19 Aralık 2008 Cuma

Ahzab Suresi Tefsiri

AHZAB SÛRESİ

73 âyettir. (Medine’de nazil olmuştur)

Üstad Bediüzzaman Said Nursî’nin İşârâtü’l-İ’caz tefsirinin girişinde beyan ettiği gibi ve muhtelif sûrelerin tefsirinde gösterdiğimiz üzere, Kur’ân’ın dört temel esası vardır: Tevhid, Haşir, Nübüvvet ve Adalet... Bu dört temel esastan her biri, bir sûre-i Kur’âniyede birinci maksat olur, diğerleri ikinci, üçüncü, dördüncü sırada kalırlar. Meselâ, konumuz olan bu Ahzab sûresinde birinci maksat nübüvvettir, adalet, ikinci sırada yer alıyor; tevhid ve haşir, üçüncü ve dördüncü sırada kalmıştır. Onun için bu sûre, üslup ve konu itibarıyla, tevhid ve haşrin birinci derecede işlendiği diğer Kur’ân sûrelerinin çoğundan farklılık arzediyor. İlk etapta, evrensel değil de, tarihsel bir metin imiş gibi görünüyor...

Fakat, sûrenin konusu tesbit edilince ve bu konu bütünlüğü içinde sûrenin ana mesajı incelenince ve Risale-i Nur’da geçen, nübüvvet vazifesi ile alâkalı risale ve pasajların1 bu gibi sûrelerle tefsiriyet yönleri gözönünde bulundurulunca, sûrenin mesajı ve âyetlerin birbiriyle olan münasebeti, mucizelik derecesinde parlak bir şekilde görünür.

Bu sûrenin nazm-ı maânîsinden anlaşıldığı kadarıyla, nübüvvet vazifesinin bazı temel karakterleri şunlardır:

a) Muhalif cepheye, küfür ve nifak konusunda asla taviz vermez.

b) Muvaffakiyet için Allah’ın sonsuz kudret, ilim ve hikmetine dayanır.

c) Peygamber, ümmet için önder ve imam olması için, Allah’ın toplumsal ve fıtrî yasalarına herkesten fazla ayak uydurur. Acıkır, susar ve hatta iftiraya bile maruz kalabilir.

d) Peygamberliğin vazifesi, insanların imtihan edilmelerini ve bu sayede manen gelişmelerini sağlamak olduğundan, peygamberlik ve dindarlıktan sonra imtihan şiddetlenir; kimileri tam kaybeder, kimileri tam kazanır...

e) Hülâsa; nübüvvet her sahada felsefeden farklı bir hakikat yoludur. Sûrenin sonunda bu meseleye bir daha döneceğiz...

İşte bu kısa girişten sonra, sûrenin tefsirine başlıyoruz...

Bismillâhirrahmânirrahîm.

1. Ey Peygamber! Allah(’ın azabın)dan sakın. Kâfirlere ve münafıklara boyun eğme. Şüphesiz, Allah herşeyi bilen, herşeyi yerli yerinde yapandır.

2. Rabbinden sana vahyolunana uy! Şüphesiz, Allah yaptıklarınızdan haberdardır.

3. Ve Allah’a tevekkül et! Koruyucu olarak Allah yeter.

4. Allah, bir adamın içinde iki kalb yaratmış değildir. Kendilerinden zıhar* şekliyle boşandığınız karılarınızı da analarınız yapmamıştır. Evlatlıklarınızı da öz oğullarınız yapmamıştır.** Bunlar, sizin ağızlarınızla söylediğiniz boş lâflardır. Allah ise, gerçeği söyleyendir. Ve O, doğru yolu gösterendir.

5. Evlatlıkları, öz babalarının ismiyle çağırın. Bu, Allah katında daha doğrudur.*** Eğer babalarını bilmiyorsanız, onlar din kardeşleriniz ve dostlarınızdırlar. Geçmişte yaptığınız hatalarda bir günah yoktur. Fakat bilerek bunu yaparsanız, onda günah vardır. Fakat Allah, Gafûr ve Rahîm’dir.

6. Peygamber, mü’minlere kendi canlarından daha yakındır. Onun hanımları da mü’minlerin analarıdır.**** Fakat, akraba olanlar, Allah yasasında, (diğer) mü’minlerden (Ensar ve Muhacirînden) birbirine daha yakındırlar. Meğer (o Ensar ve Muhacirînden olan) din dostlarınıza bir iyilik yaparsanız, o müstesna... Akrabaların birbirine daha yakın olduğu hükmü, Kitab’ta yazılıdır.

7. Hatırla ki; Biz, bütün peygamberler(in ümmetlerin)den, senin, Nuh’un, İbrahim, Musa ve Meryem oğlu İsa’nın (ümmetinden) söz aldık. Evet, onlardan çok ağır bir söz aldık.

8. Nihayet, doğru olanların doğruluklarını sorup (onları) mükâfatlandıracak. Kâfirler için ise, elem verici bir azap hazırlamıştır.

Âyetlerin Tefsiri:

Âyet: 1) “Ey Peygamber, sen, peygamber olarak, Allah’ın yasalarına uymamaktan sakın; ve, peygamber olarak, yani din namına, kâfirlere ve münafıklara itaat etme! Çünkü, Allah Alîm ve Hakîm’dir. Neyi nasıl yasallaştıracağını biliyor ve hikmet içinde iş yapıyor.

[Dolayısıyla, biz bu kâfirlere itaat etmezsek yeniliriz, diye endişe etmenize gerek yoktur.]

Âyet: 2) “Sen, sadece, senin Rabbinden sana vahyedilene tâbi ol; çünkü, Allah yaptıklarınızdan haberdardır. Yani, dünyayı imtihan için kurmuştur. Bu imtihanın tahakkuk etmesi için de, dinin net görünmesi gerek. Yani, Allah sizi nasıl çalıştırdığını biliyor.”

Âyet: 3) “İşte ey Peygamber, bu imtihan dalgalanmaları içinde sen Allah’a tevekkül et. Koruyucu sahip olarak Allah yeter.”

Âyet: 4) “Evet, bir insan hem kâfir, hem müslüman olamaz. Çünkü, Allah hiçbir erkeğin (insanın)1 içinde, biri kâfir biri müslüman iki kalb kılmamıştır. Nitekim, hanımlarınıza zıhar yoluyla “Anam gibisiniz” dediğinizde ananız olmadıkları gibi ve evlatlıklarınız öz evladınız olmadıkları gibi, insan da ya kâfirdir, ya müslümandır; müslüman iken kâfir olamaz... Hanımlarınızı ananız gibi telakki etmeniz, evlatlıkları öz evlat gibi kabul etmeniz, dolayısıyla münafığı müslüman gibi görmeniz, ağzınızla söylediğiniz kuru bir iddiadır. Allah ise hak ve doğruyu söylüyor... Doğru yolda yürümeyi nasip eden, sadece O’dur.

Âyet: 5) “O evlatlıkları babalarının ismiyle çağırın; (kinâî mânâsıyla:) herkesi olduğu gibi görün, tanımlayın. Bu, Allah katında, yani âhiret ve din kefesinde daha âdilânedir. Eğer o insanların babalarını bilmezseniz; (kinâî mânâsıyla) mü’min olup olmadıklarını bilmezseniz, onlar dinde kardeşleriniz ve dostlarınızdırlar. Ve bu tesbitte bilmeden yanlış yaptıysanız, size bir günah yoktur. Fakat kalbleriniz bile bile bir suç işlemişse, yani yanlış tanımlamışsa, onun cezası vardır. Bununla beraber, Allah Gafûr ve Rahîm’dir.

Âyet: 6) “Evet, nübüvvet ve iman, inananların toplumunu bir aile gibi yapar. Hatta Peygamber, onlara kendilerinden daha yakın olur. Onun hanımları da din görevlileri olduklarından, mü’minlerin analarıdırlar. Bununla beraber, hısım ve akrabalar, Allah’ın Kitab ve yasasında diğer mü’min ve muhacirlerden birbirine daha yakındırlar. Bunların mirasları birbirine gider. Meğer (mü’min ve muhacirlerden olan) dostlarınıza bir iyilik yapmak isterseniz, o müstesna...

İşte bütün bunlar, yani Peygamberin mü’minlere kendilerinden yakın olması, hanımlarının onların anaları hükmünde olması, dostlara iyilik ve öz akrabalara hukukî yakınlık, Kitabda (evrensel dinî bilgilerde) yazılıdır.

Âyet: 7) [Evet, Allah, iman gibi üstün bir nimeti mü’minlere vermekle beraber, imtihanı kazanmaları ve bu imtihanın sonucunu haketmeleri için, onlardan ağır sözler alır.]

“Evet, bil ki, geçmişte bütün peygamberlerden, yani ümmetlerinden söz aldığımız gibi, senin ümmetinden de, Nuh, İbrahim, Musa, İsa ibn Meryem’in ümmetlerinden de söz aldık... Hem de, onlardan ağır bir söz aldık...”

[Mü’minûn sûresi, âyet 51-53’te ve Âl-i İmran sûresi âyet 81-83’te olduğu gibi; peygamberlere olan bu gibi hitaplar, peygamberlerin ümmetlerinedir. Yani, muzafın takdiri iledirler. Mine’n-nebiyyîne; “min ümemi’n-nebiyyîne” şeklindedir... Peygamber ile ümmetleri iç içe ve bir bütün olduklarına işareten muzaf hazfedilmiştir.]

Âyet: 8) “İşte Allah, işi bu şekilde sıkı tutar ki; doğruların doğruluğunu günyüzüne çıkarsın ve kâfirlere de acıklı bir azab hazırlasın.”

[Âyette geçen “li yes’ele,” “li ya’leme,” yani “li yüzhira” mânâsındadır. Çünkü, Allah için öğrenmek ve bu niyetle soru sormak, muhaldir. Evet, Kur’ân’daki bütün “li ya’lemallahu” ifadeleri, “li yuzhirallahu,” yani ortaya çıkartıp görsün mânâsındadır.

Yedinci âyette geçen “Biz söz aldık” şeklinde mütekellim maalgayr olarak zikredilmesine rağmen, bu 8. âyette fiilin, yani “günyüzüne çıkarma” ve “azaplandırma” fiillerinin direkt olarak Allah’a irca edilmeleri iki nükte içindir:

a) Ümmetlerden söz almak, peygamber vasıtası ile olduğundan yedinci âyette “Biz söz aldık” denilmiştir.

b) Doğruluğu ortaya çıkarmak ve kâfirlere azabı hazırlamak ise, doğrudan doğruya Allah’ın işi olduğu için, zamirler direkt olarak Allah’a irca edilmişlerdir.]

İşte, kâfirlerin ve münafıkların toplumdan ayrılmaları için, ve doğruların ortaya çıkması için ve münafık ve kâfirlerin azap görmesi için ve tavr-ı nübüvvetkârânenin haklılığının görünmesi için, kâinat kitabının maddî yüzünde yazılan ve 190 nükteyi içeren 19 âyet...

Bu âyetlerin hepsi de, Hendek savaşı ile ilgili olduklarından, aralarında ekstradan münasebetler aramaya gerek yoktur. Evet, Hendek savaşı başlıbaşına bir mucizedir ve çok mucizeleri içeren büyük bir mucizedir. Biz burada bu mucizevî âyetlerin mealleriyle yetinip sadece bir kısım kelime tahlillerine bakacağız.

[Âyetlerin kelime tahlillerine ve hikmet açıklamalarına geçmeden önce, Hendek (Ahzab) savaşı ile ilgili olan bu gelen 19 âyetin topluca bir nüktesini beyan etmek gerekir. O da şudur: Bu âyetlerden dokuzu, bu savaştaki münafıkların, müteredditlerin, müşriklerin ve has mü’minlerin ve ehl-i kitap olan Medine Yahudilerinin psikolojilerini ve savaş içindeki davranışlarını gözler önüne seriyor.

Diğer on âyet ise, yine başta sıra ile münafıkların, müteredditlerin (kalblerinde hastalık olanların), has mü’minlerin, sonra müşriklerin, sonra ehl-i kitab olan Yahudilerin savaş sonrası hallerini ve davranışlarını umuma arzediyor. Kâinat kitabından, Asr-ı Saadet sahifesinden önemli beş satırı bize okuyor.]

İşte, 9. âyet bu Hendek savaşının baş sebepleri olan müşrikleri şöyle anlatıyor:

9. Ey iman edenler! Allah’ın size olan nimetini hatırlayın ki; her taraftan askerler üzerinize saldırdıkları zaman, Biz onların üzerine bir fırtına ve görmediğiniz askerler gönderdik. Ve Allah, yaptıklarınızı görmekte idi.

10. Hani, üstünüzden ve alt tarafınızdan size gelip saldırmışlardı. O zaman gözler yılmış, kalbler ağızlara gelmişti. Ve, (“Allah bize yardım etmez gibi) çeşitli zanlarda bulunuyordunuz.

11. İşte orada, mü’minler büyük bir imtihana tâbi tutuldular ve şiddetli bir sarsıntı geçirdiler.

12. Hatırlayın ki, münafıklar ve kalblerinde hastalık olanlar, “Allah ve Resûlü, aldatmaktan başka hiçbir şey va’detmediler. (Va’dleri boş çıktı)” diyorlardı.

13. Ve hatırlayın ki, onlardan bir grup: “Ey Medine halkı! Siz burada tutunamazsınız. En iyisi geri dönün” dediler. Onlardan bir grup da, Peygamberden izin istediler. “Gerçekten evlerimiz (düşmana) açıktır” dediler. Halbuki, evleri açık değildi. Onlar ancak firar etmek istiyorlardı.

14. Eğer Medine’nin etrafından bu düşmanlar içeri girseydi ve bunların dinlerinden dönmeleri istenilseydi, döneceklerdi. Fakat, orada çok az bir zaman kalacaklardı.

15. Ve andolsun! Onlar daha önce geri dönmeyeceklerine dair Allah’a söz vermişlerdi. İşte, Allah’a verilen söz, mutlaka sorulacaktır.

16. De ki: “Eğer ölümden ve öldürülmekten kaçarsanız, bu kaçışınız size bir fayda vermeyecektir. Böyle bir durumda çok az yaşatılacaksınız.”

17. De ki: “Allah, size ya bir kötülük irade etse veya size bir rahmet istese, sizi Allah’tan koruyacak kim vardır! Onlar kendilerine Allah’tan başka bir dost ve yardımcı bulamayacaklardır.

18. Kesinlikle Allah, sizden, işi engelleyenleri ve kardeşlerine “Bize geri dönün” diyenleri biliyordu. Onlar, savaş etmek için pek az yanaşırlar.

Bu Dokuz Âyetin Tefsiri

Âyet: 9) “Ey tam iman ile müşerref olan Müslümanlar; Allah’ın sizin üzerinize olan olağanüstü nimetini anın! Hani o müşrik askerler tam teçhizat ile size geldiler (saldırmaya çalıştılar). Bunun akabinde biz onların üzerine bir rüzgâr ve görmediğiniz askerler gönderdik... Çünkü, Allah ne yaptığınızı görüyordu. (Yani imtihan dengesi ve sırrı bozulmasın diye, böyle olağanüstü kuvvetlerle size yardım etti.)

Âyetin Kelimeleri:

Yâ eyyühellezîne âmenû,” ey gerçek iman ile tanınan insanlar, yani iman tarafında olanlar!

Bu hitap, birinci derecede Asr-ı Saadetteki mü’minlere hitap olduğu gibi, bu asırdakiler de dahil bütün Müslümanlaradır. Çünkü, o savaş kaybedilseydi, bizim de kaderimiz değişebilirdi.

Ellezîne âmenû,” onlar ki, iman ile tanınmışlar demektir.

Yâ eyyuhe,” üç katlı uyarı edatıdır. Bu âyet ile üç konuda Müslümanları uyarıyor.

Üzkürû ni’metallâhi aleyküm.” Allah’ın üzerinizdeki nimetini anın.

Üzkürû,” hem anın, hem bu nimete bağlanın, gereğini yapın, demektir.

Ni’metallâhi,” nimeti doğrudan doğruya Allah’a isnad etmek, o nimetin olağanüstülüğüne ve harikalığına işarettir.

Aleyküm” (üzerinizde), yani siz bu nimetin taşıyıcısısınız. Bu nimetin rahmet yönü olduğu gibi, külfet yönü de vardır.

İz câetküm,” burada “iz” edatı, geçmiş zaman için olmakla beraber, müfâceet, yani “birdenlik” mânâsını da verir. Mânâsı; onlar size birden, aniden geldiler, demek olur.

Saldırdılar,” yerine, “geldiler” denilmesi, fiilî saldırının olmadığına ve büyük bir ordunun Medine’yi kuşatmasının fiilî saldırıdan fazla korku ve dehşet verdiğine işarettir.

Cünûdün,” kâfirler ve müşrikler yerine askerler denmesi, onların tam teçhizatlı asker olduklarını gösterir. Çoğul olan “cündün” yerine yine çoğul olan “cünûd”ün gelmesi dört koldan, dört kabileden ayrı ayrı hücum geldiğine işarettir. Cünûd de dört harftir.

Fe erselnâ,” onların üzerine birden bir rüzgâr gönderdik. Arada bir aydan fazla zaman geçmesine rağmen anilik ifade eden takibiye “fe”sinin gelmesi, onların tam saldıracakları anda bu olağanüstü ilahî yardımın geldiğine işarettir.

Erselnâ” (gönderdik) yani bu gönderme, belli sebepler perdesi ile yapılmasına rağmen tam anında gelmesi itibarıyla, mucizevî bir gönderme ve müdahaledir.

Aleyhim,” yani yukarıdan üstlerine, yani harika olarak...

Rîhan,” bilinmez bir rüzgâr.

Ve cünûden,” ve bilinmez askerler (melekler).

Lem teravhâ,” onların en belirgin özelliği sizin daha önce öyle kuvvetleri görmeyişinizdir.

Ve kâne,” vav harf-i atıftır. İlliyet münasebeti için atıf yapılmış olabilir. Veya kendisinden önce mukadder cümlelerin olmasına işarettir.

Birinci takdirde “Çünkü” ile ifade edilir.

İkinci takdirde “Allah bu melekleri göndermeseydi, küfür lehine imtihan sırrı bozulurdu... Ve ayrıca, Allah halinizi görüyordu, size acıdı...” şeklinde olur.

Kânellahu,” Allah idi... “Kâne” zaman-ı mazi ifadesi olabileceği gibi; ezeliyet ifadesi de olabilir. Çünkü, Arap dil mantığında “ezeliyet” kavramı, mazi (geçmiş zaman) kipi ile ifade edilir.

Allah,” yani o savaş ortamı o kadar harika idi ki; Allah bütün sıfatları ile onda tecelli ediyordu.

Bimâ ta’melûne” (yaptıklarınızı), yani imtihan edilmenizi ve bu imtihanı verip veremeyeceğinizi görüyordu.

Basîran,” “Alîmen, Habîran” yerine “Basîran” denilmesi, tam görmenin—ki kelime gerçek görmeyi ifade eder—katmerli ilim olduğuna işarettir. Veya, o savaşta Müslümanların halinin dramatik bir durum arzettiğini bildirir, gösterir.

Âyet: 10) “Hani o müşrik askerler, üstünüzden ve az aşağınızdan size saldırmak için gelmişlerdi. Ve bir kısım gözler, korkudan dolayı kaymıştı. Bazı kalbler de (kin veya korkudan) gırtlağa dayanmıştı. Ve siz, Allah hakkında çeşit çeşit zanlarda bulunuyordunuz.”

Âyetin Kelimeleri:

İz câûküm,” burada saldırıya tam teşebbüs ve kuvvet yığınağı olduğundan, müzekker fiili ile “câûküm” denilmiştir.

Min fevkiküm,” “Medine’nin yukarı tepelerinden” mânâsında olmakla beraber, saldırı birden ve büyük bir kuvvetle olduğundan, “Müslümanların tepelerine birden indiler” mânâsını çağrıştırır.

Ve min esfele minküm,” “Medine’nin az aşağısından” mânâsına gelmekle beraber, aşağıdaki kuvvetlerin daha yakın olduğuna işarettir.

Veya “min fevkiküm,” sizden üstün olan kabilelerden;

Ve “min esfele minküm,” sizden daha sefil ve zayıf olan kabilelerden size saldırmaya teşebbüs ettiler mânâsına da gelir.

“Dönen gözler,” “gırtlağa gelen kalbler,” ve ‘zan besleyenler” olan üç vasıf, Müslümanların vasfı olabileceği gibi; her bir vasıf bir gruba da işaret olabilir.

Dönen gözler,” Medine’nin korkak müteredditlerine bakar.

Gırtlağa gelen kalbler,” Müslümanlara bakar. Çünkü, kâfirlere besledikleri kinden dolayı, kalbleri gırtlaklarına gelirdi.

Allah hakkında kötü zan besleyenler” ise, Medine’nin münafıklarına bakar.

Âyet: 11) “İşte mü’minler; münafıkların hilelerinden, müteredditlerin çekimserliğinden ve müşriklerin savaş teşebbüslerinden dolayı, o zaman büyük bir imtihan ile başbaşa kaldılar ve çok şiddetli bir sarsıntı geçirdiler.” (Bu ağır imtihan sonucu mü’minlerin imanları gitmedi, fakat büyük bir sarsıntı geçirdiler. Çünkü, gelen ordunun gücü, onları çok çok aşıyordu.)

Âyet: 12) “Ve çünkü münafıklar ve kalbinde tereddüt hastalığı olanlar, ‘Allah ve Resûlü ancak bizi aldattılar’ diyorlardı.” (Bu din, bütün dünyaya hâkim olacak ve biz de bu sayede müreffeh ve lüks bir hayat yaşayacağız, diye bize vaad edildi, fakat aldandık; işte ölüm ile yüzyüzeyiz, diyorlardı.)

Âyet: 13) “Ve çünkü o münafık ve kalbinde maraz olanlardan belirgin bir taife (Medine Yahudileri); ‘Ey Yesrib halkı, burada (Medine’de veya cephede) tutunamazsınız, bu cepheden veya bu dinden geri dönün’ dediler. (Halbuki, antlaşma gereği, kendileri de Medine’yi savunmakla mükellef idiler.) Onlardan bir grup, savaşa gelmemek için peygamberden izin istiyordu. Evleri açıkta olmadığı halde, evlerimiz açıktadır, diyorlardı... Onlar firardan başka birşey istemiyorlardı.”

Âyet: 14) Eğer bu Medine’nin Müslümanlarının mütereddit kesiminin veya münafık Yahudilerinin üzerine etraftan düşman orduları girse ve onlardan fitneye girmeleri istense (yani Yahudilerden cepheyi bırakmaları istense, ve müteredditlerden dini bırakmaları istense), iki grup da hemen kabul edecekti. Yani, o fitneye atılacaklardı. Fakat, o şehirde çok az bir zaman yaşayabileceklerdi.”

Âyet: 15) “Halbuki, o Yahudiler ve o müteredditler daha önce yemin ve belgelerle, cepheden ve dinden geri dönmeyeceğiz diye Allah’a söz vermişlerdi. İşte döndüler. Ve Allah’a verdikleri bu söz mutlaka onlardan sorulacaktır.” (Dünyada da, ahirette de.)

Bu Âyetlerin Kelime Tahlilleri:

Âyet: 12) We iz yekulü,” (ve münafıklar devamlı olarak diyorlardı). Burada “iz,” zaman-ı maziyi ifade etmekle beraber, daha çok illiyet (çünkü) mânâsını ifade eder.

Yekûlü,” fiil-i muzârîdir, devamlılık ifade eder.

El-münâfikûn,” o tanınmış münafıklar demektir. El-, ma’hudiyet içindir. Nifak, ikiyüzlülük demektir. Gerek Müslümanların ve gerek Yahudilerin hem dinde, hem de cephede münafıklık yapmaları mânâsına gelir.

Ellezîne fî kulûbihim marazun,” onlar ki, kalb hastalığı ile tanınıyorlar. “Ellezîne” de, “el-” gibi, ma’hudiyet (hatırada kalan belirlilik) ifade eder.

Kalb hastalığı, temel konularda tereddüt etmek demektir. Psikolojik hastalıklarda da, en büyük etken, bu tereddüttür.

Allah ve Resûlü bize vaad etmedi, ancak aldanmayı...

Bu tabir münafıklar için, peygambere karşı alay ve tehekküm ifadesidir. Müteredditler için, zan ifadesidir. Yahudiler için, kanaat ifadesidir. Çünkü, Medine Yahudileri ölüm ile yüzyüze gelince, dinlerinden şüphe etmeye başladılar.

Burada “Allah,” evrensel dinî değerleri ifade eder. “Resûlü,” İslâm dinini temsil eder. Birincisi Yahudilere göre, ikincisi mütereddit Müslümanlara göre...

Âyet: 13) We iz kâlet,” “Ve zayıf, nahif, korkak Yahudi taifesi bir kere dediler,” demektir.

Minhüm,” yani o müteredditlerden ve o münafıklardan... Evet, o Yahudiler (Benî Kurayza taifesi) dinlerinde tereddüde düşmüşlerdi, ve Müslümanlara karşı münafıklığa düşmüşlerdi, gizliden gizliye, müşriklere yardım etmeye başlamışlardı.

Yâ ehle Yesribe,” Ey Medine ahalisi... Medine yerine “Yesrib” denilmesi, iki nükte içindir. Ya Yesrib o zaman henüz İslâm Medine’si olmamış olduğundan veya o Yahudilerin, Yesrib’in eski halinde kalmasını dileyip İslâm Medine’si olmasını istemedikleri içindir.

Lâ mukâme leküm,” size burada tutunma, ikamet etme ve bu cephede direnme imkânı yoktur, demektir.

Ferciû,” Dönün... Yani, dinden ve cepheden dönün.

Ve yeste’zinu ferîkun minhüm,” ve onlardan asker olmuş olan bir bölük, izin istiyorlardı... Çünkü, “ferîk,” askerî bir tabirdir.

En-nebiyye,” Peygamberden, yani gaybî haber alan kişiden, yani onların yalanlarının farkına varan zâttan...

Evlerimiz avrettir;” yani, kapanması gerekirken açık kalmıştır, diyorlardı.

Fakat, evleri asla avret değildi. Müslümanların evlerinden daha sağlam ve müstahkem idi.

O Yahudiler ancak firar etmek istiyorlardı...

[Askerî hukukta, özellikle savaşta firarın cezasının ne demek olduğu, bellidir.]

Âyet: 14) Velew duhilet aleyhim,” eğer herhangi küçük bir kuvvet ile de Medine’nin etrafına onların üzerine girilseydi.1

Min aktârihâ,” yani uzak çevresinden... (Halbuki, Ahzab çok yakına gelmişlerdi...)

Sümme” (sonra), yani yumuşaklıkla da olsa (burada hükmî terahhî [gecikme] de var).

Suilû’l-fitnete,” yani zayıf bir emirle, dinden veya cepheden vazgeçmeleri istenseydi.

Le êtevhâ,” hemen ona yapışacaklardı.

We mâ telebbesû,” fakat durmayacaklardı,

Bihâ,” orada

İllâ yesîrâ,” yani dile kolay çok az bir zaman orada yaşayabileceklerdi.

Âyet: 15) Ve lekad kânû âhedullâhe min kablu,” andolsun onlar daha önce Allah’a söz vermişlerdi. Burada, Allah’ın “lekad” edatı ile yemin etmesi, onların yeminlerle O’na söz verdiklerine işarettir.

Lâ yuvellûne’l-edbâre” (sırt çevirmeyeceklerini). Bu, hal cümlesidir. Her hal cümlesinde, mef’uliyet mânâsı olur; onun için mahallen mensub olmuştur.

Ve kâne ahdullâhi mes’ûlâ,” ve tabiatı gereği, hem dünyada, hem ahirette, Allah’a verilen söz sorulacaktır. Yerine geldi mi, gelmedi mi diye... [İfadenin mutlâkiyeti, bu mânâyı veriyor.]

Bir Ara Not

“Hendek savaşı ile ilgili bu âyetlerin tevcihinde, çok ihtilaflar tefsirlerde yer almıştır. Biz İslâm Ansiklopedisi’ndeki malumatı esas aldık. Çünkü, bu malumat, âyetlerin siyak ve sibakına daha münasip düşüyor... Meselâ, Nesefî’ye göre, Benî Kurayzâ da saldırıya teşebbüs etmiştir ve 13. âyette anlatılanlar Benî Hâristirler. Halbuki, Benî Kurayza, başta hendek kazılmasında bile yardımcı olmuşlardır. Sonra Müslümanların aleyhine geçmişlerdir. Daha önce Müslümanlarla yaptıkları antlaşmayı bozmuşlardır. Allah’a verdikleri sözden geri dönmüşlerdir, gizliden gizliye müşriklere yardımcı olmuşlardır.”

Âyet: 16) “Sen vahiy ve gayb diliyle de ki: Siz ey Yahudiler ve mütereddit Müslümanlar! Eğer ölümden veya öldürülmekten veya savaştan firar etseniz, bu kaçışınız size bir fayda vermeyecektir. (Çünkü, firar edenler daha çok düşmana hedef olurlar.) Ve çünkü, hedef olmasanız da, çok az yaşatılacaksınız!”

Bu âyette beş temel kural vardır:

1. Firar, asla çıkar yol değildir. Ve asla fayda sağlamaz.

2. Ölüm korkusu, ölüm getirir. Yahudilerdeki hayatperestliğin başlarına belalar getirdiği gibi (bkz. Bakara, 94).

3. Müslümanlar ne zaman gevşeklik ve tereddüde girmişlerse, tokat yemişlerdir.

4. Korkak ve çelişkili insanlar çok az yaşarlar.

5. Çok yaşasalar da, dünya hayatı onlar için çok az bir zaman gibi gelir. (Unutmamak lâzım ki, münafıklar insanların en korkaklarıdırlar.)

Âyet: 17) “Sen gayb diliyle de ki: ‘Allah’a karşı sizi koruyacak kim var? Eğer Allah size bir kötülük irade etse veya size rahmet etmek istese, kim O’na karşı gelebilir? Allah’a karşı kimse gelemediği gibi, böyle düşünenler, Allah’tan gayrı olarak kendilerine ne bir dost, ne de bir yardımcı bulabilirler.”

17. Âyetin Kelimeleri:

Kul,” vahiy ve gayb dilinden kinayedir.

Men ze,” kimdir o?

Ellezî ya’simukum minalllâh,” sizi Allah’tan koruyacak olan.

İn erâde biküm sûen,” size bir kötülük irade etse (münafıklara irade ettiği gibi.)

Veya size bir rahmet etse,” Müslümanlara karşı rahmetini, müteredditlerin bir kısmına iman başarısını nasip ettiği gibi...

Velâ yecidûne,” ve bulamazlar. Yani, Allah’a karşı koyacak kimse olmadığı gibi, bunlar başka yardımcılar da bulamazlar... (Harf-i atıf mukadder cümleleri gerektirir.)

Min dûnillâhi,” Allah dışında bulamazlar... Yani geri dönüp Allah’ı bulabilirler.

Veliyyen,” bir dost bulamazlar. (Mütereddit Müslümanların dost bulamadıkları gibi...)

Velâ nasîran,” ve yardımcı da bulamazlar. (Münafıkların bulamadığı gibi...)

[Bundan sonraki on âyet başta münafıkların, sonra müteredditlerin, sonra gerçek mü’minlerin, sonra bu savaşta hiçbir kazanç ve mal elde edemeyen müşriklerin, sonra hepten kaybeden, Ehl-i Kitab olan Yahudilerin savaş sonrasındaki hallerini dile getiriyor:]

Âyet 18-19 (Münafıklarla ilgilidir):

18. Kesinlikle Allah, sizden, işi engelleyenleri ve kardeşlerine “Bize geri dönün” diyenleri biliyordu. Onlar, savaş etmek için pek az yanaşırlar.

19. Sizi elde etmek için yanaşırlar. Çünkü, korkulu bir durum olduğu zaman, ölüme bürünmüş kişi gibi, gözleri dönerek sana baktıklarını görürsün. Korkulu durum gidince, mal ve ganimetleri elde etmek için, keskin dilleriyle sizi sıkıntıya sokarlar. İşte onlar, hiç inanmamışlardır. Allah da, bütün yaptıklarını boşa çıkarmıştır. Bu da, Allah’a çok kolaydır.

Âyet 20-21 (Müteredditlerle ilgilidir):

20. (Korkularından Medine’ye saldıran) orduların hâlâ gitmediklerini sanıyorlar. O ordular (bir daha) gelirlerse, (gelen gidenden) durumunuzu soracak bir halde, çölde bedevî Araplar içinde olmayı isterler. Eğer içinizde kalmış olsalardı dahi, çok az dövüşeceklerdi.

21. Andolsun! Sizden Allah’a ve ahiret gününe kavuşmayı umanlar, Allah’ı çokca ananlar için, Resûlullah’ta uyulacak güzel bir örnek vardır.

Âyet 22-24

(Gerçek mü’minlerle ilgilidir ki, onların bir kısmı nifaktan geri dönmüştür. 24. âyetin işaret ettiği gibi...)

22. Gerçek mü’minler, (Medine’ye saldıran) orduları görünce; “Bu, Allah ve Resûlünün bize va’dettiği şeydir. Allah ve Resûlü doğru söylemişlerdir” dediler. Ve bu durum, onların ancak iman ve teslimiyetlerini arttırdı.

23. Mü’minlerden öyle erler var ki, Allah’a verdikleri söze tam sadık kaldılar. Onlardan kimi adağını yerine getirdi (şehit düştü). Kimisi de bekliyor. Ve (sözlerinde) hiçbir değişiklik yapmadılar.

24. Nihayet Allah, doğruluklarından dolayı, doğruları mükâfatlandırır. Ve eğer dilerse, münafıkları azaplandırır. Veya onların tevbesini kabul eder. Şüphesiz, Allah Gafûr ve Rahîm’dir.

25. âyet (Kâfirlerle ilgilidir):

25. Allah, o kâfirleri, hiçbir şeyi elde etmeden, kinleriyle beraber geri döndürdü. Allah, mü’minleri onlarla dövüşmekten korudu. Şüphesiz, Allah çok güçlü ve izzet sahibidir.

[26. ve 27. âyet, Medine, özellikle Hayber kasabasının Yahudilerine bakıyor. Ki, Yahudi tarihinde 13 ve 26 sayılarının tevafukları çokça görünüyor. Hatırlanacağı üzere, 13. âyet de Yahudilere bakıyordu...]

26. Ehl-i Kitab’tan onları destekleyenleri de, yerlerinden ve kalelerinden indirdi, kalblerine korku salıverdi. Bir gruplarını öldürüyordunuz, bir gruplarını da esir alıyordunuz.

Âyet: 27) [Bu âyet, Hendek (Ahzab) savaşından sonra Müslümanların kazandığı ve ileride kazanacağı bütün fütuhatlara bakıyor. Bir sahih hadiste; Hz. Peygamber, “Bundan sonra Kureyş benimle savaşmayacaktır; ben onlarla savaşacağım” demiştir.]

27. Onların topraklarını, evlerini, mallarını ve hiç ayak basmadığınız bir toprağı size miras bıraktı. Şüphesiz, Allah herşeye gücü yetendir.

[İşte bu fütuhattan ve ganimetlerden; rahatlık ve bolluktan sonra, mü’minler için yeni bir imtihan kapısı açılmıştır. İşte bu gelen âyetlerde, savaş ortamında olduğu gibi barış ve refah ortamında da, tavr-ı nübüvvetkârânenin mucizeliğini görüyoruz.

Özellikle hanımları ve onunla alâkalı olan diğer kadınlar (r. anhünne), onun (a.s.m.) bu tavr-ı nübüvvetkârânesinin birinci derecede taşıyıcıları olduklarından; ve barış ortamında tüketime daha çok meyilli olan hanımlar konusunda imtihan şiddetlendiğinden, ve bu barış ortamında aile yapısının manen sağlıklı olması önemli olduğundan, bu konularla alâkalı dokuz âyet inmiştir.

Tavr-ı nübüvvetkârâneden maksat, Hz. Peygamberin kendi aklı ve felsefesi ile hareket etmesi değil; bilakis, her hal ve hareketinde nübüvvet ve vahye göre hareket etmesi demektir.

Bu tavr-ı nübüvvetkârânenin ikinci derecede taşıyıcıları, diğer mü’min ve müslümanlar olduklarından, bir açıdan 35. ve 36. âyetler, bir açıdan da bu sûrenin sonuna kadarki âyetlerin çoğu, bu tavr–ı nübüvvetkârânenin vazifeleri, hizmetleri ve neticeleri üzerinde duruyorlar.

İşte bu hikmet için, Hz. Peygamber, çok kadınla—âdeta birer öğrencisi gibi—nikah bağıyla beraber yaşamış, kendisine hizmetçiler tutmuş ve binbir beşerî davranış içinde bulunmuş ki, her iş ve harekette bize, insanlığa imam ve önder olsun...

28.-36. âyetler:

28. Ey Peygamber! Hanımlarına de ki: “Eğer dünya hayatını ve süsünü istiyorsanız, gelin sizi faydalandırayım ve güzel bir şekilde salıvereyim.

29. Yok eğer Allah’ı, Resûlünü ve ahiret yurdunu istiyorsanız, bilin ki, Allah sizden iyilik ve güzel ameller yapanlar için büyük bir ücret hazırlamıştır.”

30. Ey Peygamber kadınları! Sizden kim apaçık fahiş bir suç yaparsa, ona iki kat fazla azap verilecektir. Ve bu da, Allah’a çok kolaydır.

31. Ve sizden kim Allah ve Resûlüne boyun eğerse, yararlı işler yaparsa, ona iki kat fazla mükâfat veririz. Ona güzel bir rızık da hazırlamışızdır.

32. Ey Peygamber kadınları! Siz, başka kadınlardan herhangi bir kadın gibi değilsiniz. Eğer (Allah’ın azabından) sakınıyorsanız, ince, yumuşak konuşmayın. Ki, kalbinde hastalık olan biri, kötü ümide kapılmasın. Fakat örfe uygun bir şekilde konuşun.

33. Ve evlerinizde oturun. Eski Cahiliye çağının süs ve edasıyla süslenip kendinizi göstermeyin. Namazı doğruca kılın, zekâtı verin. Allah’a ve elçisine itaat edin. Allah, ancak, siz Ehl-i Beytten manevî pisliği gidermek ve sizi temizlemek istiyor.

34. Evlerinizde okunan Allah’ın âyetlerini ve ilmi hatırlayın (öğrenin). Şüphesiz, Allah Latîf’tir, herşeyden haberdardır.

35. Şüphesiz, müslüman erkekler ve müslüman kadınlar, mü’min erkekler ve mü’min kadınlar, tâate devam eden erkekler ve tâate devam eden kadınlar, doğru erkekler ve doğru kadınlar, sabreden erkekler ve sabreden kadınlar, (Allah’a yürekten) saygılı erkekler ve saygılı kadınlar, sadaka veren erkekler ve sadaka veren kadınlar, oruç tutan erkekler ve oruç tutan kadınlar, ırzlarını koruyan erkekler ve koruyan kadınlar, Allah’ı çok zikreden erkekler ve zikreden kadınlar, (işte) Allah bunlar için bağışlama ve büyük mükâfat hazırlamıştır.

36. Allah ve Resûlü bir işi emrettikleri zaman, mü’min erkek ve kadınların kendi isteklerine göre hareket etmeleri onlara yakışmaz. Kim Allah ve Resûlüne karşı isyan ederse, o apaçık bir sapıklığa düşmüş demektir.

Âyetlerin Tefsiri:

Âyet: 28) “İşte ey Peygamber! Sen de bir beşer olduğun için, bu vazifeler ve imtihanlar içinde sen de dikkat et... Hanımlarına da vahiy diliyle, yani Allah’tan bir mesaj olarak de ki: “Eğer fıtrat ve kalbinizle dünya (önceki) hayatı ve süsünü istiyorsanız; ortaya çıkıp gelin, size dünyada yaşayacak kadar mal ve mülk vereyim ve güzel bir şekilde sizi serbest bırakayım.” [Çünkü, dünya hayatını ve süsünü isteyen bir insan, bu dinin ve nübüvvet görevlerinin taşıyıcısı olamaz.]

Âyet: 29) “Ve eğer kalbiniz ve fıtratınızla, Allah’ı (fıtrî yaşamayı), Resûlünü (İslâmî yaşamayı) ve ahiret yurdunu (ruhî yaşamayı) istiyorsanız, işte Allah’ın Zât-ı Akdesi, sizin içinizden böyle üç kat güzelliklerde bulunanlara (ahirette) büyük bir ücret hazırlamıştır.”

Bu İki Âyetin Kelimeleri:

Yâ eyyuhen nebiyyu,” ey Peygamber! Üç katlı uyarı edatıyla ve üç fonetik şeddesiyle Hz. Peygamberin üç büyük imtihanına telmihtir:

—Kendi şahsındaki imtihanı,

—Müslümanlar içindeki imtihanı

—Özellikle hanımları içindeki imtihanı.

Kul” (De ki), yani vahiy ve gayb namına de ki.

Liezvâcike,” hanımlarına... Yani, onların yararına olarak.

Ezvâc,” cem’-i kıllet olması da, Hz. Peygamberin dokuz görevli hanımı olduğuna işarettir.

Ashâb da cem’-i kıllettir.1 Evet, gerçek mânâda Hz. Peygamberin sünnetinin taşıyıcıları olan samimî arkadaşları az idi. Veya her bir görevde dokuz sahabi vardı demektir. Çünkü, cem’-i kıllet, normal olarak üçten dokuza kadar delâlet eder.

Ezvâcike,” (senin hanımların), yani senin beşerî hallerini ümmete aktaran eşlerin... Çünkü, “ke,” Hz. Peygamberin beşerî şahsiyetinden, “en-nebî” onun peygamber şahsiyetinden, “er-resûl” onun Kur’ân hamili olan şahsiyetinden kinayedirler.

İn küntünne,” eğer fıtratınız ve tekevvününüz (yapınız) ile,

Türidne,” istiyorsanız.

El-hayâte’d-dünyâ,” yakın hayatı, bu önceki dünya hayatını...

Ve zînetehâ,” yani o dünya hayatının lüks ve tüketimini... Yoksa, insan dünyada yaşadığı için, normal olarak hayata talip olur. Demek, kınanan, dünya süs ve lüksüdür. Normal hayat yaşamı değildir.

Feteâleyne,” koşun gelin.

Ümetti’künne,” sizi yaşattırayım... Yani sizi bu lüks içinde yaşatacak kadar size mal vereyim.

Ve üserrihkünne,” ve sizi salıvereyim. Yani, dünya süsünü esas alanlar, meraya salınmış hayvanlar gibidirler.

Serâhan cemîlen,” güzel bir salıverme. Demek, Peygamberin re’fet ve şefkati bütün insanlaradır.

29. Âyetin Kelimeleri:

We in küntünne,” ve eğer fıtratınız ve yapınız olursa...

Türidnallâhe,” Allah’ı ve Allah’ın esmasının içinde tecelli ettiği doğal yaşamı.

Ve Rasûlehu,” O’nun elçisini, yani Kur’ânî ve İslâmî prensipleri.

Ve’d-dâra’l-âhirete,” ve ahiret yurdunu... Yani, bedenî yaşamdan ziyade ruhî yaşamı isterseniz.

Fe innellâhe,” işte o Zât-ı Akdes olan Allah,

Eadde” hazırlanıştır.

Li'l-muhsinâti,” sizden bu üç güzellikten birini veya üçünü birden yapanlara,

Ecran azîmâ,” büyük bir ücret... Demek, onun hanımları kadın olmaktan ziyade din ve sünnetin taşıyıcı görevlileri idi...

İki Küçük Not:

1. Bu âyette tekrar ve anlamsızlık çıkmasın diye, Allah’ı, Resûlünü ve ahiret yurdunu; doğal ortam, İslâmî kurallar ve ruhî hayat diye çevirdik... Çünkü, klasik anlamda, Allah ile Resûlü ve ahiret arasında bir ayırıcı istek farkı yoktur.

Ve çünkü, ma’rifenin tekrarı, bir farklılık ister. İşte bu âyette Allah ismi iki kere tekrar edilmiştir. Halbuki, ikincisinde zamirle ifade etmek daha kolay idi. Demek, birinci Allah ismi, O’nun, içinde en güzel bir şekilde tecelli ettiği fıtrî doğal yaşamdır. İkinci Allah ismi, Vacibu’l-Vücud olan Zât-ı Akdes’in alemi ve O’nun özel ismidir.

2. İslâm literatüründe “ihsan,” amel ve ibadetlerin en güzel zirvesi mânâsına gelir. Evet, iman veya İslâmî kurallara uymak ve ahireti istemek, en güzel üç nokta olduğu gibi, âyetin bu üçünü sıralamasından şöyle bir mânâ anlaşılır:

Önce iman;

Sonra İslâmî kurallar, yani ibadet;

Sonra ihsan, yani uhrevî ve ruhî hayatı geliştirme; ki, bedenî yaşamdan ziyade, ruhu ve kalbi harekete getirmek. Ki, bir hadiste; “İhsan, Allah’ı görürcesine ibadet etmek demektir” (Yani, kalb ve ruhun inkişâfı ve açılması demektir) denilmiştir.

Âyet: 30) “Ey Hz. Muhammed’in peygamberlik vasfının hamili olan kadınlar!1 Sizden kim, teşhir edici bir aşırılık ve günah ortaya getirse (yani yapsa), onun için azap iki kat arttırılır. Ve bu da, Allah’a çok kolaydır (Bu dinî görevde onun size ihtiyacı yoktur. Sizi azaplandırır ve başka görevlileri bulur).”

Âyetin Kelimeleri:

Yâ nisâennebiyyi,” ey Peygamber ile peygamberlik görevinde münasebeti olan bütün kadınlar...

Kur’ân’ın muhtelif âyetlerinden ve burada konu peygamberlik vazifesinin taşıyıcılığı olduğundan, Hz. Peygamber’e yakın münasebeti olan bütün kadınlar kastedilir. Yoksa, “ey peygamber ezvâcı” derdi. Ve maalesef bu kayıt, tefsircilerin gözünden kaçmıştır. Halbuki, bu sûrenin 59. âyeti şöyle diyor:

“Ey Peygamber, hanımlarına, kızlarına ve diğer mü’minlerin ilgili kadınlarına (meselâ kızları, halaları, hanımları ve diğer yakın akrabalarına) söyle, cilbablarını başlarına örtsünler.”

Men ye’ti minkünne,” sizden kim gelirse (yani işlerse),

Bi fâhişetin,” aşırılık sayılan bir günahı.

Mübeyyinetin,” bu kelime ahlâkı bozucu, kötülüğü yayıcı suç demektir. Bir kıraatta da, “mübeyyene”dir ki, bu takdirde, açık günah demek olur.

Yudâaf” katlanır, “lehâ” onun için...

El-azab,” azap.

Di’feyni,” iki kat demektir. “Yudâaf” da iki kat demektir; eder dört kat. İki dünyada, iki kat ahirette...

Lehâ”dan anlaşıldığı kadarıyla, bu azap, onlar için bir rahmet olur. Çünkü, bu Ehl-i Beyt görevliliğinde bir suç bin suç bile sayılabilir. Hasenâtı da bire bindir.

Ve bu, Allah’a çok kolaydır,” yani Allah’ın size ihtiyacı yoktur. Azabınızı ve hasenâtınızı arttırmak da ona çok kolay gelir.

Âyet: 31) “Sizden kim Allah’a ve Resûlüne (yani evrensel ve İslâmî değerlere) itaat ederse (veya Allah’a ve Resûlüne insanları çağırırsa) ve yararlı ameller yaparsa... Biz iki kere onun ücretini vereceğiz. (Biri normal insanî hukukunu vereceğiz, diğeri yaptığı vazifeye karşı ücret vereceğiz). Ve onun için ebedî olarak çok değerli (kerîm) bir rızık hazırlamışız.”

Âyet: 32)“Ey Peygamberle sohbet ve akrabalık gibi bir bağla münasebeti olan kadınlar, siz böyle münasebeti olmayan diğer kadınlardan herhangi biri gibi değilsiniz; eğer takva gösterirseniz...1 Artık diğer kadınlar gibi sözlerinizde cilveli yumuşaklık göstermeyin. Çünkü, kalbinde fuhuş marazının meyli olanlar sizi elde etmek isterler, bu vazifenize büyük zarar gelir. Ve güzel bir şekilde (bilinen şekilde) konuşun.”

[Siyak-sibaktan dolayı, bu âyete şöyle bir meal de verilebilir:]

“Ey Peygamberle alâkası olan kadınlar, siz diğer kadınlardan herhangi biri gibi değilsiniz. Eğer takvalı iseniz, sözlerinizde, yani rivayet ettiğiniz dinî malumatta kadınların fıtratının gereği olarak yumuşaklık göstermeyin, kalbinde yalan uyduran veya tenbellik hastalığı olanlar, bu sözlerinizi delil yaparlar. Siz maruf, yani güzel ve dengeli fetvalar verin.”

Âyet: 33) “Ve evlerinizde karar kılın. İlkel insanlarda olduğu gibi, yani anaerkil davrananlar gibi ortaya çıkıp görünmeyin, (ferdî vazife olarak) namaz kılın, (toplumsal vazife olarak da) zekât verin. Ve Allah’a ve Rasülüne (evrensel ve İslâmî emirlere) itaat edin... Çünkü Allah, siz Ehl-i Beytten maddî ve manevî hastalıkları mutlaka gidermek istiyor. Ve sizi tertemiz kılmak istiyor.” (33:33)

Âyet: 34) “Ve evlerinizde okunan Allah’ın âyetlerini (Kur’ân’ı) ve hikmeti (ilim ve sünneti) anın, yaşayın. Çünkü, Allah Latîf’tir, herşeyden haberdardır.”

[Yani, kadınların evlerinde latif olarak kalmalarını istiyor. Dışarda kaşarlanmamalarını diliyor. Ve dışarda kimin nasıl yıprandığından haberdardır, biliyor.

Veya, Allah Latîf’tir, lütfuyla insanlara Kur’ân’ı (âyetleri) indirmiştir. Hikmet ve ilmiyle insanlara ilim ve irfan öğretmiştir.

Veya evlerinizde okunan Allah’ın âyetleri ve hikmetinin en nihaî hedefi şudur ki; O’nun Latîf ve Habîr olduğunu, yani sonsuz kudret ve ilim sahibi olduğunu bilesiniz.]

Bu Dört Âyetin Kelimeleri:

We men,” sizden hangi zât ve kişilik sahibi olursa olsun...

Yaknut,” itaat ederse veya çağrıda bulunursa.

Minkünne” (sizden), yani bu vazifelerinizde cemaat olmanız gerektir.

Lillâhi ve rasûlihî,” yani Allah’a ve Resûlüne veya Allah ve Resûlü için.

We ta’mel sâlihan,” ve o kişiliğe uygun yararlı işler yaparsa.

Nü’tihâ,” Biz, yani Peygamber ve Allah, ona veririz.

Ecrehâ,” ücretini,

Merrateyni,” iki kere. Biri Peygamber tarafından, biri Allah tarafından... Ve ayrıca, ona “kerîm,” çok değerli bir rızık hazırlamışız.

Rızk,” yiyecek mânâsına geldiği gibi, mâbihi’l-bekâ olan maddî-manevî yaşam mânâsına da gelir.

32. âyetin kelimeleri tefsirde verildi...

33. Âyetin Kelimeleri:

Wekarne,” yani evlerinizde oturun veya evlerinizi ilmî bir karargâh kılın...

Fî büyûtikünne,” evlerinizde... (Demek, aile için ev gereklidir.)

Welâ teberrecne,” kibirli, cilveli ve süs içinde dışarı çıkmayın.

Teberrücel câhiliyyetil ûlâ,” ilk, ilkel cahiliyetin1 açılıp saçılması gibi... Yani, anaerkil olmayın.

[Burada Hz. Âişe’nin (r.a.) ordunun başına geçeceğine olumsuz bir işaret vardır.]

Ve namazı hem kılın, hem kıldırın.” “Ve zekâtı hem verin, hem verdirin.”

Allah’a” (evrensel emir ve değerlere),

Resûlüne” (Kur’ânî ve İslâmî emir ve değerlere) itaat edin.

İnnemâ” (ancak) Allah, “yurîdu” (istiyor), “li yüzhibe” (ki gidersin).

Anküm,” sizden, “er ricse” maddî ve manevî pisliği, şeytan hâkimiyetini.

Siz Ehl-i Beytten,” ev halkından.

Ve yutahhireküm,” ve size bu temizlik bereketini versin...

[Yani, Allah sizi temizlemek istiyor ve sizi bereketlendirmek istiyor.]

Burada ev halkından birinci derecede Hz. Peygamber’in ev halkı kastedildiği gibi, her mü’minin de böyle ev halkı vardır veya olmalıdır.

Pisliğin giderilmesinden sonra taharet gelir. Yani önce tahliye, sonra süsleme (tahliye)... Önce günahlardan temizlenmek, sonra namaz ve zekât ve ruhî açılımlar gibi gerçeklerle süslenmek...

34. âyetin kelimeleri tefsir içinde verildi...

Bir Ara Not

Bu yedi âyette kadın ve aile hayatı üzerinde durulmasının yedi hikmeti vardır:

1. Hz. Peygamberin çok evliliğinin önemli bir hikmetini anlatmak.

2. Kadını dışlayan Orta Çağ ilkelliğini dışlamak.

3. Kadınsız bir hayatın devamlı ve istikrarlı olamayacağını bildirmek.

4. Dinin öğrenilmesi, yaşanılması ve görünmesi için en güzel bir ayna ve ortam ve mektebin aile hayatı olduğunu bildirmek.

5. Kadınların daha çabuk bozulabileceğine dikkat çekmek ve onları şefkat kanadı altına almak.

6. Savaş ortamında dinin bekçileri erkekler olduğu gibi, aile karargâhında mücahideler olarak kadınları takdir etmek ve onlara iki kat ücret vermek.

7. Ruhî, psikolojik ve sosyal bütün hastalıkların sebebi sağlıklı bir kadın-erkek beraberliğinin kurulmamasıdır, diye bildirmek...1

İşte bu yedi âyet böyle sağlıklı bir ortam için otuz küsur ilacı bize sunuyor.

Evet, kadın-erkek bir bütündür; çoğu yerde, özellikle manevî kişilikte ve hukukta eşittirler. Sadece erkeklerin bir derece önceliği ve mesajı algılamada bir derece artıları vardır. İşte şu 35. âyete bakın:

35. Şüphesiz, müslüman erkekler ve müslüman kadınlar, mü’min erkekler ve mü’min kadınlar, tâate devam eden erkekler ve tâate devam eden kadınlar, doğru erkekler ve doğru kadınlar, sabreden erkekler ve sabreden kadınlar, (Allah’a yürekten) saygılı erkekler ve saygılı kadınlar, sadaka veren erkekler ve sadaka veren kadınlar, oruç tutan erkekler ve oruç tutan kadınlar, ırzlarını koruyan erkekler ve koruyan kadınlar, Allah’ı çok zikreden erkekler ve zikreden kadınlar; (işte) Allah bunlar için bağışlama ve büyük mükâfat hazırlamıştır.

Bu âyette mesaj çok açıktır. Fakat üç noktaya dikkat çekmek gerekir.

A. İslâm ve iman farkı.

B. Erkeklerin cihad gibi haricî sahalarda bir derece önceliği.

C. Dinî irşad sahasında kadınların önceliği.

A. İman ve İslâm farkı, İslâmî kitaplarda uzun uzadıya tartışılmıştır. İkisi farklıdır diyenler olduğu gibi, ikisi aynıdır diyenler de çıkmıştır. Fakat, bu âyetten anlaşıldığı gibi, ikisi farklı şeylerdir. Yoksa, tekrarın bir mânâsı olmaz.

Farklı olduklarına göre, bu tekrarın iki nüktesi vardır:

1. Müslimîn ve müslimât, pratikleri uygulayan ehl-i iman olanlardır. Mü’minîn ve mü’minât, gerçekten iman eden Müslümanlardır.

Yani, iman ve İslâm iki farklı kavram ise de, biri olmadan diğeri geçerli değildir. Üstad Bediüzzaman Said Nursî’nin Dokuzuncu Mektupta izah ettiği gibi...

2. Müslimîn ve müslimât, mü’min müslümanlardır. Mü’minîn ve mü’minât, müslüman olmayan diğer Ehl-i Kitaptır.

B. Erkek sıfatların önce zikredilmesi, üç nükte içindir:

1. Bu sıfatlar, erkeklere işaret olmaktan ziyade, bu anılan konularda güçlü ve ileri giden insanlara işarettir. Kadın (dişi) sıfatlar da, bu hallerde bir derece geri kalanlara bakar. Çünkü, âyetin sonunda hepsine de birden “lehüm” erkek zamiri ile hitap edilmiştir.

2. Erkekler, ön safta oldukları ve cihad gibi önemli görevleri olduğundan ve kadınlardan bir derece fazlaca zikir, ibadet ve sabırda ileri olduklarından, öne alınmışlardır. Âyetin “kesîran” kelimesiyle işaret ettiği gibi.

3. Maddiyat dişidir. Maneviyat erkektir. Yukarıda anlatılan sıfatlar daha çok manevî karakterli sıfatlar olduklarından, erkek kipler öne alınmıştır.

C. Yukarıda yedi âyeti kadınlara ayırmak; bu ve bundan sonra gelen âyette ise kadınların erkeklerle eşit zikredilmesi, kadınların dar daire içinde, aile hayatında, ilim ve irşadda erkeklerden çok önde olduklarını gösteriyor.

Üstad Bediüzzaman Said Nursî’nin tabiri ile, bu vasıflara sahip olan kadınlar İslâm kahramanlarıdırlar... Evet, yararlı ve sâlih bir evlat büyütmek, çok fabrikaları kurmaktan daha önce gelir...

Son Bir Not

[Bu 35. âyetin sonunda, “Allah onlar için önemli bir mağfiret ve büyük bir ecir hazırlamıştır” denilmiştir.

28. âyetten bu âyete kadarki bölümde üç grup insan zikredilmiş oldu... Gördüğümüz gibi; bunlar, sırasıyla, Hz. Peygamber’in öz hanımları, onunla alâkaları olan diğer ehl-i sohbet ve ehl-i beyti ve bu âyette topluca ifade edilen Sahabe Cemaati...

Peki, neden sahabilere “mağfiret” vaad ediliyor? Onlar çok mu büyük günah işlediler? Ve neden bu günahlarla beraber, onlar için büyük ücret vaad ediliyor?

Çünkü, bu 35. âyette anlatılan gerçek sahabiler, sohbet-i Nebevîden sonra günahlar çirkefine girmediler. Fakat, vefat-ı Nebevîden sonra olan iç savaşta çok kan döküldü. İşte, vaad edilen önemli bir mağfiret bunun içindir.

Ve sahabiler, âyette anlatıldığı gibi, hem ahlâken, hem hizmet olarak çok çok önde olduklarından, onlara büyük bir ücret vaad edilmiştir.

Ayrıca, sahabilerin üç önemli kişiliği vardır:

1. İman, İslâm ve ibadette zirvede olan kişilikleri... (35. âyette gösterildiği gibi).

2. Muamelat ve hukuk konusunda Hz. Peygamberin kontrolünde sağlam bir hayat yaşayan şahsiyetleri... (36. âyette izah edildiği gibi).

3. Beşerî şahsiyetleri ki, bu açıdan bazı zelleleri, kusurları, eksikleri olmuştur. Fakat bunlar, bizim için, ümmet için ders ve irşad nümunesi olduklarından, hem bu kusurları af ve mağfiret edilmiştir, hem de bu kusurlarıyla dahi ümmete, dine hizmete vesile olduklarından, büyük bir ücreti de hak etmişlerdir.]

* * *

36. Allah ve Resûlü bir işi emrettikleri zaman, mü’min erkek ve kadınların kendi isteklerine göre hareket etmeleri, onlara yakışmaz. Kim Allah ve Resûlüne karşı isyan ederse, o apaçık bir sapıklığa düşmüş demektir.

Bu Âyetin Tefsiri

Âyet: 36) Evet, o asırda Allah (Kur’ân) ve Resûlü (Sünnet) herhangi bir meselede hüküm verdikleri zaman, mü’min ve mü’mine sahabilerin kendi görüşleri ile amel etmeleri serbest değildi. Evet, özellikle o asırda kim Kur’ân ve Peygambere karşı fiilen isyan etmiş olsaydı, o apaçık bir sapıklığa düşerdi (selekte edilir, dışlanırdı)...

Rivayette var ki, Hz. Peygamber, azad edilmiş olan köleler ve Kureyş eşrafını eşit tutmak istedi. Ve bunu gerçekleştirmek için, Kureyş eşrafından olan halasının kızı Zeyneb’i, azatlısı Zeyd ile evlendirmek istedi. Fakat eski alışkanlıklardan olsa gerek, başta hoş karşılanmadı. Bunun üzerine, bu âyet indi.

Yani, 35. âyet ibadetler ve ahlâk ile ilgili iken, bu âyet hukuk ve muamelat ile ilgilidir. Zaten âyetin kelime ve tabirleri hep hukukî ıstılahlardır. Şöyle ki:

Bu Âyetin Kelimeleri:

We mâ kâne,” olur gibi değildir. Demek, hukukun uygulanması için bir oluşum ve altyapı gerek.

Li mü’minin ve lâ mü’minetin” (mü’min ve mü’mineler için...), yani hukukta kadın erkek eşittir. Ve hukuk, kişinin inandığına göre ona uygulanır.

İzâ kadâllâhu,” Allah kesin olarak hüküm verdiğinde beşerî görüşlerin seçim imkânı kalmaz.

We rasûlühû,” Peygamber de kesin olarak1 bir hükmü söylemişse, bu da böyledir. Eğer kesin söylememişse, o hükmü uygulamak ihtiyarî olabilir.

Emran,” önemli bir mesele demektir... Demek, önemsiz şeyler hukukun medarı olamazlar.

En yekûne lehümül hiyeratü,” yani kişi inandıktan (mü’min olduktan sonra, inancının aksiyle amel etme serbestiyetine sahip değildir. Kişi inancından mes’uldür. Ve herkesin hukuku, onun inancına göre olmalıdır...

El-hiyeratü,” serbestlik ve seçim demektir. Demek, icrada, hükûmette seçim ve serbestiyet olsa da, hukukta serbestiyet olmaz. Hukukun kaynağı inançtır. Seçim ve serbestiyet değildir. Çünkü, bunlar hukuk olamaz. Çünkü, serbestiyet kavramı, kutsal bir alan değildir. Zira, her an herkes işin içine karışabilir.

We men ya’sillâhe,” kim Allah’a (kutsal alana) isyan ederse.

We rasûlehu,” ve Resûlüne (İslâmî alana) isyan ederse.

Fekad dalle dalâlen mübînen,” o apaçık bir kayıp içinde olur, sistemden dışlanır; selekte edilir.

Dalâlet,” yolun dışına çıkmaktır. Yani, umumî sistemden dışlanmaktır.

Bir Not

Muhtelif yerlerde beyan ettiğimiz gibi; marife ismin tekrarı, iki mükerrer arasında bir farklılık ister. İşte bu âyette iki kere “Allah ve Resûlü” ifadesi kullanılmıştır. Birincisinde Zât-ı Akdes’in vahiy ve Kur’ân’la bildirdiği hükümlerde mü’minlerin serbestiyeti kalamaz. Hükmü kesin olan Sünnet de böyledir.

İkinci tekrarda Allah, kutsal alan,

İkinci tekrarda Resûlü, İslâmî alan demektir.

Evet, bu asır bütünüyle bu iki alana karşı gelmiş, hukukî değerleri insanların keyfine bırakmıştır. Ve beşer büyük bir kayıp içine girmiştir. Tabiat ve kâinat içinden dışlanmak üzeredir. Ve birinci planda bunun suçu da, dindar Hıristiyanlar ve Müslümanlara aittir. Çünkü, gericilermiş gibi kutsal alanı ve dini anlatıyorlar, çağın gerisinde kalıyorlar, kişisel ve beşerî alan ile dinî ve evrensel alanı birbirine karıştırıyorlar.

Âyet: 37

[Ve işte beşerî kişisel alandan önemli bir kesit, bir hatıra:]

Hani, sen diyordun o kişiye ki, Allah ona iman ve ilk müslüman olma nimetini vermişti, sen de onu azad etmiştin ve ona büyük görevler vermiştin; işte ona, “Hanımını yanında tut, ve hanımının hukukunu çiğneyerek Allah’ın azabın(a uğramak)dan sakın” diyordun. Kendi içinde, Allah’ın sonra ortaya çıkaracağı hakikatı gizliyordun. Ve insanların ne diyeceğine önem veriyordun. Halbuki, Allah önem verilmeye daha lâyıktır.

Yani: Zeyd hanımından usanınca, biz Zeyneb’i Zeyd’den boşattırdık ve seninle evlendirdik; ki, mü’minlerin evlatlıklarının hanımlarıyla evlenmelerinde bir zorluk telakkisi olmasın (o evlatlıklar eşlerinden usanıp boşadıkları takdirde)...

Evet, Allah’ın emir ve iradesi, mutlaka yapılır, yani yerine getirilir.

Âyetin Kelimeleri:

We,” harf-ı atıftır. Kişisel ve ferdî bir hukukî olayı, evrensel değerlerle ilgili diğer iki âyete atfetmiştir.

İz,” geçmiş zaman zarfıdır. Hz. Peygamberin Zeyneb ile evlenmesinin, bu âyetin nüzûlünden önce olduğuna bakar.

Veya, 36. âyetteki hukukî kurallara bir nümune hatırlatmasıdır. Çünkü, “iz” aynı zamanda hatırlatma edatıdır.

Veya, Hz. Peygamberin Zeyneb’i Zeyd ile evlendirmesi, ve sonra onların anlaşamayıp boşanmaları ve Zeyneb’in Hz. Peygamber ile evlenmesi ezelî bir kaderin emri ve programıdır, diye söyler. Çünkü, “iz” geçmiş zaman edatı olmasıyla ezelî kader mânâsını da verir. “Ve iz kâle Rabbüke”de olduğu gibi...

Tekûlü,” diyordun. Yani, Hz. Peygamberin beşerî görüşü, Zeyneb’in Zeyd’in yanında kalması idi.

Lillezî...” o kişiye ki; iman ve ilk müslüman olma nimetiyle ve Hz. Peygamberin azadlısı ve evlatlığı olmasıyla tanınıyordu.

Demek, insan azadlıkla ve evlat olmakla birisinin himayesine ve şefkatinin altına girdiği gibi, iman ve ibadet ile de insan Allah’ın himayesine ve şefkatinin altına girer. (Çünkü, kişisel nimet ile iman nimeti aynı fiil ile ifade edilmiştir.)

Emsik aleyke zevceke,” hanımını üzerinde tut, diyordun. Demek, Zeyd ile Zeyneb’in imtizaçsızlığı varmış. Çünkü, “emsik” emri ve maddesi onların imtizaç etmediğine ve “aleyke” edatı, Zeyneb’in kendisini üstün gördüğüne işarettir. Ve Zeyneb’in Zeyd’e baskı yaptığına bakar. Ve “zevceteke” yerine “zevceke” denilmesi dil açısından doğru olduğu gibi, Zeyneb’in hanımlık yapmadığına da işarettir... Çünkü zevc, hem erkeğe hem kadına denilirken, “zevcete” ise sadece kadın eş mânâsındadır.

Wettekıllâhe,” ve Allah’tan sakın. Yani Zeyneb ile Zeyd’in evliliği ilahî eşitlik yasasını gerçekleştiriyordu. Boşandıkları takdirde, bu yasa çiğneniyordu... Veya, boşanma takdirinde Zeyneb’in mağdur olma ihtimali vardı.

We tuhfî fî nefsike mallâhu mübdîhi...” Ve Allah’ın ortaya çıkaracağı şeyi içinde gizliyordun. Yani, Hz. Zeyneb’in Hz. Peygamber ile evlenecek fıtratta olduğunu ve bunu hakettiğini, insanlardan çekindiğin için, içinde gizliyordun. Halbuki, Allah’tan sakınmak, yani O’nu saymak daha önemlidir.

Yani, insanlardan da çekinmek caizdir. Fakat, Allah’ın emrine rağmen değil... Çünkü, Allah’ın emri daha önce gelir.

Fe,” tefsîriyyedir. Yani, âyetin başından buraya kadarki kapalı kısmı, bu gelen kısım açıklayacaktır:

Yani, ne zaman Zeyd Zeyneb’den usandı, onu boşadı, sen insanlardan çekindiğin halde biz onu seninle evlendirdik. Ki, evlatlıkların hanımlarıyla evlenmek mü’minlere yasak olmasın... Evlatlıkları hanımlarından bıkıp boşandıkları takdirde...

Ve Allah’ın emri mutlaka yerine getirilir, diye bilesiniz.

Bu Âyet ile İlgili Genel Bir Değerlendirme

• 36. âyette “Allah bir şeye hükmettiği zaman, mü’minlerin tercih imkânı kalmaz” denilmişti. İşte, Hz. Peygamber de beşer olarak bir mü’mindir. Ve bu olayda tercihini kullanamamıştır.

• 36. âyet, genel hukuk kaynaklarını vermişti. Bu âyet ise pratik bir hukuk uygulamasıdır.

• Hz. Peygamberin içinde sakladığı şey, bazılarının dediği gibi, Zeyneb’e aşık olması değildi. Zeyneb’in boşanacağı ve kendisiyle evleneceği bilgisi idi. Çünkü, Hz. Peygamber Zeyneb’i küçüklüğünden beri tanıyordu. 58 yaşında olduğu halde birden onu görüp aşık olmuş olamaz. Bu konuda bazı tefsirlerde bu mealde geçen bir rivayetin tarihî arkaplanı yoktur. Ve sahih hadis kitaplarında da o rivayetin aslı yoktur. Büyük bir ihtimalle, kapalılığı anlamak için bazı müfessirler tarafından tahmin edilen bir açıklama biçimi iken, zamanla elden ele gelirken rivayet haline gelmiştir.

Veya Tevrat’taki Hz. Davud kıssasına benzetilerek yapılmış yanlış bir yorumdur.

Tefsîriyye olan “fe” edatı, Hz. Peygamberin neyi sakladığını açıklıyor. Yani, Zeyneb’in boşanacağını ve kendisiyle evleneceğini biliyordu. Fakat içinde gizliyordu. Ve bu emrin gecikmesini istiyordu. Fakat, “We kâne emrullâhi mef’ûlâ”=Allah’ın emri mutlaka yerine getirilmeliydi.

(Geniş izah için Yedinci Mektuba bakınız).

Âyet: 38) “Evet, Allah’ın kendisine farz kıldığı bir işi1 uygulamaktan dolayı Peygambere asla sıkıntı olmadı ve olamaz. Çünkü, bir beşer gibi, Peygamberin de evlenmesi, acıkması, yaralanması, daha önceden gelip geçen peygamberlerde de uygulanan, Allah’ın bir sünneti, yani yasasıdır.

Evet, Allah’ın kaderi, makdûrdur (yani, yazdığı bir mukadderatı uygulamaya gücü yeter).” (“Makdûr,” güç yetirilen şey demektir.)

[Âyette anlatılan, Allah’ın farz kıldığı ve yasa yaptığı şey peygamberlerin insanlardan olması ve acıkıp, susayıp, yaralanıp bir beşer gibi yaşama zorunluluklarıdır ki, ümmetlerine imam olsunlar.

Bu mânâda Hz. Peygamber bir beşer olarak Hz. Zeyneb ile imtihan edilmiştir. Yani, başta onunla evlenmek istememiştir. Münafıkların dedikodusundan çekinmiştir. Fakat bir peygamber olarak Allah’ın emrine boyun eğmiştir. Onun için, âyetin sonunda “Peygambere bir zorluk olmadı (veya, olamaz)” denilmiştir.

Eski peygamberlerde geçerli olan sünnet ve yasa da şudur: İlkel dönemlerde, dinî hizmetlerin asıl ve güçlü bir şekilde toplumda yayılması ve yerleşmesi için, eski peygamberler çokça evlenmişlerdir.1 Evet, İslâmiyet dahi, bedevî Araplar içinde, başta Peygamberin hanımlarının desteğiyle, özellikle Ehl-i Beyt ve diğer yakın sahabiler ile gelişmiş ve gerçekleşmiştir.

Âyet: 39) “O eski peygamberler, ve teb’aları2 öyle insanlardı ki; Allah’ın mesajlarını (insanlara) daima iletirlerdi. Ve Allah’tan başka hiç kimseden asla çekinmezlerdi.

Takdir eden, şeref veren, işin muhasebesini yapan olarak Allah yeter.” (Ve kefâ billâhi hasîbâ.)

[Bu âyet siyak-sibak olarak eski peygamberleri anlattığı, yani geçmişin geniş zaman hikâyesi olduğu halde geniş zaman ile ifade edildiğinden ve bu ifade mutlak zikredildiğinden, en bâriz mâsadak olarak Hz. Peygamberi ve onun ashabını anlatıyor, denilebilir.

Evet, onlar, Allah’ın bütün mesajlarını ilettiler ve Allah’tan başka hiç kimseden korkmadılar. Ve sonuçta Allah’ın takdir ve teşrifini kazandılar. Şerefli bir nesil oldular.]

Âyet: 40) “Muhammed sizden herhangi bir erkeğin babası değildir. Fakat Allah’ın resûlü (mesajlarını ileten) ve peygamberlerin sonu ve tasdikçisidir.

Ve Allah herşeyi çok iyi bilendir.”

Yani:

• Mesaj ve emirlerini insanlara, kiminle ve nasıl ileteceğini biliyor.

• Ve Peygamberin erkek çocuğunun yaşamayacağını ezelî ilmiyle biliyor.

• Ve kimin şerefi kendisinden, kimin şerefi din ve diyanetten; yani kimin şerefli, kimin şerefsiz olduğunu biliyor.

• Ve ahirzamanda ilmin gelişeceğini, nübüvvet ve peygamberliğin kesileceğini biliyor.

• Ve kendileri hayırlı bir iş yapmadıkları halde, tenbellik şeklinde işi Peygambere yükleyenleri tanıyor.

Âyetin Kelimeleri:

Mâ kâne,” değildir...

Muhammedün,” yani beşer olan Muhammed, sizden herhangi bir erkeğin babası değildir. Fakat, peygamber olarak hepinizin babasıdır.

Min ricâliküm,” yani beşer olarak sizin babanız değildir ki; kızlarınızla evlenmesi haram olsun... Ve işarî olarak da, onun adam olacak erkek çocuğunun olmayacağını bildirir.

Fakat Allah’ın Resûlüdür,” Allah’ın hizmetkârıdır.

Ve hâteme’n-nebiyyîn,” ve peygamberlerin son tasdikçisidir.

Hâtem, mühür ve tasdik mânâsına gelmekle beraber, mühür mektubun sonuna geldiği gibi, o da peygamberler divanının sonudur.

Tarih de bunu böyle göstermiştir... (İlhamı vahiy ile karıştıranları istisna edersek).

Bu âyetin, hatta bir açıdan bu sûrenin tefsiri sayılacak kadar güzel olan, Üstad Bediüzzaman Said Nursî’nin “Yedinci Mektub”unu buraya alıyoruz. Şöyle ki:

“Aziz kardeşlerim!

Bana söylemek üzere, Şamlı Hâfız’a iki şey demişsiniz:

Birincisi: ‘Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm’ın Zeyneb’i tezevvücünü; eski zaman münâfıkları gibi, yeni zamanın ehl-i dalâleti dahi medâr-ı tenkid buluyorlar, nefsânî, şehevânî telâkki ediyorlar’ diyorsunuz.

Elcevap: Yüzbin defa hâşâ ve kellâ! O dâmen-i muallâya şöyle pest şübehatın eli yetişmez. Evet.. onbeş yaşından kırk yaşına kadar, hararet-i garîziyenin galeyanı hengâmında ve hevesat-ı nefsâniyenin iltihabı zamanında, dost ve düşmanın ittifakıyle kemâl-i iffet ve tamam-ı ismet ile Haticetü’l-Kübrâ (r.a.) gibi ihtiyarca bir tek kadın ile iktifa ve kanaat eden bir zâtın, kırktan sonra, yani hararet-i garîziye tevakkufu hengâmında ve hevesat-ı nefsâniyenin sükûneti zamanında kesret-i izdivac ve tezevvücatı, bizzarure ve bilbedâhe nefsânî olmadığını ve başka ehemmiyetli hikmetlere müstenid olduğunu, zerre kadar insafı olana isbat eder bir hüccettir.

O hikmetlerden birisi şudur ki: Zât-ı Risaletin akvâli gibi, ef’al ve ahvâli ve etvar ve harekâtı dahi menâbi-i din ve şeriattır ve ahkâmın me’hazleridir. Şıkk-ı zâhirîsine sahabeler hamele oldukları gibi, hususî dairesindeki mahfî ahvalâtından tezahür eden esrar-ı din ve ahkâm-ı şeriatın hameleleri ve râvileri de, ezvâc-ı tâhirattır ve bilfiil o vazifeyi ifa etmişlerdir. Esrar ve ahkâm-ı dinin hemen yarısı, belki onlardan geliyor. Demek bu azîm vazifeye, birçok ve meşrebce muhtelif ezvâc-ı tâhirat lâzımdır.

Gelelim Hazret-i Zeyneb’in tezevvücüne: Yirmibeşinci Söz’ün Birinci Şu’lesinin Üçüncü Şuâının misâllerinden olan ‘Mâ kâne muhammedun ebâ ehadin min ricâliküm velâkin rasûlallâhi ve hâtemen nebiyyîne’ âyetine dair şöyle yazılmış ki: İnsanların tabakatına göre bir tek âyet, müteaddit vücuhlarla, her bir tabakanın fehmine göre bir mânâ ifade ediyor.

Bir tabakanın şu âyetten hisse-i fehmi şudur ki: Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtu Vesselâm’ın hizmetkârı veya ‘Oğlum’ hitabına mazhar olan Zeyd (r.a.), rivayet-i sahîha ile itirafına binaen, izzetli zevcesini kendine mânen küfüv bulmadığı için tatlik etmiş. Yani, Hazret-i Zeyneb, başka yüksek bir ahlâkta yaratılmış ve bir peygambere zevce olacak fıtratta olduğunu, Zeyd ferasetle hissetmiş. Ve kendisini ona zevc olacak fıtratta kendine küfüv bulmadığından, manevî imtizaçsızlığa sebebiyet verdiği için tatlik etmiştir. Allah’ın emriyle Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm almış; yani, ‘zevvecnâkehâ’nın işaretiyle, o nikâh, bir akd-i semavî olduğuna delâletiyle, hârikulâde ve örf ve muamelât-ı zâhiriye fevkınde, sırf kaderin hükmiyledir ki, Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtu Vesselâm, o hükm-i kadere inkıyâd göstermiştir ve mecbur olmuştur. Nefs arzusiyle değildir.

Şu kader hükmünün de ehemmiyetli bir hükm-i şer’î ve mühim bir hikmet-i âmmeyi ve şümullü bir maslahat-ı umumiyeyi tazammun eden ‘Li key lâ yekûne ale'l-mü’minîne haracun fî ezvâci ed’iyâihim’ âyet-i kerîmesinin işâretiyle: Büyüklerin küçüklere ‘oğlum’ demeleri, ‘zıhar’ mes’eleleri gibi, yâni karısına ‘anam gibisin’ dese, haram olduğu gibi değildir ki, ahkâm onunla değişsin? Hem büyüklerin raiyetlerine ve peygamberlerin ümmetlerine pederâne nazar ve hitabları, vazife-i risâlet itibariyledir; şahsiyet-i insaniye itibariyle değildir ki, onlardan zevce almak uygun düşmesin?

İkinci bir tabakanın hisse-i fehmi şudur ki: Bir büyük âmir, raiyetine, pederâne bir şefkat ile bakar. Eğer o âmir, zahirî ve bâtınî bir pâdişah-ı ruhanî olsa; merhameti pederin yüz defa şefkatinden ileri gittiği için, raiyetinin efradı, onun hakikî evladı gibi, ona peder nazariyle bakarlar. Peder nazarı ise, zevc nazarına inkılâb edemediğinden ve kız nazarı da zevce nazarına kolayca değişmediğinden; efkâr-ı âmmede, peygamberin, mü’minlerin kızlarını alması şu sırra uygun gelmediği için, Kur’ân o vehmi def’ maksadiyle der: ‘Peygamber rahmet-i ilâhiye hesabiyle size şefkat eder, pederâne muamele eder ve risâlet namına siz onun evlâdı gibisiniz. Fakat şahsiyet-i insaniye itibarıyla pederiniz değildir ki, sizden zevce alması münasip düşmesin!?. Ve sizlere ‘oğlum’ dese, ahkâm-ı şeriat itibariyle siz onun evlâdı olamazsınız!..’”

Evet, Allah, herşeyi bilendir.

— Bundan, yani vahyin kesilmesinden sonra dinî hizmetleri nasıl devam ettireceğini bilir.

Çünkü, bundan sonraki âyetlerde anlatıldığı gibi, son din ve şeriat olan İslâm’ın ilk çekirdeği, çok sağlam ve muhkem yaratılmıştır. Yani, Asr-ı Saadet dönemi çekirdeğinden sonraki çağlar, o çekirdeğin ve o filizin, sabahın dal budak salması ve gelişmesi olacaktır.

Âyet: 41) [Âyetin mealine ve tefsirine girmeden önce, peygamberliğin son bulması ile alâkalı bir meseleyi dile getirmek gerekir. Şöyle ki:

Bu mesele epey zaman zihnimde problem olarak durdu. Yani, neden peygamberlik son bulmuştur, ve son bulmuşsa onun vazifesi nasıl devam edecektir?

İşte (elhamdülillah) hem Âl-i İmran sûresinin başından, hem bu geçen 40. âyetin son cümlesinden ve sosyolojik belirtilerden, peygamberliğin son bulduğunu hikmetleriyle anladım. Ve bu 41. âyetten tâ 50. âyete kadarki bölümden de, peygamberlik görevinin nasıl devam ettiğini ve yeni bir peygamberliğe ihtiyaç kalmadığını görüyoruz.]

Âyet: 41)“Ey iman edenler, Allah’ı çok çok zikredin.1 (Yani, O’nun mesajını hatırlayın ve O’na yapışın.)”

Âyet: 42) Sabah ve ikindide O’nun pâk ve kutsal olduğunu bilin. (Buna göre inanın ve amel edin.)”

Âyet: 43) “Sadece ve sadece O ve melekleridir ki, sizi destekliyorlar, size yardım rahmetlerini yağdırıyorlar. Ki, sizi küfür karanlıklarından Nura çıkarsın... Evet, Allah, mü’minler için çok çok şefkat ve rahmet edendir.”

Bu üç âyet, Hz. Peygamberden sonra, dinî hizmetlerin üç önemli görevini gösterdiği gibi; bu görevin üç aşamasını ve üç grup görevlilerini gösteriyor. Şöyle ki:

Birinci âyet (yani 41. âyet), zikri dile getirmekle, uzun bir dönemde İslâm’ın tarikatlar ve tasavvufla devam ettiğine işaret eder.

İkinci âyet (yani 42. âyet), temizlik ve kudsiyet temelleri üzere kurulan İslâm fıkhına işaret etmekle, İslâm’ın mezheplerle güçlendiğini hatırlatır. Fakat bu mezhepler daha çok İslâm’ın başında ve sonunda faydalı olmuşlar... Ortaçağda çok suistimaller olmuştur. Onun için, âyet, “İslâm’ın sabahında ve ikindisinde” diyor.

Üçüncü âyet (yani 43. âyet), olağanüstü ilahî yardımlara ve zulmet ve Nura bakmakla, üçüncü dönemde, o tarikat ve mezheplerin etkinliğinin kalkacağına ve Müslümanların küfür karanlıkları ile yüzyüze kalacağına, buna rağmen olağanüstü bir Nur ile destekleneceklerine bakıyor.

Küçük Bir Nükte:

41. âyette Allah ismi sarihan zikredilmiş; diğer iki âyette zamir ile ifade edilmiştir. Çünkü, fıkıhta, ve bu ahirzamanın gizli dinî hizmetlerinde, tarikatlarda olduğu gibi, Allah’ın ismi açıkça zikredilmiyor.

Âyetlerin Kelimeleri:

41. âyet:

Ey iman edenler” ifadesi, ehl-i tarikin fazlaca uyarılmalarının gerekliliğine remizdir.

Üzkurullâhe,” topluca Allah’ı zikredin.

Zikran kesîran,” yani çok tekrarlı zikir ile...

42. âyet:

Ve Allah’ı tesbih edin,” yani pâk ve kutsal ve âdilâne yaşayın.

Bükraten ve asîlâ,” özellikle sabah ve ikindileyin.

Evet, İslâm fıkhı, İslâm’ın sabahında büyük bir temizliğe ve adalete sebep olduğu gibi, inşaallah, zamanın bu ikindi döneminde de yine olacaktır.

43. âyet:

Hüvellezî,” sadece ve sadece O’dur.

Yusallî aleyküm,” sizi destekler, sizi düzeltir.

Ve melâiketühü,” melekleri ile beraber, sizi düzeltir ve destekler ki, sizi küfür ve dinsizlik karanlığından Nura çıkartsın.

“Evet, Allah mü’minler için Rahîm’dir,” yani bu Nur, ism-i Rahîm’in bir tecellisi olduğu gibi, onun hizmet tarzı da rahîmâne ve şefkatkârânedir. Onun dört temel prensibi vardır: acz, fakr, şefkat ve tefekkür...

Âyet: 44) “İşte bunların O’nunla buluştuğu gün, sembol ve şiarları, selam, huzur ve barıştır. Bunlar bu şekilde fedakârâne hizmet ettiklerinden, Allah onlar için güzel bir ücret hazırlamıştır.”

[Bu âyet, yukarıda geçen üç grubun topluca sıfatları olabileceği gibi, üçüncü grubun sıfatları da olabilir. Siyak ve sibak bunu gösterir. Fakat ayrı bir âyet olması, sanki Müslümanların bu üçüncü grubuna tâbi olan dördüncü ayrı bir gruba da işaret olabilir. O da, barışı ve huzuru destekleyen İslâm’a teslim olmuş olan dindar Hıristiyanlardır. Evet, Allah böyleleri için de güzel bir ücret verecektir. (2:62, 5:69. âyetlere bakınız...]

İşte bu geçen üç âyet İslâm nübüvvetinin (dininin) nasıl devam ettiğini gösterdiği gibi, bu gelen altı âyet de neden devam ettiğini ve nasıl devam ettiğini bildiriyor. Şöyle ki:

Âyet: 45) “Ey Peygamber, İslâm dininin çekirdeği1 olan senin şahsını şahit olarak gönderdik (yani, senin dininin mesajını bozulmadan bütün dünyaya ulaştırdık) ve seni müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik. (Yani sen dengeli bir yoldasın. Bazı dinler gibi, tek taraflı değilsin. Onun için, inkırâza uğramazsın.)”

Âyet: 46) “Ve Allah’ın izniyle O’na (maneviyata)2 davet edicisin. Ve hem aydınlatıcı, hem cazibeli bir güneşsin.”

[Bazı maneviyatçı ekoller olur; fakat dengesiz gittiklerinden, yani Allah’ın izniyle olmadıklarından, başarılı olamıyorlar. Onun için sadece bu deyimde, yani “Allah’ın çağrısı” ifadesinde “Allah’ın izniyle” kaydı konulmuştur.

“Sirac” kelimesi de, Kur’ân’da hep aydınlatıcı ve cazibe oluşturan güneş mânâsında kullanılmıştır.]

Hz. Peygamberle ilgili bu beş vasfın, gösterdiğimiz gibi farklı tevcihleri olmazsa, tekrarlarının bir anlamı olmaz. Çünkü, herhangi biri, diğerlerine ihtiyaç bırakmaz.

Büyük müfessir Fahreddin-i Râzî de, bazı münasebet ve farklılıkları aramış ve o asrın anlayışına uygun bazı nükteler zikretmiştir.

Âyet: 47) “İşte (bu özelliklerden dolayı) sen mü’minleri müjdele ki, onlar için büyük bir fütuhat ve zenginlik olacaktır.”

[Bu büyük fazl (fütuhat ve zenginlik) uhrevî mânâda anlaşılabilse de, âyetin siyak-sibakı ve Kur’ân’da geçen “we beşşiri’l-mü’minîn” kalıbı, dünyevî fütuhatlar ve mükâfatlar mânâsındadır. Zaten İslâm’daki bütün fütuhatlar da neticede ahiret hayatına yardımcı olmuşlardır. İşte 1400 senelik tarih, bu gaybî müjdeyi tasdik etmiştir...]

Âyet: 48) “Evet, hem bu hikmet için, hem İslâm’ın asimile olmaması için, sen ve ümmetin sakın kâfir ve münafıklara itaat etmeyin, verecekleri sıkıntı ve eziyetlere aldırış etmeyin... Yalnızca Allah’a güvenin... Çünkü, Vekîl (koruyucu sahip) olarak Allah yeter.”

(Bu âyet, sûrenin baş kısmında da yer almış idi. Biri, özellikle Asr-ı Saadete, biri de özellikle âhirzaman dönemine bakar.)

[İslâm dininin ebedîliğinin sebebi, bu gibi altyapılar olmakla beraber, İslâm hukuku da canlıdır. Yani, onda, şekil ve formdan ziyade, öz hikmet esastır.1 Meselâ:]

Âyet: 49)“Ey gerçekten inanan Müslümanlar, mü’mine kadınlarla evlenip, sonra onlara temas etmeden onları boşarsanız, iddet beklemenize gerek yoktur. Boşanmak kötü olmakla beraber, eğer boşanacaksanız, onları yaşatacak kadar mal verin, ve güzellikle serbest bırakın” (yani, iddet için onları evlerde hapsetmeniz gerekmez).

[Bu 49. âyetin diğer âyetlerle münasebeti, İslâm’ın ebedîliğini garanti eden bir fıkhî anlayışı sunmasıyla beraber, dinî hizmetler ve cihad için geçici evliliklerin yapılabileceğine de işaret eder. Evet, “nikâh” daimî bir akit olmakla beraber, her kuralın bir istisnası olabilir. İşte, cihad ve hizmet için, bazı fıkhî kurallar, hikmet dairesi içinde değiştirilebilir... Meselâ, bu istisnalardan birisi de, İslâm kültürünün yayılması için Hz. Peygamberin çok kadınla, özellikle ona fıtraten taraftar olan ve ona mahrem olmayan yakın akrabaları ile evlenmesidir. Şöyle ki:]

Âyet: 50

“Ey Peygamber, bu peygamberlik görevin için, mehirlerini verdiğin hanımlarını ve savaş esirlerinden bakması sana düşen cariyelerini sana helâl kıldık. Özellikle amcalarının kızları, halalarının kızları, dayılarının kızları, teyzelerinin kızları ki, bu dinî hizmet için seninle beraber hicret etmişler. Ve kendisini peygamberlik hizmetine vakfeden bir kadın da, eğer peygamber olarak onu nikâhlamak istersen, o sana helâldir. Bu çok evlilik sana has bir görev halidir. Diğer mü’minlere bu izin yoktur. Biz, onların hanımları ve cariyeleri ile ilgili hükümleri açıkladık.

Senin için bu çok evliliğe izin verdik ki, dinî tebliğ görevinde sana bir zorluk olmasın.1 Evet, bu görev gerçeğine rağmen, yine bu çok evlilikte adaletsizlik ve kusur olsa da, Allah her zaman Gafûr ve Rahîm’dir.”

Âyetin Kelimeleri:

Yâ eyyuhen nebiyyü,” burada Hz. Peygamber, özellikle kadın konusunda uyarılıyor...

Ennebiyyü,” yani senin peygamber kişiliğin için bu çok evlilik caizdir. Yoksa, beşer olarak dörtten fazla haramdır.

İnnâ,” yani “Biz,” yani kamu hukuku namına... sana çok kadını helâl kıldık.

Ahlelnâ leke,” senin şahsın (beşeriyetin) de bundan istifade edebilir.”

Ezvâcekellâtî âteyte ucûrahünne,” mehirlerini verdiğin hanımların... Demek çok evlilikte, iddet, mehir, miras gibi bütün haklar var. Fuhuşta ise asla!...

Ve Allah’ın sana bağışladığı savaş esirlerini de kamu hizmeti namına sana helâl kıldık.”

“Ve seninle beraber hicret eden, akrabalarının kızlarını da sana helâl kıldık.”

[Çünkü, bunlar cibillî ve fıtrî olarak İslâm’a ve peygamberliğe taraftardırlar. Onlarla evlenmek, dinin yayılmasına güç katıyordu...]

Hicret etmeyenler, yani dine güçlüce taraftar olmayanlarla evlenmek caiz olmadı.

Ve kendisini peygambere hibe eden.” Yani, peygamberlik hizmetine kendini adayan samimî kadınlar da bu Ehl-i Beyt kavramı içinde sayılırlar. Eğer Peygamber onları Ehl-i Beyti içine katmak istese...

[Rivayete göre, beş-altı kadın, kendilerini bu hizmete adamışlardı. Fakat, Hz. Peygamber onlarla evlenmedi...]

Bu, mü’minler dışında sana has bir durumdur.” Çünkü, diğer mü’minlerde bu görev, yani teşriî vazife yoktur.

Kad alimnâ,” Biz, onlara neleri nasip ettiğimizi açıklamışız. Çünkü, Allah için “bilmek,” açıklamak demektir. Çünkü, sonradan öğrenmek, O’nun için muhaldir.

Feradnâ,” evliliğin caiz olduğuna ima olmakla beraber, burada nasip etmek mânâsına da gelir. Çünkü diğer mü’minlerin evlilikten nasipleri en çok dört adettir.

Diğer kelimeler tefsir içinde verildiğinden bir daha tekrar etmiyoruz.

Bu Âyetten Anlaşılan Dinî Hükümler

1. Hz. Peygamber, evlilik kasdıyla birkaç kadınla evlenmişti. Diğerleri ya bakması gereken savaş esirleri veya hicret edip sahipsiz kalan akrabalarının kızları idi... Veya, kendini dine adayan fedakâr kadınlar idi. Bütün bunların amacı, evlilikten fazla, Peygambere ve dine hizmet etmek idi.

2. Mehirle evlenmek sünnet olduğu gibi, mehirsiz evlenmek de caizdir.

3. Çok evlilikte kusurlar olabileceği için âyetin sonunda “Allah Gafûr ve Rahîm’dir” denilmiştir.

4. “Likeylâ yekûne aleyke harec” ifadesinde olduğu gibi, sünnetin, dinin yayılmasında Hz. Muhammed’e zorluk olmasın diye, Allah bu izni vermiştir. Yani, onun hanımları, hanım olmaktan ziyade, onun öğrencileri gibi idiler.

Âyet: 51

“Buna rağmen, ey Peygamber, bu hanımlarından istediğini yanından uzaklaştırır, istediğini yanına alırsın.”

[Rivayette var ki, dönem dönem sadece dört hanımı ile yatardı.]

“Kendinden uzaklaştırdıklarında istediklerini geri almanda sana bir günah yoktur.

Bu, dönem dönem yaşaman, onların gözlerinin aydınlanması, üzülmemesi ve hepsinin de razı olması için en asgarî miktardır...

Allah kalblerinizdekini bilir. Kimin Peygamberin beşerî kişiliği için, kimin hizmet için ona yanaştığını bilir.

Ve Allah Alîm’dir. (Neyi nasıl yasallaştıracağını bilir.) Buna rağmen, Halîm’dir. (Bu kadınlara şefkatle muamele edilmesi gerektiğini bilir.)

Âyet: 52

“İşte ey Peygamber, (bu kadınlar, senin medresenin demirbaşları olduklarından), bunlardan sonra başka kadınlar sana helâl olmadığı gibi, güzellikleri hoşuna gitse de, onları başka kadınlar ile değiştirmen de helâl değildir. Elinin altındaki cariyeler müstesna. Şüphesiz Allah, herşeyi görüp gözetleyendir.”

Hz. Peygamberin başka talebeleri de diğer sahabiler idi. İşte bu gelen 53. âyet, onun bu talebelerinin davranışlarını, ona karşı sorumluluklarını ve birinci sınıf talebeleri olan hanımları ile münasebetlerini dile getiriyor.

Çünkü, Peygamberin hâne-i saadetlerine bir halel geldiğinde, dine halel gelmiş demek idi.

Hatta, böyle bir halel gelmesin diye, onun dul kalan hanımları ile evlenmek de caiz olmamıştır. Çünkü, böyle birşey dinî kültüre, özellikle hadislere büyük bir zarar verebilirdi. Âyetin ifadesiyle, bu, Allah katında büyük bir yıkım, günah, suç ve cezayı1 beraberinde getirirdi. İşte bu münasebetleri mealden takip edelim:

Âyet: 53

“Ey iman edenler! Hazırlanmasını beklemeyeceğiniz bir yemeğe çağrılmanız hariç, size izin verilmeden Peygamberin evlerine girmeyin. Fakat çağrıldığınız zaman girin. Yemek yediğiniz zaman, hemen dağılın, sohbete dalmayın. Çünkü bu durum, Peygamberi üzüyor. O, (sizi evden çıkarmaktan) utanıyor. Halbuki Allah, hak olan birşeyden utanmaz. Peygamberin hanımlarından bir eşya istediğiniz zaman, bir perdenin arkasından isteyin. Bu durum, sizin kalbleriniz ve onların kalbleri için daha temizdir. Resûlullah’a eziyet etmeniz, ondan sonra onun hanımlarıyla evlenmeniz asla caiz değildir. Şüphesiz, bu durum, Allah katında büyük bir günahtır.”

Âyet: 54

“Eğer siz birşeyi açıklar veya gizlerseniz, biliniz ki, Allah, herşeyi çok iyi bilendir.”

Âyet: 55

“Babalarının, oğullarının, kardeşlerinin, kardeş oğullarının, kızkardeş oğullarının, mü’min kadınların, kölelerinin onları görmesinde, onlara bir günah yoktur. Artık ey Peygamberin hanımları! Allah’ın yasalarını çiğnemekten sakının! Şüphesiz, Allah herşeye şahit olandır.”

Âyet: 56-73 (son 18 âyet...)

Bunlardan dokuzu dünya hayatı ile, özellikle ahirzaman dönemi ile ilgilidir; dokuzu da kıyamet ve ahiret ile ilgilidir. Bu 18 âyetin izahına girmeden önce, kısa bir değerlendirme yapmak gerekir. Şöyle ki:

Başta, bu sûrenin konusu peygamberliktir, diye tesbit etmiştik. Evet, peygamberler içinde Hz. Muhammed’in yeri çok önemli olduğundan, sûre içinde diğer peygamberlere temas edilmekle beraber, Hz. Muhammed’in peygamberliği üzerinde çokça durulmuştur. Çünkü, sûre içinde görüldüğü gibi, en kapsamlı görev onundur. Ve çünkü, o ahirzaman peygamberidir... Ona karşı gelen, yani ona düşmanlık besleyen başka hiçbir dinî meziyeti kalbinde tutamaz; ancak münafık olur.

Bu son 18 âyet, bu sûrenin bir çeşit hülasası gibidir. Yani, bu âyetler, dinin ve peygamberliğin iyi anlaşılması için, Hz. Muhammed’in peygamber şahsiyetinin iyi anlaşılması gerektiğini bildirir... Ve sûrenin çoğu onun çekirdek şahsiyeti olan beşeriyeti ile alâkalı da olsa, bu son 18 âyet daha çok onun evrensel şahsiyetine ve peygamberliğine bakıyor.

Ve onun peygamberliğinin temeli, esası, gayesi de, ahiret hayatının teminidir; fanilik ve yokluk tehlikesinden insanın kurtulmasıdır... İşte bu konuda hiçbir felsefe ve ideoloji, bu din ile rekabet edemez... Bu mânâda, Hz. Muhammed’in peygamberliği, bütün geçmiş peygamberleri temsil eder. Onun için, Üstad Bediüzzaman Said Nursî, bu sûrenin son âyetlerini, Otuzuncu Sözün Birinci Mebhasında, bu mânâ ile tefsir ediyor. Orada, umumî peygamberlik ile felsefeyi karşılaştırıyor.

Evet, peygamberlik, kâinat için, dünya hayatı için vazgeçilmez bir güneş gibidir. Onu söndürmeye teşebbüs edenler, başta kendilerine, sonra kâinata zarar vermiş olurlar. Evet, peygamberlik ve iman, kâinatın bilinci ve aklı gibidirler. Felsefî ve beşerî görüşlerin zoruyla kâinatın belleğinden kaybolduğunda, dünya delirir; bir kıyamet, dinsizlerin başına kopar... (Bkz. Otuzuncu Lem’a, Beşinci Nükte).

Âyet: 56

“Gerçekten Allah ve melekleri (yani kâinattaki bütün gaybî gerçekler) peygamberliğin görevinin öneminden dolayı peygamberi destekler, onun gücünün artması için, ona rahmet yağdırırlar. Siz de ey âlem-i şehadetteki mü’minler, ona şefkat ve rahmet ile yönelin, onu destekleyin ve onun o kutsal vazifesine zarar vermemeye bakın. Ona selam ve barış elini uzatın.”

Kısa Bir Değerlendirme

Allah’ın, Zât-ı Akdes olarak, hiçbir şeye ihtiyacı yoktur. Fakat, kemalâtının yansımaları olan isimleri gereği, imtihan mekanizmasındaki kemalâtın gerçekleşmesi için, peygamberini özel olarak destekler; mukaddes bir tarzda sevinir, lezzet alır ve üzülür. İşte âyetlerde “Allah” ismi kullanılırken, bazan istiğna-yı mutlak içinde olan Zât-ı Akdes kastedilir, bazan esmâ ve sıfatlarının gereği olan şuunat ve tecellîleri kastedilir.

Ayrıca, “Allah” ismi, câmi’, kapsamlı bir mânâ ifade eder, Allah’ın bütün isimlerini içine aldığı gibi, O’nun (c.c.) şehadet ve gayb yönünü de dile getirir. Onun gaybî icraatını melekler temsil eder, şehadet dünyasındaki işlerini de O’nun halifeleri olan mü’minler temsil eder.

Kâinatın ise, hem gaybî, hem şehadet (görünen) boyutu var. Allah’ın topluca kapsamlı bir tecellisidir. İşte bu hakikat manzarasından bu âyetin kısa meali şöylece toparlanabilir:

Peygamberlik kâinatta bir nokta-i merkeziye olduğundan, başta kâinatı yaratan Zât-ı Akdes ve bütün mevcudat, özellikle saf hayır olan gaybî melekler ve mü’minler, peygambere salât, rahmet ve destek dualarını iletiyorlar, ona takdim ediyorlar.

Fakat, mü’minlerde şeytanî bir boyut, yani nefis de olduğundan, onlardan o peygamberliğe bir zarar gelmesin diye, onlar ayrıca selam (yani barış) elini ona uzatmakla mükelleftirler... Meleklerde ise, fıtraten bir zarar verme kabiliyeti olmadığından, onlar için selam kaydı söylenmemiştir.”

Hülâsa, salât, desteklemek ve rahmet indirmek mânâsındadır. Selam ise, zarar vermemek mânâsındadır. Salât ve selâm arasındaki fark için geniş izahatı, Barla Lâhikası adlı kitapta bulabilirsiniz.

Âyet: 57

“İşte Allah’a (kâinat sistemine), meleklere, mü’minlere muhalefet ile tanınan diğer insanlar ki, Allah’a (çevreye), Resûlüne (İslâm dinine) zarar veriyorlar; işte Allah (Zât-ı Akdes) dünyada da, ahirette de bunları başarı ve rahmetten mahrum bırakmıştır. Ve onlar için aşağılayıcı bir azap hazırlamıştır.”

[Allah’ın, meleklerin ve mü’minlerin peygamberi desteklemeleri, kâinat içinde çok mühim bir hakikat olduğundan, 56. âyetin başında inne-i tahkikiye kullanılmıştır.

Ve bu münafıkların Allah’a zarar vermeleri, onu incitmeleri, ya Peygamberine verdikleri zarar ve incitme mânâsındadır, veya O’nun esmasının tecellîlerine zarar vermeleri mânâsındadır... Veya Allah’ın güzel bir aynası olan kâinat ve çevreye zarar vermeleridir. Yoksa Zât-ı Akdes böyle şeylerden münezzehtir.

Bu münafıklar, şahsî menfaat ve izzet için bu şekilde bu kötü muhalefete girdiklerinden, hedeflerinin tersiyle cezalandırılırlar, başarısız kalırlar, ve sonuçta aşağılanırlar.]

Âyet: 58

“Bunlar, Allah’a (evrene) ve Resûlüne (İslâm’a, dine) ve Zât-ı Akdes’e ve O’nun elçisi olan Hz. Muhammed’e muhalefet ettikleri ve eziyet vermeye çalıştıkları gibi, mü’minlerin cemaatine de—özellikle namus konusunda—eziyet vermeye çalışırlar. Mü’minlerin hiç yapmadıkları şeylerle onlara iftira atarlar.

İşte bunlar, büyük bir iftira etmiş olurlar, ve apaçık bir şekilde günaha girmiş olurlar.”

[Bu 58. âyet, meal verdiğimiz şekilde, 57. âyetin devamı olabileceği gibi, münafıkların ikinci bir grubuna da işaret olabilir: Kalblerinde tereddüt olanlara bakar. Zaten, 60. âyet, bu zararlı mahlukları üçe ayırmıştır: (1) münafıklar, (2) kalblerinde tereddüt hastalığı olanlar. (3) ve şehirde yalan haberler yayanlar...

Âyet: 59

“İşte ey Peygamber, bu bozguncuların zararına ve iftiralarına uğramamak için, hanımlarına, kızlarına, ve diğer mü’minlerin ilgili kadınlarına de ki, geniş elbiselerini üzerlerine örtüversinler; tanınıp eziyet görmemeleri için en asgarî ölçüdür bu...

Buna rağmen bazı kusurlar olmuşsa da, Allah Gafûr ve Rahîm’dir.”

Âyet: 60

“Eğer bundan sonra bu münafıklar ve kalbinde tereddüt hastalığı olanlar ve yalan haberlerle Medine’yi sarsanlar yaptıklarına son vermezlerse, Biz seni (yani beşerî yönünle seni) onlara musallat edeceğiz. Sonra, onlar o şehirde sana çok az komşuluk edebileceklerdir.”

[Nitekim, Medine’nin komşuları olan bütün Yahudi kabileleri sonunda göç etmek zorunda kaldılar.]

Âyet: 61

“Bunlar, daima rahat ve şefkatten mahrum kalacaklar, ve nereye sokulsalar, alınıp işkence ile öldürülecektir.”

[Demek, Yahudi katliamları1 evrensel bir suçun evrensel bir cezasıdır. İşte, 3000 sene içindeki yüzlerce nümunesi...]

Hatta, bilinenin aksine, tarihte onlara değer veren, onları vatandaş kabul eden, onları daimî koruma altına alacağına söz veren ilk insan, yine Hz. Muhammed’dir.

Fakat, onlar ona hıyanet edince, 61. âyette işaret edilen bu evrensel ceza gerçekleşmeye başladı. Çünkü, bu suçlar, bütün dinî ve sosyal değerlerin ölmesine sebep oluyordu...

Âyet: 62

“Evet, bu cezalandırma yalnız Medine’de olmamıştır. Daha önce gelip geçen kavimler içinde de geçerli olan, Allah’ın evrensel bir yasasıdır... Ve Allah’ın yasasında asla herhangi bir değişiklik bulamazsın.”

[Kıyamet kopmadığı, yani imtihan sırrı kalkmadığı müddetçe, bu ceza yasaları devam edecektir... Evet, Kıyametten önce, hangi kişi, hangi millet insanlığın ve dinin yok olmasına sebep olacak bir suç işlemişse, önce onların Kıyameti kopmuştur; yani tarihten silinmişlerdir.

Bu gibi suçlular içinde Yahudiler yine ehven kaldıklarından ve çokları önemli bir din ve diyanete sahip olduklarından, hepten silinmemişlerdir.

Fakat, meselâ Moğollar, neredeyse dünya yüzünden silinmişlerdir.]

Âyet: 63

“İnsanlar senin şahsından Kıyamet vaktini soruyorlar. Sen gayb ve vahiy diliyle de ki: ‘Kıyamet bilgisi Allah katındadır; yani gaybîdir. Sen ey insanoğlu, ne bilirsin; belki Kıyamet yakındır.’ (Yani insan imtihanı kaybetmesin diye, ve hayat ona zehir olmasın diye, Allah Kıyamet vaktini saklı tutmakla beraber, her insan onu yakın bilmeli!..)”

Âyetin Kelimeleri:

Yes’elüke,” senden soruyorlar... Evet, insanın en çok merak ettiği şey, başta kendi eceli, sonra dünyanın eceli olan kıyamet hadisesidir.

Ke,” senin beşerî şahsiyetinden soruyorlar... Sen bir beşer olarak bunu bilemezsin. Fakat nebî ve resûl şahsiyetinle sana bildirilebilir.

En nâsu,” yani halk kesimi... Yoksa, havass olanlar, Kıyametin gizlilik hikmetini biliyorlar, ona göre yaşıyorlar.

Ani's-sâati,’ Kıyamet vaktini soruyorlar. “Sâat” kelimesi lügat olarak vakit demektir. Kıyamet vakti çok önemli olduğu için, ona da mecazen “Sâat” denilir.

Bu kelime ve soru biçimi bize bildiriyor ki, insanlar, Kıyametin vaktini öğrenmekten ziyade, onun ahvalini öğrenmelidirler... Onlara lâzım olan budur. Yoksa, vaktini kesin bilgi ile bilmek onlara faydalı olmadığı gibi, belki zarar verir.

We mâ yüdrîke,” yani sen ey Muhammed veya ey insanoğlu, onun vaktini nereden bileceksin; yani bilmemelisin!..

Leallessâate tekûnu karîbâ,” belki Kıyamet yakındır. Yani ey insan, sana lâzım olan senin onun yakın olduğunu bilmendir... Onun için, sahabiler binbeşyüz sene önce Kıyameti yakın görmüşler, ona göre yaşamışlar. (Geniş izah için, Yirmidördüncü Söz, Üçüncü Dal’a bakınız.)

[Bu âyetin numarasının 63 olması, Hz. Muhammed’in (a.s.m.) vefatına, yani küçük kıyametine işaret ve remiz olduğu gibi, “Belki Kıyamet yakındır” cümlesinin ebced değeri de—şeddeler ve tenvin ile beraber—1561 eder ki, Kur’ân’da kıyametle alâkalı çok yerlerin sayısal değerleri buna çok yakın çıkıyor. (Gaybı ancak Allah bilir; fakat, bu işaretler, bizim için en azından birer uyarıdırlar.)]

Hz. Muhammed (a.s.m.), vefatından sonra, İslâm dininin başına neler gelebileceğini düşünüyordu... Çünkü, küçük bir Müslüman azınlığın, bütün dünyaya hitap etmeleri gerekirdi. Ve karşıdaki kâfir güçler, çok fazla ve kuvvetli idiler. İşte bu gelen 64-68. âyetler, küfür dünyasının akıbetini, Hz. Peygamber’e anlatıyor...

İşarî olarak, ilk üç âyet, topluca Arabistan kâfirlerinin (yani İslâm dinine karşı gelenlerinin) üç grubuna; Yahudilerine, Hıristiyanlarına ve müşriklerine bakıyor.

4. âyet, yani 67. âyet, Bizans kâfirlerine işaret ediyor.

5. âyet, yani 68. âyet, Mecûsî ve İrân kâfirlerine remzen bakıyor.1

Sonra, 69, 70 ve 71. âyetlerde, Hz. Muhammed’in vefatından sonra, özellikle âhirzaman döneminde Müslümanların düştüğü hatalar dile getiriliyor.

72 ve 73. âyetler ise, bütün bu gelişme ve oluşumların kaynağı, sebebi nedir; ve bu şekilde kurulan bu dünyanın akıbeti ve sonuçları nelerdir, diye bize açıkça bilgi veriyorlar. Şöyle ki:

Âyet: 64

“Ey Muhammed, Allah gerçekten bütün bu kâfirleri dünyada mahrum bırakmıştır. Ahirette de, onlar için çok şiddetli bir cehennem hazırlamıştır.”

[Bu âyet birinci planda müşriklere bakıyor.]

Âyetin Kelimeleri:

İnne,” tahkik için olduğundan, “bil ki...” mânâsını verir.

Allah,” yani Zât-ı Akdes bütün sıfatları ile bu kâfirlere karşıdır.

Laane,” onları mahrum ve perişan bırakmıştır. Yani, böyle takdir etmiştir.

Kelime olarak lânet, bir sövme kalıbı değildir... Belki, mânâ olarak mahrumiyet ve perişaniyet demektir.

El-kâfirîn,” yani bilinen bu bütün kâfirleri...

Ve eadde” (hazırlamıştır), yani dünyada onlara kendi lanet ettiği gibi, ahirette de onlara azap hazırlamıştır.

Saîren,” birbirini yiyen bir ateş... Evet, onlar dünyada da birbirini yediler. Cehennem hayatını yaşadılar.

Âyet: 65

“Onlar o cehennem içinde ebedî kalacaklar. (Dünyada) hiçbir dost ve yardımcı bulamadıkları gibi...”

[Evet, tarih bu haberi tasdik etmiştir. Çünkü, Arabistan kâfirleri, İslâm’dan sonra, dostsuz ve yardımcısız kaldılar.]

Âyet: 66

“Yüzleri ateş içinde döndürülünce, keşke Allah’a da (evrensel düzene veya umumî vahye) itaat etseydik, ve er-resûle (İslâm’a) da itaat etseydik diyecekler.”

[Bu âyet daha çok dindar olmayan ve İslâm’a düşmanlık besleyen Ehl-i Kitaba bakar. Evet, din ve kitap ehli oldukları halde gereğini yapmadıkları için yüzleri ak olmamıştır. Onun için, o yüzler ateşte yanacaktır ki, aklansınlar... Mutlak kâfirlerin her tarafı yanarken, ehl-i kitabın yalnız yüzlerinin yanması çok ilginçtir...]

Âyet: 67

“İşte bu Ehl-i Kitab, (özellikle Bizans ülkesi), diyeceklerdir ki: ‘Ey Rabbimiz, biz efendilerimize ve büyüklerimize (özellikle papazlara) itaat ettik, onlar bize doğru yolu kaybettirdiler.”

Âyet: 68

“Ey Rabbimiz, sen onlara iki kat azap ver. Ve onlara büyük bir mahrumiyet nasip et... (yani, ahiret mahrumiyeti).”

[Evet, büyük insanlar, hem kendi hatalarını, hem teb’alarının hatalarını çektikleri için, iki kat azap çekiyorlar.(1)

68 Kuşağı da, bütün dünya gençliğini yönlendirdikleri için, âdeta modern asrın dini haline getirilen dinsizliğin papazları olmuşlardır ve katmerli kâfirler oldukları için çok manevî lezzetlerden mahrumdurlar.]

Fakat bütün bu oluşumların bir suçlusu da Müslümanlardır. İslâm kültürü içine bir yığın yanlış bilgi kattılar, Hz. Muhammed’e yakışmayan bir şekilde onu tanıttılar, onu üzdüler!... İşte bu gelen üç âyet, Müslümanların bu hatasının üç aşamasını gösteriyor.

69. âyet, birinci hatanın başladığı ve oluştuğu dönemi ve onun sahiplerini;

70. âyet, ikinci yapılanma dönemini ve bu hatadan dönüş yapanları;

71. âyet, üçüncü devreyi, yani düzelme ve başarı dönemini çağrıştırıyor...]

Biz bu âyetleri bu şekilde yorumlamayı tercih ediyoruz. Çünkü, siyak-sibak ve kelime çağrışımları bunu gösteriyor.

Ve çünkü, sebeb-i nüzûlleri hakkında asla sağlıklı bir bilgi kaynaklarda yoktur.

Âyet: 69

“İşte ey gerçek iman ile tanınan müslümanlar! Yahudilerin Musa’yı yanlış tanıtmakla onu incittikleri gibi; siz de Muhammed’i yanlış tanıtmakla üzmeyin. Çünkü, Allah, Musa’yı onların dediklerinden beri kıldı. Ve çünkü, o, Allah katında (gayb âleminde) çok itibarlı idi.”

[Evet, Müslümanların çoğu, daha çok Hz. Muhammed’in beşerî yönü üzerinde duruyorlar. Onun (a.s.m.) metafizik, gaybî, manevî boyutu üzerinde durmuyorlar. Üstelik, onun beşerî yönüne de bir yığın uydurma rivayet karıştırıyorlar... (Nerede ise, onu ıslak aşık bile yaptılar.]

“Evet, o da insan idi, beşer idi... Evlendi, acıktı, susadı. Fakat gaybî yönüyle beşerî yumurtasından çıkmış bir Rahmanî tâvûs idi, insaniyet çekirdeğinden filizlenmiş bir Şecere-i Tûbâ idi...”

Âyet: 70

“Ey mü’minler (Allah’a ve Peygambere inananlar), böyle yanlışlara girmekle başınıza gelecek olan Allah’ın azabından sakının ve sedid (sağlam, kuvvetli, sahih) söz (ve rivayetleri) söyleyin.”

Âyet: 71

“Bu şekilde (üçüncü merhalede) Allah size düzgün iş yapmayı nasip eder, günahlarınızı (bununla) bağışlar... Evet, kim Allah’a ve Resûlüne itaat ederse, o büyük bir başarı ve kazanç elde eder.”

[İşte gerek küfrî, gerek İslâmî cenahta olan biten bütün bu işlerin arkaplanı, temeli, sebebi insandaki enaniyet ve benlik emanetidir. Allah o emaneti insana vermiş ki, onu kullansın, sonra onu sahibine iade etsin ve bu şekilde imtihan ve gelişmesini gerçekleştirmiş olsun.

Sonuçta, mü’minler hata etse de, Allah onların tevbesini ve dönüşlerini kabul eder, küfürde inad eden kâfir ve münafıkları ise cezalandırır.

Âyet: 72-73

“Gerçekten, Biz, emaneti göklere, yere ve dağlara arzettik. Onu taşımaktan çekindiler ve ondan şiddetle korktular. Fakat insan, o emaneti yüklendi. Şüphesiz, insan çok zalim ve çok cahildir.

Nihayet, Allah, münafık erkek ve kadınları, müşrik ve müşrikeleri azaplandırır, mü’min ve mü’minelerin tevbesini kabul eder. (İmtihan içinde yaptıkları hataları affeder.) Çünkü, Allah çok bağışlayan ve çok acıyandır.”

[Bu iki âyet hakkında iki kitap yazılması gerekir. Biz sizi onların mealleri ile, ve Risale-i Nur’da varolan geniş tefsirleriyle başbaşa bırakıyoruz. İşte, sırasıyla Otuzuncu Söz, Birinci Maksad; Yirmi Yedinci Sözün Zeyli, On Üçüncü Lem’a, Dokuzuncu İşareti, Ondokuzuncu Mektub, Altıncı Esas’ı size takdim edip, nübüvvet ile alâkalı olan bu sûrenin tefsirini burada bitiriyoruz.

[İslâm ümmetinin dönemlerine işaret eden, peygamberliğin etkinliğini ve neticelerini gösteren bu blok, âyetlerin sonunda enaniyetten ve azaptan söz eden bu iki âyetin sona bırakılması, âhirzamanda enaniyetten kaynaklanan şiddetli bir firavunluğun, kuru bir cehaletin ve şiddetli bir zulmün ortaya çıkacağını ve bunun sonucu olarak büyük azaplar ve belaların geleceğine işaret olduğu gibi; bu dönemdeki mü’minlerin de çok kusurları olacağına, fakat Allah’ın af ve mağfiretine mazhar olacaklarına işaret eder.]

[Bu son âyet olan 73. âyetin numarası da hem sayı olarak, hem aritmetik olarak önemli bir sonu, bir nihayeti gösterir. Yani, toplumda büyük bir farklılaşma ve bölünme olunca, münafıklık ve şirk artar, Allah da bu işe bir son verir, bir kıyameti koparır. Münafıklar ve kâfirler ceza görür, mü’minler affedilir.]