganın sebebi de bu makalede yazdıklarımızdır. Çünkü AKP’lilerin çoğu Teist iken; YÖK’ün mensuplarının çoğu, Ateisttir. Ve yanlışlıkla ateizmi bilimcilikle karıştırıyorlar… Demek, bu bütüncül, çok boyutlu, ilmî ve kutsal gerçekler ile yurdumuzda, belki de bütün dünyada barış sağlanabilir. Eğer ekonomik çevreler de desteklerlerse…! Böylelikle irtica (gericilik) ve dinî terör sorunu da ortadan kalkar. Dünya, gerçekten bilgi −bilim ve kutsal çağını yakalar ve yaşar. Hz. Muhammed’in bize mütevatir (tartışmasız) bir şekilde gelen sözünde buyurduğu gibi; bütün sorunlar çözülür. Yani: “Deccal zamanında (yanıltmaların ve dengesizliğin etkin olduğu dönemde) İsa (İseviliğin bilinci) gelir, şeriatımla (denge ve bütünlük ile) amel eder.” (Bu çağımızın bir kısım modernist ilahiyatçıları hariç; bütün İslam alimleri, bu hadisi “mütevatir” olarak kabul etmişlerdir.) İslam, etimolojik olarak bütünlük, barıştırma ve dengede götürme, demektir. Evet İslamiyet tarihte, Tevrat’ın ve Yahudilerin maddi ve dünyevi kalkınış mezhebi ile İncil’in ve Hıristiyanlığın ruhanî ve uhrevî kalkınış mezhebini birleştirmiş, barıştırmış. Bakara Sûresinin ifade ettiği gibi; “Vasat (orta ve hayırlı) bir ümmet” olmuştur. Hacc suresinde ifade edildiği gibi; Hz. İbrahim’in misyonu da bu idi. O (A.S.) tamamıyla ruhanî olan Sabiîler ile o günkü maddeci medeniyetin ortasını buldu. Kur’an’ın tabiri ile insanlığa lider oldu. Fakat sonra Yahudilik ve Hıristiyanlık ihtiyaçtan dolayı doğdular. Çünkü Firavunun zulmü ve Romanın materyalizmi bunu gerektiriyordu. Onun için Kur’an, Maide sûresinde “İncil ve Tevrat ehli, kitapları ile amel etsinler. Yani İslam’a girmeleri şart değildir” diyor. Çünkü bazı durumlar, bu mezheplere ihtiyaç olduğunu gösterir. Fakat İslam’a girseler yani dengeyi yaşasalar, onlar için daha hayırlı olur diyor… Zaten Protestanlık mezhebi, aşırı ruhanî olan Katolik mezhebine karşı bir tepki olarak ortaya çıktı. Avrupa’yı dengeledi; yeni bir medeniyet, sanayileşme ve kalkınma gerçekleşti. Fakat bu hareket de, hızını alamayarak, sonunda Komünizmi ve materyalizmi doğurdu. Şimdi ise bütün dünya orta yolu arıyor. Blair, bu iddianın önemli bir örneğidir. İşte, eğer insanlık yani bu materyalist asır, İsa’nın ruhaniliğiyle yeniden dengeye gelip İbrahimî bir çizgide yaşamazsa; bu sefer, öyle bir anarşizim (yecüc−mecüc) ile yüzleşecek ki, ihtimalen insanlığın ve medeniyetin sonu olur! Sivil kuruluşların çoğu, böyle büyük bir tehlikeyi önlemeye çalışıyorlar. Fakat, tarihin gösterdiği gibi; kutsal değerler olmadan, asla kurtuluş olamaz. Ve kutsal değerleri olmadığı için Komünizm yıkıldı. (Bakınız Lemeat, 1921, Osmanlıca baskısı). Ben bu satırları yazarken kastım, asla dinî bir propaganda yapmak değildir. Çünkü biliyorum ki; üç dinin dindarlarının da, bu günkü dini anlayışları, gayr-ı ilmîdir, savunmaya yöneliktir ve yanlış anlaşılmalar sonucu hurafeler olarak algılanıyor. Dine ters olan dengesizlikler oluyor. Onun için dünya, sorunlardan başını kaldıramıyor. İnsanlığın bu durumunu bir açıdan mazur gördüğümden, hiç kimseye kızmıyorum. Fakat her sene yüz milyonlarca dolar boşa gidiyor, diye üzülüyorum. Geniş bilgi edinmek isteyenler, Marifet (Bilgi), Varlığın Haritası, Bütüncül Bir Yaklaşım ve benzeri makalelerimizi temin etsinler! Bu yazdıklarımızın 2000 sayfalık geniş izahları, kitaplarımızda ve 46 adet konferansımızda mevcuttur. Ve bütün sahih gelenekler, bu anlattığımız bütünlüğü ispat etmişler ve üstelik yaşamışlardır. İncil gibi bazı kutsal kitaplar, “Allah göktedir” derken gerçek ve sonsuz varlık, sonsuz olduğu için yani dış duyularımızla kuşatılamayacağı için, metafiziktir demek istiyor. Kur’an’da da gökler metafizik ve idare (etkinlik) merkezleri manasında kullanılıyor. Saffat sûresi ile ilgili tefsirimize bakınız! Demek bu kelime uzay demek değildir. Evet bu kelime, sonsuzluğun bir ifadesi olan metafizik demektir ki, miladi 325’te yetkili alim Hıristiyanlar, bu kelimenin manasının böyle olduğunu karara bağlamışlardır. Dediklerimizin özeti şudur: İnsanlık, talim-i esma (bilim ve edebiyat) ile âdem olmuştur. Âdem’in (insanlığın) eksikleri, İsa, (din, vahiy, ruhanilik) ile ancak giderilebilmiştir. Eğer biz bilimi, kutsalı ve dili esas almazsak, düşünceyi değil de duyguyu temel alırsak, hayvaniyetten daha aşağı bir anarşizme düşeriz. O zaman bizi kurtaran da olamaz. Biz bu yazıda kimseyi kötülemek değil de, sadece ateistlere ve dindar gruplara faydalı olmak istedik. Kastımızı aşan bir ifademiz olmuşsa, herkesten özür dileriz. Yazımı bitirirken, herkese ve bütün insanlığa sonsuz saygı ve selamlar iletiyorum. Son Bir Not: Teist, Allah kâinatın dışındadır, her işimize karışır diyen kişidir. Deist, Allah kâinatın dışındadır. Hiçbir şeyimize karışmaz diyen kişidir. Bunlara mukabil, başta İbn Arabi, Mevlana, Yunus Emre gibi gerçeği gören zatlar, varlığın birliğini (vahdet’ül – vücudu) savundular, ispat ettiler ve yaşadılar. Fakat, tarihte vahdet’ül – vücud anlayışı, bazen aşırı maddeci veya aşırı ruhçu olarak algılandığından biz, bu makalede vurgulanan anlayışa vahdet’ül – vücud anlayışı demeyip, Tevhid anlayışı diyoruz.

Bahaeddin Sağlam +90 212 5284868

A Geniş izah için “Yaratıcı Evrim ve Âdem Meselesi” adlı kitabımıza bakınız!
1 O dahî zat, “Ey yüce Pan (birlik)” şeklinde dua ediyormuş, diye geçenlerde bir ilmi kitapta okudum.
2 İncil ile ilgili kitabımıza bakınız!
3 Bediüzzaman Said Nursi, Kızıl Îcaz… O, burada semântik delillere dayanarak “Allah’ın vechinden maksat, O’nun öz varlığıdır,” diyor.
5 Maide, 68
6 Al-i İmran, 110

Su'yun Sırları

Birtakım sırlara ve feyizlere mazhar olduğuna inandığım Kurban Dede, bir gün Hz. Hızır ile ilgili hatıralarını anlatırken, mesele suyun sırlarına geldi. O sadece, 'Ah bir bilseniz suda neler var neler!..' dedi ve meseleyi öylece kapattı. Tevhid delilleri üzerine araştırma yaparken, suyun kimyevî yapısı ve fizikî değişikliklerle ilgili yönünü hayretle görmüş, Cenab-ı Hakk'ın harika icraatı karşısında hayran olmuştum. Bediüzzaman Hazretleri de, dört unsurdan biri olan suyun fazl ve rahmet arşı olduğunu söyler. Japon bilim adamı Prof. Dr. Masaru Emoto ise, içinde 70'ten fazla kristal resmi bulunan Su Kristalleri adlı kitabında: "Su cansız bir madde değil; canlı ve duyguları algılayan kristallerden oluşmaktadır. Su çevresinden pozitif ve negatif bilgileri alır ve ona göre tepki verir." diyor. Prof. Emoto'nun suyun biyo-fizikî özelliklerini araştırarak ortaya koyduğu gerçekler, yeni bir döneme kapı açacak gibi. Emoto, üç yıl kadar önce mikroskopla yaptığı araştırmalarda, donmuş su kristallerinin dış tesirler karşısında çok değişik şekillerde reaksiyon gösterdiğini keşfetti. Bu araştırmalara göre su kristalleri, dış çevre tesirlerinin yanı sıra, müzik, söz ve kavramlara da tepki veriyor. Sanacell sağlık firmasının davetlisi olarak, temmuz ayında Berlin Teknik Üniversitesi'nde 1.200 kişiye konferans veren Prof. Emoto, su kristallerinin nasıl farklı şekillerde davrandığını, büyüleyici bir yapı göstermesine karşılık, temiz dağ suyunun berrak ve düzgün kristal yapıları ihtiva ettiğini tespit etti. Ayrıca, çocukları, su ile konuşturarak su kristallerinin verdiği tepkileri gözler önüne serdi. Emoto, on iki yıl süren çalışmaları ve yaptığı on binlerce deney neticesinde, suyun sadece iyi ve kötü bilgileri, müzik ve sözleri değil, hisleri ve şuuru da kaydettiğini ortaya çıkardı. Çekilen kristal fotograflarında suyun verdiği mesaj çok açık; sevgi ve minnettarlık gibi duygular fıtrat tarafından tasvip görmüştür. Yani sevgi ve minnettarlık, fıtratın özüdür. Su, ne kadar sevgi, duygu ve âhenk dolu söz ve musikî ile karşılaşırsa; altıgen kristal yapısı da o kadar güzel ve düzgün olmaktadır. Meselâ çekilen fotografların birinde suyun yanında "şeytan" dendiğinde, kristaller kaotik bir biçime girerken, diğerinde de güzel sözlerle dua edildiğinde, suda, berrak ve estetik yapısı ile mükemmel bir altıgen ortaya çıkıyor. Emoto, bu çalışmalarıyla görünmeyen bir ruh âleminin varlığına da işaret ediyor. Emoto, araştırmasıyla suyun sadece hâfızasının ve bilgi taşıyıcı özelliğinin olmadığını, aynı zamanda kâinatın dilini ve gerçek sevgi titreşimini de yansıttığını ispatlamaktadır. Meselâ iki kavanozun içine haşlanmış pirinç konuyor. Birine teşekkür diğerine aptal yazılıyor. Bir ay boyunca bu sözler bu şişelere söyleniyor. Netice çok enteresan: "Aptal" denen kavanozun içindeki pirinçler siyahlaşıyor ve kavanozdan çok kötü koku çıkıyor. Diğerinde ise; pirinç beyaz kalıp, hoş bir koku yayılıyor. Bu da gösteriyor ki, kötü ve iyi sözler, su ve pirincin üzerinde tesirli oluyor. Öyleyse Allah'ın nimet ve ihsanlarına karşı, zikir, fikir ve şükür vesilemizi hiç unutmamamız gerekiyor. Bilhassa Bismillahirrahmanirrahim ile Elhamdülillah hiç unutulmamalıdır. Başlangıçta söylenen bir söz var ve bu söz ince maddî bir titreşime, şekil oluşturan bir sese dönüşüyor. Ve sonra tekrar belli bir bilgi haline geliyor. Su böyle frekansları en açık bir şekilde ispatlanabilir olarak çeken bir maddedir. Su kristallerinin şekli, dünyanın nasıl bir durumda olduğunu gösteriyor. Meselâ; Berlin, Londra veya Paris'teki klorlu çeşme sularının dejenere olmuş kristal yapılarına karşılık; temiz kaynak suları estetik ve çok ince dizayn edilmiş altıgen yapılar göstermektedir. Bu geometrik şekil tabiattaki bütün hayat olaylarının temel biçimini oluşturuyor. Heavy-metal müzik ve küfür sözlerinin aksettiği suyun kristal yapısı, yapılan deneylerde tamamen parçalanıp dağılarak eski kristal formları binlerce parçaya bölünüyor. Vücudumuzun % 70 gibi büyük bir kısmının sudan oluşması gerçeği de, bizim, diğer insanların ve tabiatla olan münasebetlerimize dikkat etmemiz gerektiğini ortaya koyuyor. Japon bilim adamı Prof. Masara Emoto, su kristalleriyle ilgili çalışmasında iki önemli olayın rol oynadığından bahsediyor. Biri, 12 yıl kadar önce Amerika'da; "Manyetik Rezonans Analiz Cihazı" denen ilginç bir âlete rastlamasıdır. Bu âlet sayesinde sıvı ve canlı organizmalardaki belli frekanslar ölçülebiliyor. Diğeri ise; kar tanelerinin hiçbirisinin birbirine benzememesini bir yerde okuması. Kar da sudan meydana geldiği için, su kristallerinin de farklı olabileceğinden hareket etmiş. Su Kristalleri adlı kitabında suyu çeşitli yönlerden ele alan Prof. Emoto, çalışmalarının ilmî temelini oluştururken, din gerçeğini de göz ardı etmiyor. "21. yy'da en önemli olayın ilimle dinin yeniden buluşması olacağını düşünüyorum. Eğer din olmasaydı insan aptallaşacak, modern ilim de hiçbir zaman ortaya çıkmayacaktı." diyor. Emoto, su kristallerinden edinilen bilgilerden depremin önceden tespit edilebileceğini söylüyor. Bunun için evvelâ deprem olan bölgelerdeki su kristalleri hemen incelenerek, suyun buna verdiği tepki gözlenmelidir. Daha sonra bilgisayar bağlantılı mini mikroskoplarla sürekli bu bölgelerdeki su kristallerinin bir merkezde değerlendirilerek takip edilmesi gerekiyor. Zira deprem bölgelerinde yer altında meydana gelen değişikliklerin bir anda olmayıp, günler, hattâ haftalarca sürdüğünü ve bu değişikliklerin oradaki su kristallerinden takip edilebileceğini söylüyor. Su kristallerinin fotografının çekilmesi de şöyle oluyor: Önce su eksi yirmi derecede donduruluyor. Sıcaklığı eksi beş dereceyi bulduğunda kristal ortaya çıkıyor. 5 mm'lik buz parçasında ancak 25 mikron, yani 0,025 mm büyüklüğünde bir kristal oluyor. Bu yüzden bunun 200 defa büyütülmesi ve bu esnada en ufak bir titreşimin meydana gelmemesi gerekiyor. Su kristalleri de yaklaşık elli-altmış saniye, buzun sıcaklığı sıfır dereceye ulaşana kadar görülebiliyor. Bütün bu ilmî gerçeklerden hareketle, Allah'ın nimetlerine karşı tavrımızı ayarlamamız gerekiyor. Meselâ, yemeğin başında Besmele çekmek, sonunda Elhamdülillah deyip şükretmek, ortasında bu harika nimetleri bize ihsan eden Cenab-ı Hakk'ın kerem ve lütuflarını düşünmek gerekiyor

Ehl-i Kitap

Hakikat ile vahiy denk terimler değildir.Zira Hakikat tüm formların ötesinde iken Vahiy formel düzene aittir.Form demek çeşitlilik demek ve kesret demektir;formun var olabilmesi için de ifade,farklılaşma ve sınırlama gerekir.Bu yüzden form kazanan bir şeyde çokluk,tekrar ve sayı vardır;İlahi İmkanın sonsuzluğundan neşet eden formel ilke bu tekrara çeşitlilik getirir..Diyeceğim o ki Din birdir ve fakat şeraitler ayrı ayrıdır..Vahiyler birbirleriyle çelişmezler;çünkü onlar farklı beşeri topluluklara gönderilmişlerdir;ve Allah da hiçbir zaman birbirinden farklı iki beşeri topluluğa aynı mesajı göndermemiştir..
Vahiylerin şu ya da bu şekilde birbirini dışlamasının nedeni Allah’ın konuşurken Kendisini mutlak bir tarzda ifade etmesidir;fakat bu mutlaklık forma değil,evrensel içeriğe aittir;mutlaklık,forma sadece izafi ve sembolik olarak izafe edilir,çünkü form,içeriğin ve bu içeriğe muhatap olan insanlığın bir sembolüdür.Allah bir ilim adamı gibi vahiyleri dışarıdan karşılaştırmaz;O,Kendini her Vahyin merkezinde tutar.Vahiy mutlak bir dil kullanır,çünkü Allah mutlaktır,form değil;başka bir deyimle,Vahyin mutlaklığı kendi içinde mutlak,form açısından ise izafidir.
Yeryüzünde birbirinden farklı ırklar bulunmaktadır;bu farklılıklar geçerlidir,çünkü ne “yanlış” ne de “doğru” ırk var demek mümkündür.Aynı şekilde farklı dillerin de varlığını müşahede ediyoruz ve kimse onların meşruiyetini tartışmamaktadır;aynı şey bilimler ve sanatlar için de geçerlidir.Bu çeşitliliğin din düzeyinde var olmaması düşünülemez;yani farklı beşeri toplulukların farklı ilahi mesajlara-form açısından,içerik açısından değil-muhatap olmaması şaşırtıcı olurdu.Fakat nasıl insan belli bir ırk çerçevesinde Beyaz yahut Sarı olarak değil de insan olarak görülüyorsa ve her dil kendi çerçevesi içerisinde diller arasında bir dil olarak değil de “dil” olarak kabul ediliyorsa,tıpkı bunun gibi her din kendi düzeyinde hiçbir mukayese-ki bunun hasıl edilecek gaye için hiçbir manası yoktur- yer vermeyecek şekilde “din” olarak algılanır;yani din demek tek din demektir;daha açık bir ifadeyle bir dini yaşamak bütün dinleri yaşamak demektir.
Hz.İsa somut bir vahiydir.Ve bütün vahiyler sadece ve sadece Allah tarafından geliyor;onlarda hiçbir beşeri,insani karışıklık ve nefsani boyut yoktur..Hz.İsa’nın Allah’ın oğlu olması bu yönüyledir..yani bir teşbihtir bu.İncilde geçen ifadeler yanlış anlaşıldığı için Hıristiyanlardan bir kısmı(hepsi değil) inançlarında Allah’a şirk koşmuşlardır..Müslümanlardan bir kısmı ise yine meseleyi yanlış anladıkları için İncil ve Tevrat için tahrip manasında tahrif olmuş demişlerdir..
Kuran eski vahiyleri korumak ve kollamak üzere gelmiştir.Kuran’da belki 20 yerde bu hakikat ifade ediliyor.Kur’an’ın hiçbir yerinde İncil ve Tevrat muharreftir denilmediği halde bir kısım Müslümanlar dinsel milliyetçi duygularla daima o kitapları kötülemişlerdir.
Maide Suresi:
47- İncil ehli de Allah'ın ona indirdikleriyle hükmetsinler. Kim, Allah'ın indirdiği ile hükmetmezse, işte onlar fâsıkların ta kendileridir.
48- Sana da (ey Muhammed) geçmiş kitapları tasdik eden ve onları kollayıp koruyan Kitab (Kur'ân)ı hak ile indirdik. Onların aralarında Allah'ın indirdiği ile hükmet. Onların arzu ve heveslerine uyarak, sana gelen haktan sapma. Biz, her biriniz için bir şeriat ve yol belirledik. Eğer Allah dileseydi sizi tek bir ümmet yapardı, fakat size verdiklerinde sizi denemek istedi. Öyleyse iyiliklere koşun. Hepinizin dönüşü Allah'adır. O, ihtilafa düştüğünüz şeyleri size haber verir..Ayetleri lütfen dikkatlice okuyun..Biz her biriniz için bir şeriat ve yol belirledik diyor..ve 47.ayet çok açık bir şekilde İncil ehline kendi şeraitlerini uygulamalarına dair müsaade veriyor..
Aynen bir kısım Hıristiyan ve Yahudi gibi Müslümanlar da Kuran’ı tahrif etmişlerdir..Tahrif; saptırma demektir.tahrif ile tahribi(metin üstünde oynama) birbirine karıştırmamak lazım.Bütün semavi kitaplar saptırılmış olabilir ama metinleri üzerinde asla oynama olmamıştır.Eğer gerçek manaları bilinse bu hakikat net olarak görülür.Mesela:İncilin temel prensiplerinden biri şudur:”Adem suçlu idi.İsa gelinceye kendini feda edinceye kadar insanlık o suç içinde kıvrandı...”deniliyor.Bu da zahiren bilime,tarihe,evrensel ilahi adalete ters düşüyor.Cevap olarak şunu söyleyebiliriz.:
Adem,insanlık özellikle dinlerden önceki ilkel,iptidai dönem insanlığı demektir..İşte Adem(insanlık) Nuh ile evrensel vahyi almadan önce çok eksikti.Ve en son olarak da İncil dönemi ile ancak gereken gelişmeyi gösterebildi…Ve her bir şahıs olarak hepimiz de adem olarak eksiğiz,nakısız,kusurluyuz,yarı hayvanız;İsa ile,din ve vahiy ile,kelam-ı ilahi ile kusurlarımız gideriliyor,mükemmelleşiyoruz;bir nevi melek oluyoruz.Fakat İsa’nın kendini feda etmesiyle yani saf vahyin devletleşmesi,kurumsallaşması,kiliseleşmesinden sonra…Fakat kilise gelenekleşti,saf vahyi unuttu,hakikat de kayboldu,insanlık bir daha suçlu adem haline geri döndü.(NOT: BAKARA Suresi: 213- İnsanlar tek bir ümmetti. Ayrılmaları üzerine Allah, rahmetinin müjdecileri ve azabının habercileri olmak üzere peygamberler gönderdi ve beraberlerinde hak ile ilgili kitap indirdi ki, insanların, aralarında ihtilaf ettikleri şeyler hakkında hakem olsun. Bunda da sırf o kitap verilenler, kendilerine bunca deliller geldikten sonra tuttular, aralarındaki hırs ve kıskançlık yüzünden anlaşmazlığa düştüler. Bunun üzerine Allah kendi izniyle, iman edenleri, onların hakkında anlaşmazlığa düştükleri hakka, ulaştırdı. Allah, dilediğini doğru yola iletir…bu ayetin ifade ettiğine göre başlangıçta peygamberlik yoktu..daha sonra insanların ihtilafa düşmeleri üzerine peygamber gönderilmiştir..Zaten başka ayetlerde de peygamberlik silsilesi Hz.Nuh ile başlatılıyor..Ademin peygamber olması,vahiy alması,Allah ile konuşması ifade eder ki;insanlık,mahlukat arasında eşref-i mahlukattır ve peygamberliğe mazhardır..farklı bir mevzu olduğu için bu kısmı uzun tutmuyorum)
Daha sonra devam etmek dileğiyle deyip sözü uzatmadan şimdilik kesiyorum..ancak Aşağıya aktaracağım ayetleri dikkatlice okuyun..Zira Kuran’da hiçbir yerde Tevrat ve İncil muharreftir,onlarla amel edilmez diye bir ayet yoktur.Bilakis 20 yerde Kuran o kitapları onaylıyor,onlarla amel edilmesini tavsiye ediyor..
MAİDE Suresi:
45- Biz Tevrat'ta onlara, cana can, göze göz, buruna burun, kulağa kulak, dişe diş ve yaralara karşılıklı kısas (ödeşme) yazdık. Bununla beraber kim kısas hakkını bağışlarsa, bu kendi günahlarına keffaret olur. Ve kim Allah'ın indirdiğiyle hükmetmezse, işte onlar zalimlerin ta kendileridir.
46- O peygamberlerin ardından, yanlarındaki Tevrat'ı doğrulayıcı olarak Meryemoğlu İsa'yı gönderdik ve ona içinde hidayet ve nur olan, kendinden önceki Tevrat'ı tasdik eden ve Allah'dan korkanlar için bir hidayet rehberi ve bir öğüt olan İncil'i verdik.
47- İncil ehli de Allah'ın ona indirdikleriyle hükmetsinler. Kim, Allah'ın indirdiği ile hükmetmezse, işte onlar fâsıkların ta kendileridir.
48- Sana da (ey Muhammed) geçmiş kitapları tasdik eden ve onları kollayıp koruyan Kitab (Kur'ân)ı hak ile indirdik. Onların aralarında Allah'ın indirdiği ile hükmet. Onların arzu ve heveslerine uyarak, sana gelen haktan sapma. Biz, herbiriniz için bir şeriat ve yol belirledik. Eğer Allah dileseydi sizi tek bir ümmet yapardı, fakat size verdiklerinde sizi denemek istedi. Öyleyse iyiliklere koşun. Hepinizin dönüşü Allah'adır. O, ihtilafa düştüğünüz şeyleri size haber verir.
68- De ki: "Ey kitap ehli! Tevrat'ı, İncil'i ve Rabbinizden size indirileni uygulamadıkça bir esas üzerinde değilsiniz. Şüphesiz ki, Rabbinden sana indirilenler, onların çoğunun azgınlığını ve inkârını artıracaktır. Şu halde kâfir olan bir toplum için üzülme!
69- Muhakkak ki inananlar, yahudiler, sabiiler ve hıristiyanlardan kim Allah'a ve ahiret gününe iman eder ve güzel amel işlerse, onlar için bir korku yoktur, onlar mahzun da olmayacaklardır.
ENBİYA Suresi:
48- Yemin olsun ki, Musa ve Harun'a eğriyi doğrudan ayıran kitabı, takva sahibleri için bir ışık ve öğüt olarak verdik.
49- Onlar görmedikleri halde Rablerinden korkarlar, kıyamet saatinden de titrerler.
50- İşte bu (Kur'ân) da indirdiğimiz kutsal bir kitaptır. Şimdi siz bunu mu inkâr ediyorsunuz?
BAKARA Suresi 120’de kınanan Yahudi ve Hıristiyanların davranışları ise din manasında değildir,Tevrat ve İncilden ayrı olarak oluşturdukları gelenek ve milliyetleridir.Zaten bu ayette din değil de millet kelimesi seçilmiş.( 120- Sen onların milletlerine tabi olmadıkça ne yahudiler, ne de hıristiyanlar senden asla hoşnud ve razı olmayacaklar. De ki, gerçekten de Allah'ın hidayeti, hidayetin ta kendisidir. Şânım hakkı için, sana vahiyle gelen bu kadar bilgiden sonra, kalkıp da onların arzu ve heveslerine uyacak olursan, sana Allah'dan ne bir dost bulunur, ne de bir yardımcı.)
Maide 51 de “51- Ey iman edenler! Yahudileri ve Hıristiyanları dost edinmeyin. Onlar birbirlerinin dostudurlar. Sizden kim onları dost edinirse, şüphesiz o onlardan olur. Şüphesiz Allah, zalim kavmi doğru yola iletmez.” Ayeti de dindar Müslümanlara karşı müşriklerle işbirliği yapan gruplar içindir;onların dinlerinden dolayı değildir.Çünkü bizzat Hz.Muhammed(S.A.V.)’in çok Hıristiyan dostları vardı.
Hac 78’de de anlatıldığı gibi;bizzat İslam dini de pratiklerde Hanif dininin devamıdır.İslam’da bölücülük yoktur ve olmamalı!
Maalesef dindarlar,dinlerinin asıl özü olan evrensel barış,kardeşlik,şefkat ve fedakarlık ve feragati bilmediklerinden,dinsizlere karşı mücadele edecekleri yerde,kuvvetlerini dahilde israf ediyorlar ve şeytan da bu durumdan karlı çıkıyor..
Allah bir,din bir,dünya bir,Adem(insan) bir,doğru yol bir…Daha bölücülük neyimize!

LİSAN

Lisan,insan gibi çok devirleri yaşayarak,çok tavır ve inkılabları geçirerek,çok asırlar terakki ederek türlü türlü şekilleri,intizamsızlıkları,perişaniyetleri gördükten sonra,hal-i hazırdaki şekle girmiştir.Eğer şimdi el’an zamanın seyrinde çalkalanıp giden lisanın bakiye kalan yıkıntıları,harabe ve enkazlarına bakıp(el’an) kelimesinin karnında birikeni düşünebilsen,lisanın tarih-i hayatını ve neşv ü nemasının keyfiyetini görebileceksin.
Şöyle ki: Lisan, ilk saha-i vücuda çıktığı devirde, savtlar içerisinde görünmez,işitilmez bir takım oturtulmamış zaif harflerin tohumuna benzeyen ve ekserisi tam fıtratı taklid ve temsile delalet eden bir vaziyette idi.Sonra manaların biraz toplanmasıyla heca vaziyetine terakki etti.Sonra fikirler,garazlar çoğalarak terkib başladı.(Lisanın o zamandaki örnekleri,şimdi de şark memleketlerinde vardır.)Sonra maksadların kısımlarına göre tasrifi bir surete girdi.Sonra ince ince hissiyat,latif latif nükteler ona devredilmesiyle nahvi bir şekil aldı ki,lisanın bu son vaziyetine en üstün Arab lisanıdır, ki;muhtasarı ihtisar eden hem mucez,hem mutlak,hem kısa,hem uzun bir lisandır.Sonra bu lisan dahi daimi şekilde mecazı hakikata kalb ettiği için iştiraki tevlid etmiştir.Sonra aralarındaki münasebeti unuttuğu ve sıfatın cümuda inkılab etmesi hikmetiyle teradüfleri doğurmuştur.Ve daha buna göre kıyas et!
Demek elfaz ve manalar arasındaki tenasüb,kelimeler arasında vukua gelen iştikak ve tenasülün neticesidir.
KELİMELER:
El’an:Şimdi,hala
Savt:Ses,bağırmak
Garaz:maksat,niyet
Muhtasar:az,kısa
İhtisar:sözün kısaltılması,kısaltmak
Tevlid:doğurmak
Cümud:donuk,katı,sert
Teradüf:iki veya daha fazla kelimenin aynı manada olması
Tenasüb:uygunluk
İştikak:türemek
Tenasül:türemek,nesil yetiştrmek

Mesnevi-i Nuriye'den

TAOİZM VE KONFÜÇYANİZM

TAOİZM VE KONFÜÇYANİZM

Çoğunlukla eski toplumlar kendi tarihleri için sıkı bir kronoloji kurmayı akıllarından bile geçirmemişlerdir.Kimileri ise tarihin en karanlık çağları için,en azından kelimenin asıl gerçek ve yalın anlamıyla,büyük yanlışlık yapmaksızın,tarih diyemeyeceğimiz sembolik rakamlar kullanmışlardır.Çinliler bu açıdan oldukça dikkate değer bir istisna teşkil ederler.Belki onlar,geleneğin ta başından beri,belirli astronomik gözlemleri aracılığıyla tarihleri kaydetmeye büyük özen göstermiş biricik toplumdur.Bu işi,anısı saklanacak olayların meydana geliş zamanlarında,gökyüzünün durumunu tasvir ederek yapıyorlardı.Öyleyse Çin’le ve onun antik tarihiyle ilgili durumlarda,başka durumlarda olduğundan daha kararlı olabiliriz.Çin geleneği diyebileceğimiz geleneğin kökeninin aşağı yukarı milattan önce 3700 yıllarına kadar uzandığını biliyoruz.İlginç bir rastlaşma sonucu,İbrani çağı takvim başı da aynı çağa rastlamaktadır.Ama bu sonuncusu için,ilk başlangıç noktasının gerçek olarak hangi olaya tekabül ettiğini söyleyebilmek güçtür.
Böyle bir köken,Greko-Romen uygarlığının başlangıcıyla ve “klasik” denilen eski çağ tarihleriyle karşılaştırıldığında, ne denli eski görünürse görünsün, yine de oldukça yenidir.Orta Asya’nın bazı bölümlerinde tahminen o zamanlar oturmakta olan sarı ırkın durumu acaba bu çağdan önce ne idi?Elde yeterince kesin veriler olmadığından bunu belirlemek imkansızdır.Öyle gözüküyor ki,bu uykudan kendini çekip çıkarmıştır.Demek oluyor ki,bir başlangıç gibi gözüken bu durum çok öncelerine ait bir geleneğin uyanışı olabilir.Hatta diyebiliriz ki,oldukça net bir biçimde olumlu sayılabilecek biricik husus budur.Bu uyanışın o zamanlar yeni koşullara adapte edilebilmesi için değişik biçimlere sokulmuş olması muhtemeldir.Ne olursa olsun,Çin tarihi-ya da bugün biz onu Çin diye adlandırıyoruz- kendisine ilk imparator gözüyle bakılan Fo-hi ile başlar.Hemen eklemek gerekir ki,Çin geleneğinin özünü oluşturan bilgilerin tümünün kendisine dayandırıldığı bu Fo-hi ismi gerçekten asırlar boyu sürüp giden belli bir dönemi belirtmeye yaramaktadır.
Geleneğin ilkelerini tespit etmek için Fo-hi, yalın ve aynı zamanda mümkün olduğu kadar bireşimli çizgisel semboller kullandı:Düz çizgi ve kırık çizgi,karşılıklı olarak “yang” ve “ yin” işaretleri,yani Yüce Metafiziksel Birlik’in bir tür polarmasından kaynaklanan etken ve edilgen bu iki ilke,bütün evrensel zuhuru doğurur.Bu iki işaretin mümkün olan tüm birleşiminden sekiz ”kua” yani “ üçlü” meydana gelmiştir.Bunlar daima Uzakdoğu geleneğinin temel sembolü olarak kalmıştır.Denilir ki, Fo-hi, kua ları çizmeden önce göğe baktı,sonra gözlerini yere dikti,yerin özelliklerini gözlemleyerek inceledi,insan vücudunun ve bütün zahiri nesnelerin karakterlerini belirledi. Bu metin,”Büyük Üçlü” nün (La Grande Triade) açık ifadesini içermesi bakımından özellikle ilginçtir: Gökyüzü ve Yeryüzü,ya da bütün varlıkların meydana geldiği birbirini tamamlayan iki ilke;ve tabiatı gereği,hem Gökyüzüne hem Yeryüzüne ortak olan insan,üçlünün ortak terimidir;Gökyüzüyle Yeryüzü arasındaki aracıdır.Burada “gerçek insan“ ın yani yüksek düzeydeki yetilerini geliştirmiş,varlıkların konuşması ve değişimi esnasında,Göğe ve Yere yardım edebilen,böylece Yerle Gök arasında bir üçüncü güç oluşturan varlıklın söz konusu olduğunu belirtmek uygun olur.Yine denilir ki,Fo-hi kendisinde Göğün ve Yerin güçlerini birleştiren ve sırtına çizilmiş “kua” lar, ya da “üçlü” ler taşıyan bir ejderhanın ırmaktan çıktığını gördü.İşte burada da aynı şeyi sembolik olarak ifade etmenin bir başka biçimini görüyoruz.
Demek ki,geleneğin tümü,önce öz olarak ve sonsuz imkanlara dayanak olmaya oldukça elverişli semboller olan üçlüler içinde çekirdek biçiminde mevcuttur:Geriye ister saf metafizik alanında olsun ister kozmik düzende ve insana ait değişik uygulamalar alanında olsun,gerekli gelişimleri ondan çekip çıkarmak kalıyor yalnızca.Bunun için Fo-hi üç kitap yazdı.Ancak “Yi-king” yani “ Değişimler Kitabı” adlı birinci eser bize kadar ulaşabildi.Bu kitabın metinleri o kadar mücmel,bireşimli ki,zaten kendi aralarından son derece güzel bir biçimde uyum sağladığı için,hangi ilkelerle yetineceğinize veya bu ilkeleri şu ya da bu şekilde belli bir düzene uygulamak isteyişinize göre,bir çok anlamlar çıkartılabiliyor.Böylece metafizik anlamın dışında,bir çok geleneksel bilimleri meydana getiren,değişik önemleri haiz bir çok bilim var:Mantık,matematik,astronomi ve benzerleri.Hatta kahinlikle ilgili de bir inceleme var ki bütün bilimlerin en aşağısı olarak değerlendirilmiştir.Bugün bununla uğraşanlar,şurada burada dolaşan hokkabazlardır.Kısacası,burada bütün geleneksel öğretilere ait ortak bir özellik vardır.Ta başlangıçtan beri,bu öğretiler,bugün modern Batı’nın hakkında en ufak bir fikre bile sahip bulunmadığı çok sayıda değişik bilimlerin gelişmeleri de dahil,anlaşılabilen bütün gelişmeleri,ayrıca daha sonraki durumların gerektirebileceği bütün uyarlamaları da içermektedir.Dolayısıyla “Yi-king” kitabında bulunan ve bizzat Fo-hi ‘nin, çok eski ve tam olarak belirlenmesi oldukça zor olan bir geçmiş zamandan elde edip aktardığını belirttiği bilgilerin sırayla her iki öğretiye,Taoizm’e ve Konfüçyanizm’e, ortak bir temel teşkil etmesi o kadar şaşırtıcı olmamalıdır.Çin geleneği,bu iki öğretinin içinde günümüze kadar süregelmiştir.Bununla birlikte, her ikisi de tamamen farklı alanlarla ilgili olmalarından ötürü,ilk bakışta sanki birbirleriyle hiçbir alakaları yokmuş gibi gözükebilir.
Peki,aşağı yukarı üç bin yıl sonra,geleneksel öğretinin yeniden uyarlanmasını,yani kendisinde her zaman için kesinlikle özdeş olan bir esas üzerine olmayıp,ama daha çok bu öğretinin herhangi bir şekilde içinde parçalanıp başkalaşımı ya da değişimini zorunlu kılan koşullar nelerdir?Yine burada da,kuşkusuz,açıklanması güç olan bir nokta var,çünkü bunlar Çin’de olduğu kadar başka yerlerde de, dış sonuçların sebeplerden daha açık ve belli olduğuna dair yazılı tarihte hiçbir izi bulunmayan hususlardır.Her halükarda kesin olan bir şey varsa o da Fo-hi zamanında formüle edilmiş olduğu şekliyle,öğretinin,içerdiği öz bakımından,genellikle iyice anlaşılmadığıdır.Özellikle sosyal alanda,ondan çıkartılan uygulamalar,bu müddet zarfında,birtakım değişikliklere uğramış olması gereken ırk unsuru durumlarına kuşkusuz artık uymuyor.
O zamanlar milattan önce altıncı yüzyılda bulunuyordu.O çağda hemen hemen bütün toplumlarda çok önemli değişimlerin olmuş olması dikkat çekicidir,öyle ki,o zamanlar Çin’de olup bitenler belki tanımlanması güç ama belli bir sebebe bağlıymış gibi gözüküyor, ki olay tüm yeryüzü insanlığını etkilemişti.Şaşılacak yan şu ki,bu altıncı yüzyıl,belki de çok genel bir biçimde,tam olarak “tarihi” diyebileceğimiz dönemin başlangıcı olarak değerlendiriliyor.Daha uzaklara gidilecek olursa,Çin’de olduğu gibi,birkaç istisnai durum dışında,yaklaşık olarak bile bir kronoloji çizmek imkansızdır.O çağdan itibaren,aksine olayların tarihi çok net bir doğrulukla her yerde biliniyor.Elbette burada düşünmeye değer bir olay var:O zamanlar meydana gelen değişimler zaten ülkelere göre değişik özellikler arz ediyordu;örneğin Hindistan’da her türlü otoriteyi inkara,sosyal ve düşünsel alanda gerçek bir anarşiye varıncaya kadar ileri giden,geleneksel çizgiye bir başkaldırı olarak Budizm’in doğduğu görüldü.Buna karşılık Çin’de Taoizm ve Konfüçyanizm denilen iki yeni öğreti kendiliğinden,geleneksel çizgisi doğrultusunda oluştu.
Bu iki öğretinin kurucuları Lao-tseu ve Kong-tseu, demek ki çağdaştılar.Batılılar ikincisini Konfüçyüs diye adlandırırlar.Tarih bize her ikisinin karşılaştığını söylemektedir:”Tao’ yu buldun mu” diye sordu,Lao tseu.”Onu yirmi yedi yıl aradım ama bulamadım” dedi Kong-tseu.Bunun üzerine,Lao-tseu muhatabına şu öğütleri vermekle yetindi:”Bilge kişi karanlığı sever;olur olmaza kendini kaptırmaz.Zamanı ve şartları inceler.Eğer yer ve zaman elverişliyse konuşur yoksa susar.Hazinesi olan biri,onu herkese göstermez.Demek ki gerçekten bilge olan kişi hikmeti her gelene açıklamaz.İşte sana söyleyeceklerimin hepsi bu.Bunlardan yararlan.”Kong-tseu bu görüşmeden sonra dönüşte şunları söylüyordu:”Lao-tseu’yu gördüm.O bir ejderhaya benziyor.Ejderha ise,bilmiyorum bulutlar ve rüzgarlar tarafından nasıl taşınabilir ve göğe nasıl çıkabilir?”.
Tarihçi Sse-matsien tarafından anlatılan bu hikaye,iki öğretinin-öğretinin iki kolunun desek daha uygun olur-karşılıklı durumlarını mükemmel bir şekilde tanımlıyor.Bundan böyle Uzakdoğu geleneği bu kollarda ikiye ayrılmış oluyordu:Biri öz olarak salt metafiziği içerir ki buna teorik veya daha doğrusu “idrak edilebilir”(cognivite) bir özelliğe sahip bütün geleneksel ilimler dahil olur;öteki ise,pratik alana sokulmuş ve salt sosyal uygulama alanlarında kalmıştır.Kong-tseu bizzat kendisi ”Bilgi içinde doğmadığını” yani metafizik alana ait ve akıl üstü (supra-rational) olan mükemmel bilgiye ulaşamadığını itiraf ediyordu.O geleneksel sembolleri biliyordu.Ama onların derin anlamını inceden inceye anlayamamıştı.İşte bu yüzden,onun eseri zorunlu olarak özel ve olağan bir alanla sınırlıydı.Bu alan ancak kendisinin uzmanı olduğu bir alandı.Ama en azından kendini aşan konuları inkar etmekten son derece kaçınıyordu.Bu hususta, az veya çok uzaklaşmış öğrencileri her zaman onu taklit edemediler.Kimileri ise,çeşitli türlerin uzmanları yanında çok yaygın bir terslik dolayısıyla,milattan önce altıncı yüzyılın büyük Taoist yorumcuları,Li-tseu ve özellikle Tchoang-tseu adına, sertçe alaylara birtakım cevaplar yetiştirmek amacıyla kendilerini cezbeden bir dar görüşlülük içine düştüler.Bununla birlikte kimi çağlarda ortaya çıkan tartışma ve çekişmeler Taoizm’i ve Konüçyanizm’i iki rakip ekolmüş gibi göstermemelidir.Kaldı ki,hiçbir zaman rakip de olmadılar,olamazlar;her birinin kendine özgü ve net olarak belirli bir alanı vardır,öyleyse onların aynı zamanda ve birlikte oluşları çok normaldir ve uygundur.Bir çok bakımdan onların bu ayrılığı,öteki uygarlıklardaki manevi otoriteye ve maddi güce tekabül eder.
Zaten daha önce belirttiğimiz gibi,her iki öğretinin ortak bir kökeni vardır:Önceki Gelenek.Ne Kong-tseu ne de Lao-tseu salt kendi düşüncelerini açıklamak gibi bir niyetin içine asla girmedi.Eğer öyle olsaydı,her tür otoriteden ve gerçek değerden yoksun olurlardı.”Ben eskileri seven ve onların bilgilerini elde edebilmek için bütün gücünü kullanan bir kimseyim” diyordu Kong-tseu.Bu tutum modern Batılıların bireyciliğine ve ne pahasına olursa olsun “orjinalite”iddialarına karşıt olarak,bir geleneksel uygarlık yasasıyla uyuşabilecek biricik tutumdur.Daha önce kullandığımız “yeniden uyarlama” sözü buraya çok uygun düşmektedir.Bundan çıkan toplumsal kurumlar ise,çok belirginlik, bir sağlamlık ve kendi içinde bir denge arz etmektedir,çünkü bunlar yirmi beş yüzyıl boyunca ve ayrıca Çin’in şu ana kadar geçirdiği bütün sarsıntılarda hayatiyetlerini sürdürdüler.Bu kuruluşları inceleyecek değiliz,ana hatlarıyla bunlar zaten oldukça bellidir.Ancak,temel özellik olarak aileyi esas aldığını,buradan kabileye uzandığını hatırlatacağız.Kabile zaten köken itibariyle aynı soydan aileler bütünüdür.Çin uygarlığının özelliklerinden biri de soy birliği ve kendi aralarında bireylerini birleştiren dayanışma fikri üzerinde kurulmuş olmasıdır,oysa öteki uygarlıklar bundan tamamen farklı bir birlik ilkesi üzerine dayanırlar;bu uygarlık genellikle insanları,değişik ırklara mensup olarak ve pek iyi tanımlanmamış olarak tanırlar.
Nitekim Batı’da Çin’den ve Çin öğretilerinden söz edilince,aşağı yukarı sadece Konfüçyanizm akla gelir;ama bu,Konfüçyanizm’i her zaman düzgün bir şekilde yorumlarlar anlamına gelmez;hatta bazen onu bir tür “pozitivizm” haline soktukları da olur;gerçekte o,çok daha başka bir şeydir:İlk önce geleneksel özelliği nedeniyle,sonra,daha önce dediğimiz gibi,yüce ilkelerin bir uygulaması olduğu için çok farklıdır;halbuki pozitivizm,tam tersine bu tür ilkelerin inkarını içerir.Taoizm’e gelince genellikle hakkında bir şey söylenmeyip susulmuştur.Pek çok kimse , onun varlığından bile haberdar değildir;ya da en azından,uzun zamandır kaybolduğunu ve bunun artık arkeolojik ve tarihsel bir değerden başka bir anlam taşımadığını sanırlar.Şimdi bu yanılgının nedenlerini göreceğiz.
Lao-tseu çok kısa ve özlü bir kitap yazdı:”Tao-te-king”(Yol ve Doğruluk Kitabı).Taoculuğa ati bütün öteki metinler ya bu temel eserin açıklamasıdır ya da birtakım tamamlayıcı bilgilerin daha sonraları yeniden yazılmasıdır.Önceleri eser dilden dile aktarılıyordu.Harfi harfine “Yol” diye çevirebileceğimiz ve bizzat öğretiye adını verdiği “Tao”,tamamen metafizik bakış açısından ele alınan Yüce İlke’dir:O,varlıkların hem başı,hem sonudur,sözcüğü oluşturan harflerin özelliği de bunu açıkça belirtmektedir.Kimileri bazen Te’yi Erdem olarak çeviriyor.Biz buna Taoizm düşüncesinde kesinlikle olmayan” ahlaki” bir anlam veriyormuş gibi gözükmemek için daha çok “Doğruluk ” diye çevirmeyi yeğliyoruz.Diyoruz ki “Te” Tao’nun,örneğin beşeri varlık gibi,belli bir varlığa göre “özel belirtilişi” dir:Bu varlığın şu anda içinde bulunduğu durumda,varoluşunun “Yol”a göre veya başka bir deyişle,İlke ile uyum halinde olması için izlemesi gereken yoldur.Demek ki Lao-tseu ilkönce evrensel düzen içinde yerini alıyor ve daha sonra bir uygulama içine giriyor;ama bu uygulama her ne kadar insanın durumunu özel olarak amaçlasa da,toplumsal ya da ahlaki bir görüş açısından hiç mi hiç ele alınmamıştır.Burada ele alınan, varlığın yalnızca ve her zaman için yüce İlke’ye bağlanmasıdır;böylece,gerçekte metafizik alanın dışına kesinlikle çıkmıyoruz.
Bu nedenle Taoizm dış eyleme hiç önem vermez.Eylemi kendi kendini önemsemezlikte görür.Kesin olarak” hareket etmemek” düşüncesini öğretir;genellikle Batılılar bunun gerçek anlamını bir türlü kavrayamazlar.Gerçi bu konuda,anlamı gerçekte aynı olan Aristo’nun “hareketsiz hareket ettirici”(moteur immobile) teorisiyle bunu kolayca anlayabilirler,ama hiçbir zaman bu teorinin dahi sonuçlarını geliştirip değerlendirmeye özen göstermemişlerdir.Hareket etmemek hiç de hareketsizlik değildir;tersine,hareket etme eyleminin bütünlüğüdür.Ama bu,aşkın,tamamen içsel tezahür etmeyen ve İlke ile birlik halinde olan bir eylemdir.Öyleyse,bu eylem avamın haksız yere hakikat sandığı bütün dış görünüşlerin ve dış belirtilerin ötesindedir.Oysa bütün bu dış görünümler O’nun az ya da çok uzak bir yansımasıdır.Dikkat edilecek olursa,temel görüş açısı eylem olan Konfüçyanizm,dış dünyanın bitmez tükenmez değişkenliğinden arınmış” değişmez ortam” dan yani mükemmel denge durumundan hemen hemen hiç söz etmez.Ama ona göre,burada salt teorik bir idealin ifadesi vardır.Olsa olsa olağan alan içinde gerçek “hareket etme”nin yalın bir imgesini yakalayabilir.Oysa Taoizm için tamamen başka bir şey,yani bu aşkın halin çok etkin bir gerçekleşmesi söz konusudur.Kozmik çarkın merkezine yerleşmiş olan yetkin bilge kişi bu çarkı,görülüp fark edilemez bir biçimde,onun hareketine katılmaksızın ve herhangi bir hareket yapma gereği duymaksızın,yalnızca varlığıyla hareket ettirir.O’nun mutlak ilgisizliği kendini her şeye egemen kılar , çünkü artık hiçbir şeyden etkilenmez.”O,mükemmel sessizliğe,telaşsızlığa ulaşmıştır.Hayat ve ölüm onun için birdir.Evrenin çökmesi bile hiçbir şekilde onun telaşlanmasına neden olmaz.İnceden inceye,iç denetim yapa yapa,o değişmez gerçeğe ulaşmış,biricik evrensel İlke’yi tanımayı başarmıştır.Varlıkları alınyazılarına göre serbestçe hareket etmeleri için kendi kendilerine bırakır.Kendisi ise bütün yazgıların merkezinde hareketsiz durur.Bu iç durumun dış belirtisi sarsılmazlıktır.Zafer uğruna,savaş halindeki bir ordunun üzerine,tek başına saldırıya geçen bir kahramanın sarsılmazlığı değil elbet,ama gökyüzünden,yeryüzünden ve bütün varlıklardan üstün olan,kendisinin hiç bağlı olmadığı bir bedende duran,duygularının kendisine sağladığı görüntülerin hiçbirisini göz önünde bulundurmayan,hareketsiz ünitesinde evrensel bilgisiyle her şeyi bilen ruhun sarsılmazlığıdır bu.İşte insanlara egemen olan ruh kesinlikle bu ruhtur.Eğer onları o belli günde kitle halinde çağıracak olsa hepsi koşar gelir.Ama kendine hizmet ettirmek istemez.” “Eğer gerçek bilge, kendine rağmen hareket etmeme eylemi içinde bulunarak gücünü üstlenmeye özen gösterecek olsa, hiçbir şeye karışmamaktan doğan boş zamanlarını,doğal eğilimlerini serbestçe akmaya bırakmada kullanırdı.Kuşkusuz kudret,bu insanın ellerine teslim edilmiş demek olurdu.Organlarını devreye sokmadan,bedensel duygularından yararlanmadan,hareketsiz biçimde konum almışken aşkın gözle her şeyi görebilecektir.Tefekküre dalmış bir durumda gök gürültüsü gibi her şeyi sarsıp inletecektir.Fiziki gökyüzü,hava uysalca onun ruhunun hareketlerine uygulanacaktır.Bütün varlıklar,tozun rüzgarı takip ettiği gibi,onun hiçbir şeye karışmama eğilimini izleyecektir.Bu adam,kudretini oluruna bırakmak varken,onu niçin kımıldatmaya uğraşsın?”
“Hareket etmeme” düşüncesi üzerinde özel olarak ısrarla durduk;bu düşünce Taoizm’in en belirgin ve en önemli özelliklerinden biri olduğu için sadece,bir de bunun çok özel sebepleri var ki onları bu yazının ilerisi daha iyi anlatacaktır.Ama akla bir soru geliyor:Yetkin bilgenin durumu olarak betimlenen duruma nasıl ulaşılabilir?Bu sorunun cevabı,öteki uygarlıklarda bulunan benzeri tüm öğretilerde olduğu gibi,burada da oldukça nettir:Oraya ancak ilim ve irfanla ulaşılabilir.Ama Kong-tseu’nun bile elde edemediğini itiraf ettiği bu ilim,bayağı ilimden ya da “ladini”(profane) ilimden çok farklı bir şeydir.Bilginlerin zahiri bilgisiyle, çok haklı bir nedenle,hele hele modern Batılıların anladığı bilimle uzaktan yakından hiçbir ilgisi yoktur.Bayağı ilim,çoğu kez çizdiği sınırlarla ve kazandığı zihinsel alışkanlıklarla gerçek bilginin elde edilmesine bir engel olduğu halde,burada bir bağdaşmazlık söz konusu değildir.Ama bu bilgiyi kim elde ederse ,insanların çoğunun hoşlandığı nisbi ve mümkün kuramları,insanların giriştiği ayrıntı çözümlemelerini ve araştırmalarını,ayrıca bunların kaçınılmaz sonuçları olan pek çok düşünce ayrılıklarını zorunlu olarak bir kenara koyup önemsiz saymalıdır.”Filozoflar kuramları,söz sanatçıları kibar sözleri,araştırmacılar bir yığın araştırmaları içinde kaybolup gidiyorlar.Bu adamların hepsi mekanın sınırları içinde tutuklu ve özel varlıklarca gözleri kör edilmiş bir durumdadır.” Bilge ise aksine,zahiri görünüme bağlı olan bütün farklılıkları aşmıştır.Onun bulunduğu merkezi noktada her tür karşıtlık kaybolmuş ve mükemmel bir denge içinde erimiştir.”İlk kadim durumda bu karşıtlar yoktu.Bütün bunlar, varlıkların çeşitlenmesinden ve evrenin dönüşüyle ortaya çıkan temaslardan türemiştir.Eğer söz konusu çeşitlilik ve bu dönme hareketi duracak olsa,karşıtlar yok olur.Belirgin benini ve özel devinimini hemen hemen hiçe indirgemiş varlığı da artık etkileyemez duruma gelirler.Artık bu varlık,başka hiçbir varlıkla çatışma haline giremez,çünkü o sonsuzluk içine yerleşmiş ve sınırsızlık içinde silinmiştir.O hiçbir çatışmanın olmadığı nötr nokta olan dönüşümler noktasına ulaşmış ve orada durmaktadır.Tabiatının yoğunlaşmasıyla,ruhunun gerekli besilerle iyiden iyiye dolmasıyla,bütün gücünün bir araya toplanmasıyla,tüm varlıkların biricik ilkesiyle birleşip bütünleşmiştir.Tabiatı bütün,ruhu tertemiz olacağından,hiçbir varlık ona zarar veremez”.
İşte bunun için bilge kişi çoğu insanların içine düştüğü tartışmaların dışında kalır,elbette ulaştığı bilgi seviyesinin doğurduğu bir tür şüphecilikten dolayı değildir bu.Ona göre ,gerçekten bütün karşıt düşünceler aynı oranda değersizdir,çünkü karşıtlıklarından ötürü hepsi aynı şekilde nisbidir.”Onun bakış açısı,şunun ya da bunun,evet ya da hayır ın artık ayırt edilemez gözüktüğü bir noktadır.Bu nokta ilkenin temel öğesidir.Burası bir çemberin sabit merkezidir.Bütün mümkünlükler,farklılıklar ve bireysellikler çemberin çevresinde dolaşır.Bu merkezi noktadan, ne şu ne bu,ne evet ne hayır olan ancak tek bir sonsuz görülür.Her şeyi,farklılaşmamış ilk birlikte,kadim tevhidde ya da her şeyin Bir’de eridiği bir mesafeden görmek…İşte gerçek akıl:Biz ayırt etmekle uğraşmayalım,fakat her şeyi ilkenin birliğinde görelim.Mutlaka kazanmak için tartışmayalım,ama başkalarıyla maymun eğiticisinin yöntemini kullanalım.Bu adam yetiştirdiği maymunlara: Size sabah üç akşam dört yerelması vereceğim der.Maymunların hepsi burun kıvırırlar.O zaman,size sabah dört,akşam üç yerelması vereyim, der eğitici.Bu kez maymunların hepsi sevinçten deli olur.Onları sevindirmiş olmaktan yararlanan eğitici maymunlara günde,önceden vermeyi tasarladığı yedi yerelmasını verir.Bilge de böyle yapar.Sükun ve barış uğruna, evet ya da hayır der ve evrensel çarkın ortasında sakince,çarkın döndüğü yöne ilgisizce durur.
Ancak belirtmek gerekiyor ki,üzerinde titizlikle durduğumuz gerçek bilgenin durumuna ve bu durumla ilgili her şeye öyle kolayca birden bire ulaşılamaz.Taoizm tarafından kullanılan yöntemlerin izlenilmesi oldukça güçtür.Sağladıkları yardım ise çok azdır.Bu yöntemlerin başka ırklara ait insanlar için uygulanması hemen hemen olanaksızdır.Ancak buna kendini iyice uyarlamış ırklar başka…Bununla birlikte Çin’de bile Taoizm’in hiçbir zaman çok geniş bir yayılma alanı olmamıştır.Her tür propagandadan uzak kaldığı için yayılma olanağı bulamamıştır.Bu ihtiyat tabiatı gereği böyledir.Belli bir seçkin kesime özgü olduğundan ve ayrım yapmaksızın herkese teklif edilen bir öğreti olmadığından,çok kapalı,özellikle “inisiyatik” bir öğretidir.Çünkü herkes onu anlamaya,hele hele gerçekleştirmeye ehil değildir.Lao-tseu ‘nin bu öğretiyi yalnızca iki kişiye öğrettiği,o ikisinin de on kişiye öğrettiği söyleniyor.Tao-te-King ‘ i yazdıktan sonra,Batı’ya doğru gitti,kayboldu.Kuşkusuz Tibet’in ya da Himalaya’nın erişilmez bir köşesine çekildi.”Ömrünü nerede ve nasıl tüketti bilinmiyor” diyor tarihçi Sse-matsien.
Konfüçyanizm ise herkese ortak olan,herkesin olanakları ölçüsünde inceleyerek öğrenip uygulama alanına koyması gereken bir öğretidir.Toplumsal ilişkilerin tümünü kapsayan bu öğreti,günlük yaşamın bütün gereksinimlerini karşılamaya yeterlidir.Bununla birlikte,mademki Taoizm İlke’ye özgü bilgiyi temsil ediyor ve geriye kalan her şey bu bilgiden kaynaklanıyor,Konfüçyanizm de gerçekte bütün bunların olağan düzen içinde uygulanışından başka bir şey değildir.Tabiatı gereği ona sıkı sıkıya bağlıdır.Fakat burada halkın ilgilenmesini gerektirmeyen bir husus var,çünkü pratik uygulama sadece düşünsel ufuk içine giriyor.Söz konusu ettiğimiz “ halk” içinde elbette bizzat Konfüçyanist bilginlerin büyük çoğunluğunu da almamız gerekir.Taoizm ile Konfüçyanizm;iç öğreti ve dış öğreti arasındaki bu olgu ayrımı,tüm biçim sorunları bir yana bırakılacak olursa,Çin uygarlığıyla Hint uygarlığı arasında mevcut olan önemli farklardan birisidir.Hint uygarlığında,hem ilkeyi hem de en küçük dereceden en büyük dereceye kadar bütün uygulamaları kapsayan biricik temel gövdesi vardır öğretinin:Brahmanizm;öyle ki öğretinin bütünü içinde hiçbir kopukluk söz konusu değildir.Bu fark, büyük çapta iki toplumun zihinsel yapılarının farklılığına bağlıdır.Bununla birlikte Hindistan’da kuşkusuz yalnızca Hindistan’da süregelen devamlılık Fo-hi’nin zamanından Lao-tseu nin zamanına kadar vaktiyle Çinde de vardı.
“Hareket etmemek” konusunda yukarıda aktardığımız birkaç metne dikkatle bakılacak olursa,uygulama alanları içinde değilse bile,en azından prensipte Taoizm’in rolünün ne olması gerektiği kolaylıkla anlaşılacaktır.Olayları,orada doğrudan bir işlevi olmaksızın,hükmü altında tutan,görünmeden yönlendirme rolüdür bu.Dış hareketlerde apaçık olmamak için etkinliğini çok daha derinlerde gösterir.Daha önce söylediğimiz gibi,Taoizm “hareketsiz hareket ettirici ” işlevini yürütür:Eyleme girişmenin yollarını aramaz,hatta eyleme karşı tamamen ilgisiz kalır,çünkü o,eylemde sadece anlık ve geçici basit bir değişikliği, “biçimlerin akımı” nın (le courant des formes) çok küçük bir öğesini,”kozmik çark” ın çemberinin tek bir noktasını görür;ama, öte yandan,çevresinde bu çarkın döndüğü eksen ve üzerinde hareketinin düzenlendiği ilke gibidir,çünkü o harekete kesinlikle katılmaz.Hatta hiçbir zaman ve hiçbir şekilde devreye girmez.Çarkın hareketlerinde sürüklenen her şey değişir ve geçer gider.Ancak İlke’ye bitişik halde olan,merkezde hiç değişmeden duran,hatta nerdeyse İlke gibi değişmez olan öğe kalır.Merkez ise evrensel tezahürü oluşturan sonsuz değişim ve oluşum yığınlarının hareket noktasıdır.Bu ayrıştırılamaz birliği içinde,onu hiçbir şey etkileyemez.”
Şunu hemen belirtelim ki söylediklerimiz mükemmel bilge kişinin durumu ve işleviyle ilgilidir,çünkü o merkeze gerçekten ulaşan varlıktır.Bütün bunlar ancak Taoizm’in aşamalarının en yüksek derecelerine uygulanabilir.Öteki dereceler merkezle dış dünya arasında köprü durumundadır.Tıpkı tekerleğin parmaklarının poyrasından çıkıp dış çemberinde birleşmesi gibi,onlar hareketsiz eylemin yapıldığı değişmez noktadan gelen etkinin arada hiçbir boşluk bırakmaksızın ulaştırılmasını sağlar.Burada etki terimi eylem sözcüğünden daha uygun düşmektedir.İstersek böylece bir “varoluş eylemi” nin söz konusu olduğunu da söyleyebiliriz.”Hareket etmemek” bütünlüğünden bir hayli uzaklaşmış olsa bile,daha aşağı dereceler de herhangi bir şekilde ona katılırlar.Zaten bu etkinin iletişim yolları,nesnelerin yalnızca dış yanını görenlerin gözlerinden zorunlu olarak kaçar.Aynı nedenlerden ötürü Batı kafa yapısına(l’esprit occidental) sahip olanlar da hem bunları hem de hiyerarşinin değişik derecelerine geçişi sağlayan yöntemleri pek kavrayamazlar.Bu yüzden, “kapısız tapınaklar” ve “öğretim yapılmayan okullar” ya da sözcüğün batı anlamıyla dernek olma özelliklerinin hiçbirini taşımayan teşkilatlar üzerinde de ısrarla durmak yarar sağlamaz.Bu tür teşkilatların,belirli hiçbir dış şekilleri,hatta çoğu kez adları bile yoktur.Ama üyeleri arasında sağlanabilecek en etkin ve en sarsılmaz bağları sağlar.Bütün bunlar Batılıların kafasında hiçbir şeyi temsil etmez,çünkü onların alışık oldukları değerler,burada bir karşılaştırma özelliği bile taşımaz.
En dış seviyede,eylem alanına giren bir takım kuruluşlar mevcuttur elbette,ama her ne kadar Batı kuruluşlarından -ki sözüm ona gizli özelliğe sahip olduklarını iddia ediyorlar-daha başka bir gizlilik taşısalar da kolaylıkla anlaşılabilir gözüküyorlar.Genellikle,bu teşkilatlar geçici bir varlığa sahiptir,özel bir amaçla kurulmuşlardır.Görevlerini yerine getirince,geride iz bırakmadan kaybolurlar.Bunlar daha derin ve daha temelli başka teşkilatların basit birer uzantılarıdır.Direktiflerini doğrudan onlardan alırlar,oysa liderleri Taoist hiyerarşiye bütünüyle yabancı kişilerdir.Geçmişte önemli rol oynamış bazıları bugün halkın zihinlerinde masalımsı bir şekilde açıklanan anılar olarak iz bırakmıştır,örneğin şöyle bir şey duyduk:Böyle kuruluşların üstatları ellerine bir avuç dolusu toplu iğne alıyorlarmış ve onları toprağa serpiyorlarmış.Bu iğnelerden bir o kadar silahlı,teçhizatlı asker doğuyormuş.Bu öykü,ejderhanın dişlerini söküp çevreye yayan Cadmus’un öyküsüyle tamamen aynı.Bu masallar yalın görünümler içinde çok gerçek sembolik değerlere sahiptir.Sıradan birisi bunları yalnızca anlatıldığı gibi harfiyen ele alacak olursa haksızlık etmiş olur.
Zaten bir çok durumlarda söz konusu kuruluşlar en azından uç noktalarda birbiriyle karşıt,hatta çatışma halinde olabilir.Yüzeysel gözlemciler bu olaydan şu söylediklerimize karşı itiraz etmekten geri kalmayacaklar,hatta bu koşullar içinde yön birliğinin olmayacağını ileri süreceklerdir.Ne var ki, bu tür kimseler bir şeyi unutuyorlar:Söz konusu olan yön ,ileri sürdükleri karşı çıkmanın ötesindedir;karşı koyma olayının söylenildiği alan içinde değildir.Kaldı ki,bu karşı koyma işi ancak bu alan için geçerlidir.Bu tür itirazcılara cevap vermek gereksinimini duysaydık,onlara temel ayrımdaki ”evet” ve “hayır” ın eş değer anlamları hakkındaki Taoist öğretiyi anımsatmakla yetinirdik.Bu öğretinin pratiğe aktarılışına gelince,maymun eğiticisi hikayesine yeniden göz atmaları gerekecek.
Her zaman için saklı ve gizli olarak bulunan Taoizm’in gerçek etkisinin ne denli önemli olduğunu anlatmak için yeterince söz söylediğimizi sanıyoruz.Bu tür şeyler yalnızca Çin’de bulunuyor değil,ama başka yerlerde olduğundan çok daha belirgin bir uygulaması oradaymış gibi gözüküyor.Yine bu geleneksel teşkilatların rolü hakkında birazcık bilgisi olanların görünüşlere aldanmamaları ve şu anda Uzak Doğu’da süregelen benzeri olaylara bakarken çok temkinli olmaları gerekiyor,çünkü çoğu kez Batı dünyasında olup bitenlerle eş değerde tutularak değerlendiriliyor.Bu da bu değerlendirmeyi yapanları tamamen yanlış sonuçlara götürüyor.Çin uygarlığı geçmişte daha başka bir çok bunalımları atlatmış ve sonunda her zaman olduğu gibi dengesini bulmuştur.Kısacası,şimdiye kadar hiçbir şey şu andaki bunalımın geçmişteki bunalımlardan daha ciddi olduğunu göstermiyor.Öyle olduğunu kabul etsek bile,bu ırkın geleneği içindeki en esaslı ve en derin öğeye,Çin uygarlığının zorunlu olarak ulaşması gerektiğini varsaymak için,bu bir sebep olarak gösterilemez.Zaten bunalım dönemlerinde geleneği eldeki biçimde korumak için bir avuç insanın bile olması yeterlidir,çünkü bu tür şeyler kalabalık kitlelerin kaba gücüne dayanmaz.Geleneğin yalnızca dış yanını yansıtan Konfüçyanizm,toplumsal koşullar yepyeni bir biçimin kurulmasını sağlamak amacıyla değişmeye yüz tutacak olursa ortadan kaybolabilir bile;fakat Taoizm,bu olasılıkların ötesindedir.Unutulmasın ki,bilge kişi,belirttiğimiz Taoist ilkelere göre koşullar ne olursa olsun,kozmik çarkın merkezinde sakince kalır,hatta “evrenin çökmesi bile onda hiçbir etki ve heyecan meydana getirmez.”

Not: Rene Guenon ‘un İslam Maneviyatı ve Taoculuğa Toplu Bakış adlı eserinden alıntıdır.