16 Ocak 2008 Çarşamba

Miraç

Bismillahirrahmanirrahim
Bugünkü konumuz Risale-i Nur içinde miraçla ilgili bazı temel anahtar kavramları açmak. Ta ki miraç risalesine birer haşiye dipnot olup Risale-i Nur’un nasıl büyük bir hakikat kitabı olduğu görünsün nasıl yüksek bir tefsir olduğu anlaşılsın. Ve biz de bu sayede bu sonsuz manevi deryadan gücümüz nisbetinde istifade etmeye çalışalım.
Risal-i Nur’un sıra numaraları dahi mucizevi bilgiler taşıyor. Mesela bu miraçla ilgili risale olan 31. Söz’ün 31. Söz olması çok ilginçtir. Tam hatırlamıyorum ama ya Hz. İbrahim ve ya Hz. Yakup olacak. Onların da Allah’la buluşması, küçük çapta dahi olsa miraçlarını yaşaması Tevrat’ta 31. bölümün 31. ayetinde anlatılıyor. Çok ilginç. Zaten üstad da miracı azami mertebede hz. Peygamber’e tahsis ederken diğer peygamberler hiç miraca çıkmamış demiyor, o kapıyı kapatmıyor. Tam tersi 31. Söz’ün ortalarında “ efrad-ı insaniye içinde bazı mühim fertler o yolda mükaleme-i ilahiyeye ve rü’yet-i ilahiyeye mazhar olmuşlardır” diyor, ispat da ediyor. Bu 31. Söz’ün ilginç bir tevafuku daha var; 31. Mektup olan Lem’alar’ın ilk Lem’ası Hz. Yunus’un miracından bahseder. Yani 31. Mektupta gene miraç ana konu. Ve üstad orada aynı Hz. Peygamber için tarif ettiği hakikat-i miracı Hz. Yunus için de kullanıyor. Mesela Hz. Peygamber Allah’ı cilve-i ehadiyet ile gördü diyor, mükalemesine mazhar oldu. Ve Ayetü’l Kübra ve diğer risalelerde “vahiy; peygamberlerin cilve-i ehadiyet ile Allah’tan aldıkları bilgidir” diyor. Çünkü Allah sonsuzdur. O sonsuza ulaşmak mümkün değil. İnsan sınırlıdır bir derce. “Allah tedelli ediyor” ayetin tabiriyle. Biz sonra o ayetlere de döneceğiz. Yani insan seviyesine, alabileceği seviyeye iniyor, o şekilde insan, büyük şahıslar( gene herkes alamaz) kalbi büyük, ruhu büyük, kafası büyük insanlar Allah’ın o sonsuz ilminden, güzelliğinden, kelamından, asırlarının ve ümmetlerinin ihtiyacına uygun bir şekilde bilgi alıyorlar, feyiz alıyorlar ve o yolu insanlara açık bırakıyorlar, ümmetlerinden isteyen oraya çıkabilir. İşin ilginç tarafı 31. Lem’a olan Şualar’ın 1. Şua’ı da üstadın miracıdır. Yani 31. mektup olan Lem’alar’ın 1. Lem’ası Hz. Yunus’un miracını anlatırken; nur-u tevhid içinde cilve-i ehadiyeti gördü, Hz. Yunus anladı ki Allah’tan başka hiçbir sebep yoktur, sadece Ona sığınmak lazım, herşey Onun elindedir. O keşifle o münacaatla Allah’a sığındı ve mucizevi bir şeklide duası kabul oldu, balığın karnından atıldı. Gerçi orda balık bizim bildiğimiz balık değil. Nefistir, üstad onu açıkça izah ediyor. Ve üstadın tefsirini destekleyen, Saffat suresinde şöyle bir ayet var; eğer istiğfar etmemiş olsaydı, nur-u tevhid içinde cilve-i ehadiyeti görmeseydi mealinde bir ayet var Saffat suresinde, kıyamet gününe kadar balığın karnında kalacaktı. Demek ki bu sıradan bir balık değil, hepimizi kıyamet gününe kadar yutacak, sıkacak nefsimizdir o balık. Nefis evrim süreci içinde nefsi yani iptidai, yani evrim derken benim kastım orada iptidai makamda, balıklar iptidai yaratıktırlar, nefis de insanın en süfli duygusudur. Ama insanı balık gibi yutar ezer sıkar. Ve 31. Lem’a olan 1. Şua’da da üstad miracını yaşamış. 33 ayetin Risale-i Nur’un makbuliyetini ispat ettiğini görmüş. Adeta Kur’an içinde cilve-i ehadiyetini görmiş Allah’ın. Böyle Allah onu destekliyor, onun hizmetini okeyliyor. Ebcedi ve manevi değerlerle 33 ayete baktığı çok müthiş bir miraçtır. Allah’ı görmek kadar net bir olaydır. Ve üstad da miracını 1. şuada yaşamış. 1. Şua, 30. Lem’a ve 2. Şua aslında bir bütündür. Hepsi de Eskişehir hapsinde yazılmış. Ve üstadın Eskişehir hapsinde olağanüstü bir seyr-u sulük içinde manevi mertebelere çıktığı görülüyor. 30. Lem’a’da, 2. Şua’da ve 1. Şua’da. Yani okuyucaları o deryaya yönlendirip onlar okusun baksın, nasıl bir seyr-u sulükün neticesi olduğu anlaşılır. Bizim konumuz, yani bir daha söylüyorum Risale-i Nur’un aslında yeni ilavelere ihtiyacı yok. Herşey açıktır, nettir. Biz sadece bu derin mesele etrafında bazı anahtar kavramları ve bazı anahtar meseleleri böyle soru cevap tarzında deşeceğiz ki, okuyucular değişik seviyelerde olur kimsenin sorusu, sıkıntısı kalmasın. Herkes o deryadan, o sonsuz feyizden payını alsın.
Önce bazı kelimelere işaret edelim. Bazı insanlar miraç yoktur Kur’an’da diyorlar, sadece İsra vardır. Üstad hazretleri şöyle onu izah ediyor. İsra, 17 surede İsra suresinde izah edilmiş 1. ayetiyle ispat edilmiş. Miraç ise Necm suresinde, 53. suredir, Hz. Peygamber’in de 53. yaşında miraca çıktığına işarettir. Şimdi, İsra suresinde yatay gelişme var. Yatay gelişme şu: Peygamber efendimiz Mekke’den Kudüs’e seyahat ettirildi gece olarak, bu yatay bir gelişme. Ve bu yatay gelişmede bütün kâinat hissedardır. Zaten İsra suresinin ana konusu odur. İnsanlar, savaşlar, ekonomiler, hukuklar, ana baba, evlatlar, namazlar hepsi birer miraç faaliyetidir, yatay bir gelişmedir. Hz. Peygamber bütün kâinatı temsilen bunu işte Mekke ile Kudüs seyahatinde yaşamış. Oradan şahsi bir dikey gelişme ile miraca çıkmış, şahsen de. Yine kâinat namına. Çünkü üstad burada mirac-ı külli diyor. Külli; yani hem bütün kâinatı ilgilendiriyor hem bütün kâinat onun peşinde yükseliyor manen. Sonra risale içinde onu ispat ediyor. Külliden kasıt o. Bireysel bir seyahat değil. Külli kelimesi bireyselliğin tersi, cüz’înin tersi. Yani öyle bir miraç ki binlerce hatta sayısız miraçları içinde barındıran bir miraçtır. Küllinin manası bu. Mesela insan türü bir küllidir, milyarlarca tirilyonlarca insanı içine alır, onun gibi. Ve hemen başında üstad izah etmiş, bu temel kavramlardan bir tanesi. Benim en çok sıkıldığım nokta; biz avam olduğumuz için bu gayble, metafizik alemle hakaiki kâinat ve hakaiki imanla ilgili bilgileri hep üç boyutlu düşünürüz. Halbuki üç boyutlu dünya daracık bir alandır, imtihan gereği olarak biz burada sıkışmışız. Bu hakikatler üç boyutlu dünyaya sıkışmaz. Yani Hz. Peygamberin miracı böyle füze gibi uzayda, yıldızlar arasında bir seyahat değil. Bu uzay üç boyutlu alandır o öyle değil. Zaten üstad izah edecektir. Yüzlerce cümlelerinden bir tanesi şudur: “Erkanı imaniyenin nurlarından medet alan bir nurdur.” Yani melekler gaybi, Allah gaybi, ahiret gaybi, kader gaybi. Bütün gayb alemlerini 4. boyut ve ötelerini bilirsen ancak miracı anlarsın veya yaşarsın veya o tadını alırsın. Yoksa üç boyutlu bir dünyada 1 tirilyon kilometre gitti sonra cennete karıştı öyle değil sistem. Geçen bir arkadaşla konuşuyoruz. Allah diyor gökleri katlamış. Yani nasıl? Diyor benim bir kağıdı katlamam gibi. Yok dedim öyle değil, Allah kağıdı katlar gibi gökleri katlamamış. Allah ağacı çekirdekte katlıyor. Allah ağacı çekirdekte saklıyor. Bak Onun katlaması çok farklı. Bütün internet bilgilerini bir cd de katlıyor. Onun katlama yöntemi biraz daha genetik, sibernetik, elektronik tarzdadır. Fıtridir, ayrı bir sistemdir. Bir de burada zaten diyor; nurlarından medet alan bir nurdur. Yani üç boyutlu maddi bir seyahat cüz’î bir seyahat değil miraç. Ki akıldan uzak görünsün veya yanlış anlaşılsın. Biz öyle algılarsak öyle kabul edersek kendi elimizdeki yüksek değerli o mücevherleri küçültmüş oluruz. Değersizleştirmiş oluruz. Ve üstad dikey miracı, gayb aleminde Hz. Peygamberin miracını inkar edenlere hemen kitabın başında “innehu hüve’s semiu’l basir” ile cevap veriyor. Diyor “İnnehu” peygambere de raci olabilir Allah’a da raci olabilir. Muhakkak o, sonsuz görme ve işitme imkanına sahiptir. Yani ayet diyor ki bize, Peygamber küçük bir uzay seyahatine çıkmadı. O, fizik ve metafizik, geçmiş ve gelecek herşeyi gördü, sonsuza dek dayandı. Bak miraç budur. İnnehu Peygambere de raci olabilir. Peygamber işiten ve gören ise yani Peygamber zirveye kadar herşeyi gördü. Demek ki miraç var. Sadece Mekke ile Kudüs arasında bir seyahat değil. ( o sadece yatay bir gelişme)Allah’a raci olursa “Allah herşeyi gören ve bilendir ve tecelli olarak da kuluna Hz. Peygambere herşeyi gösterdi ve işittirdi. Demek ki miraç gene var. Ve üstad çok müthiş bir şekilde o cümleyi şöyle müntehayı miraca remzeden innehu daki zamir, bu çok ince bir çıkarımdır. Bu ayetlerin sonlarındaki fezlekeler, özel cümleler çok şeyleri açıyor bize. Millet onlara dikkat etmiyor sadece meale bakıyor, mealden çıkmıyor tabi. Ve işin ilginç tarafı Hz. Peygamberin gayb alemindeki seyahatini anlatan Necm suresi 53. sure Allah’la cilve-i ehadiyetle görüştüğünü o tecelli ile cilve-i ehadiyet ile çok yaklaştığını ve cenneti gördüğünü, binlerce büyük manevi ve maddi ayetler gördüğünü anlatan Necm suresini bizim bazı zahiri mealciler; işte Allah’ı görmedi Cebrail’i gördü. Zaten Cebrail’i Mekke’de de görmüştü. Öyle ahiret alemine gitmesine gerek yok. İşin en acı tarafı da Nur talebeleri bu son dönemde Risale-i Nur’u meallendirirken “O Allah’ı görmedi Cebrail’i gördü” diyen zahiri mealcilerin mealini kullanıyorlar risalede. Ve üstadın bütün anlattıkları tersine dönüyor. Onun için bazı abiler bu meallere karşı haklıdırlar, yani yerli yerinde kullanmıyorlar. Üstad diyor ki, Allah’ı gördü, ayetten onu istihrac ediyor. Bizimkiler bak burada yazıyor Cebrail’i gördü diyor. İşi yüzde yüz tersine götürüyorlar. Üstad Hz. Muhammed’in miracına “mirac-ı a’zam” diyor bak çok güzel bir tabir bu. Başka miraçalrı inkar etmiyor, binlerce veli ruhen çıkmış. Yüz binler peygamber hepsi Allah’la müşerref olmuşlar. Hatta Mevlana diyor ki, bir hadis naklediyor(hadis midir değil midir bilmiyorum) Fîhi Ma Fih eserinde diyor, Hz. Peygamber güya demiş ki; ben Allah’ı arşta gördüm Yunus ibni Metta balığın karnında gördü, ikisi de miraçtır, miraç miraçtır yerin önemi yok. Arada şudur; yani balığın karnında görürsen küçük çapta görürsün, arşı a’zamda görürsen en geniş çapta görürsün aradaki fark budur. Onun için üstad mirac-ı a’zam diyor. Diğer küçük miraçları inkar etmiyor. Fakat maalesef Müslümanlar miracı öyle anlatırlar ki sanki sadece bizim peygamber çıkmış. O yanlış oluyor.
Başka temel bir anahtar kavram da şudur. Üstad velayetle risaleti birbirinden çok güzel ayırıyor. Velayet; yakınlık demektir. Risalet ise Allah’ın bize yakınlığı demektir. Velayet bizim Allah’a yakınlığımız seyr-u sulük yapmamız; risalet ise Allah’ın bize yakınlığı. Birisinde peygamberlik, şeriat gelir, Allah insanlara vahiy gönderir onlara yakın olduğunu hissettirir. Bu şeriatta beşerî kişilikler daha çok kullanılır. Mesela, Risale-i Nur’da bu çok güzel bilinçli bir şekilde ayrılmış. Seriat-ı Muhammediye diyor, çünkü şeriat peygamberin Hz. Muhammed şahsiyetine bakıyor. Fakat velayet Ahmediyete bakıyor. Ahmed, Hz. İsa Hz. Peygamberi müjdelerken Muhammed gelecek demiyor, Ahmed gelecek diyor. Çünkü Hz. İsa’da velayet çok ön planda, Hz. Musa’da şeriat ön planda. Dolayısıyla Tevrat’ta Muhammed ismi bir mana geçiyor, İncil’de ise velayet, Ahmed gelecektir diye. Ve üstad bunun farkında bunu bilerek o Saf suresindeki Ahmed gelecek ayetini mucizevi bir şekilde tefsir ediyor. Mirac-ı Ahmediye diyor, mu’cizat-ı Ahmediye diyor, sünnet-i Ahmediye diyor. Yani kalp hayatıyla, ruh hayatıyla ilgili şeyleri Ahmediyeye nispet ediyor. Şeriatle dinle veya tarihle ilgili ümmet-i Muhammediye diyor mesela, şeriat-ı Muhammediye diyor. Bunlar çok bilinçli bir şekilde Risale-i Nur’da ayrılmış, anahtar kelimelerdir. Bu anahtar kelimelerden bir tanesi; velayeti risalete inkilab etti. Şimdi velayet, gölgede Allah’ı görmek, dolaylı Allah’ı görmek, küçük çapta Allah’ı görmek şeklinde icra oluyor. Peygamberimiz ise en geniş çapta, sonsuza dek bir yakınlık, bütün mertebeleri gezdi gördü yaşadı. Ve öyle sonsu. Velayetin sonu nübüvvete dönüşüyor. Yani sen gaybı biliyorsun, gaybı kuşatıyorsun zahire geliyorsun. Bütün melekutu dolaşıyorsun mülke geliyorsun. Yani velayeti nübüvvete inkilab etmiş diyor. Bu Hz. İsa’da da böyle olmuş. Hz. İsa Allah’la çok içli dışlı bir peygamberdir. Zaten babasız yaratılması da ayrı bir önem taşıyor. O kadar yüksek bir velayeti var ki kendisi vahiy olmuş bu sefer. nübüvvete inkilab etmiş, kendisi vahiy olmuş. Yani her şeyiyle vahiy olmuş. Kur’an’da bu vurgu var. “kelimetün minallah ve ruhu mintüm isa” İsa Allah’tan bir vahiy kelimesidir ve bir ruhtur. Gerçi beşerî boyutu var İncil’de de bu vurgulanıyor. İnsanoğludur aynı zamanda, Meryem oğludur. Fakat kendini öyle velayete vermiş ki ne devlet var, ne siyaset var, ne dünya var, ne evlilik var. O tamamıyla velayet boyutundan gitmiş.
Bizim dikkat etmemiz gereken bir kavram da bu miraç bahsinde; üstad 24. Söz’de de, biz Risale-i Nur’da Esmaü’l Hüsna programında da hatırlattık ve bu miraç bahsinde de. Yükselmeyi yanlış anlıyor bizimkiler, füze gibi uzaya tırmanma anlıyorlar. Halbuki üstad füze gibi bir yere gidersen Allah ordadır orda bulursun demek istemiyor. Nasıl Allah’ı bulursun? Allah sonsuzdur, görünmez. Şöyle diyor bir metrelik bir ismin alanını göreceksin, sonra 1 kilometrelik, sonra 1 trilyon kilometrelik, sonsuza kadar Allah’ın Hâlık ismini, Rab ismini, Kelam ismini sıfatını, Kadîr ismini ve diğer bin bir ismini gördüğün zaman en geniş çapta, genişleme tarzında yakınlıktır. Bunu üstad başka risalelerde devlete yakınlıkla ifade eder. Mesela Ankara’ya gidince devletle karşılaşmıyorsun. Çünkü devlet ele avuca gelecek bir şey değil. Fakat bütün bakanlıkları gezersen, bütün devlet dairelerini gezersen, bütün memleketi dolaşırsan yatay olarak işte devleti görmüş olursun. Yatay gelişmede Allah’a yakınlık var. Zaten Allah bize çok yakın, biz uzağız. Ben şöyle uzağım; Türkiye’nin bütün kilometrelerini dolaşmaktan çok uzağım. Dolayısıyla devlete yakın değilim, ulaşamıyorum. Ama devlet istediği zaman istediği karakolla, okulla bana ulaşabiliyor. O bana çok yakın. Bunu özellikle vurgulamak istiyorum, değiştirmemiz lazım. Yani güya peygamber Ay’a gitti, Venüs’e gitti, oradan biraz daha gitti ahirete karıştı, biraz daha gitti Allah’ı buldu değil. Zaten bu yakınlığın ismi Kabı Kavseyn diye geçer. Bu da bir tabirdir, temel bir anahtardır. Kabı Kavseyn iki yay uzaklığı. İki yay diyor bu çok müthiş bir tabirdir. Üstad diyor, biri vücub yayı, biri imkan yayı. Vücub ve imkanı da biz bilmiyoruz. Bunlar da temel kavramlardan biridir. “Vücub” Allah’ın sonsuzluğundan ve ebediliğinden kinayedir. Böyle bir kaya gibi ölümsüz bir kaya bir varlık değil. İmkan da fani şekillerden ibaret. Fani şekiller sınırlı, fani şekilleri sembolize eden bir yay var. Kavs yay demek. Bir de sonsuzu temsil eden vücubu temsil eden bir yay var. İki yay birbirine çok yakınlaştı. Zaten bu doğal olarak da böyledir. Allah kâinatı öyle sonsuz bir tecelli ile işin içine giriyor ki küçük bir şeyde sonsuz gücü sığdırıyor, sonsuzda küçüğü yaşattırıyor. Yani her yerde bu Kab-ı Kavseyn var zaten. Böle 1 trilyon kilometre ötelere gidip Kab-ı Kavseyn yaşanılmaz. Sen istersen oturduğun yerde Kab-ı Kavseyni yaşarsın. Yani küçük, sınırlı daireyi eğriyi kavs eğri demek yay biraz eğridir. Onu aşarsan otomatikmen vücub alemiyle karşılaşırsın. Vücub alemi her yerde var. İstediğin zaman, zaten diyor ki; inkişaf-ı kurbiyettir. Yani Allah’ın yakın olduğunu keşfetmektir. Bir yere gidilmemiş. Gidilmiş şöyle gidilmiş; Halık isminin sonsuz mertebeleri katlanmış, görülmüş, gezdirilmiş, yaşanmış. Rab isminin sonsuz mertebeleri katlanmış, yaşanmış, gidilmiş, gezilmiş. Fizik ve metafizik alem hepsi görünmüş. Ama bir yere gitmemiş. Bedenen mi? Beden ruhlaştı diyor üstad. Yani ruh süratinde hepsini yaşadı. Beden o sürate ulaşmaz. Beden çünkü üç boyutludur, sınırlıdır fakat peygamberlerin bedeni ruhlaşabilir, ruh süratinde gezer. Ama bu gene bizim bildiğimiz füze gezmesi gibi bir gezme değil. Bir yaşamaktır. Aslında beden bir yere gitmemiş. Zaten, bir anda döndü geldi, diyor. Sonra biz namaz miraçta nasıl anlatıldı, yaşatıldı onu anlatacağız. Orada bazı meseleler aydınlanacak. Veya Amenerrasulü diyor miraçta nazil oldu. Herkes biliyor ki Amenerrasulü Medine’de nazil olmuş. Ama biz rivayetlerde görüyoruz ki Amenerrasulü ayetleri üç ayettir miraçta nazil olmuş. Herkes biliyor ki miraçtan önce de Hz. Peygamber namaz kılıyordu, namaz farzdı. Namazın farziyetini bildiren ayetler vardı. Ama rivayetlere bakıyorsun, namaz miraçta farz edildi. Sistem şöyle, onu temel bir bilgi olarak anlatayım ki mesele aydınlansın. Gayb aleminin bir anı bütün dünya zamanlarını kuşatabilir kadar geniştir. Genişlik itibarıyla. Bizim bu alemi şehadetin bir anı imtihan gereği olarak, stres, risk, yoğunluk itibarıyla sayısız gayb alemlerini yaşatabilir. Yani gayb alemine karışırsan binler mertebeleri görürsün Kadir isminin, Halık isminin binler mertebelerini görebilirsin, istersen bir incir çekirdeğinde de görebilirsin aynı sonsuzluğu, aynı mertebeleri. Yani çapraz ilişkiler var gaybla fizik arasında. Bu çapraz ilişkiler şöyle yaşanılır. Mesela bir insan Hz. Peygamber 63 sene yaşamış. Bu 63 yaş öyle yoğundur ki ebedi bir hayatı doğuruyor gayb aleminde. Ayrıca bu 63 yaş kâinatın başından sonuna kadar olmuş olacak her şeyi de içeriyor. Bu da bilimsel bir şey bugün genler bunu keşfetmiş. Yani Peygamber efendimiz uzayın boşluğuna böyle füze gibi gitmedi. Ne yaptı, geçmişi ve geleceği metafizik alemde yaşadı. Ne kadar sürede? Bizim zamanımızla bir kaç saniyede 40 saniyede. Ve bu ilmen de ispat edilmiş. Yani insan geçmişi yaşayabilir. O zaman, şimdi sen geçmişi yaşarken geleceği yaşarken o miraçta olan biten Peygamber efendimizin başına gelen her şey bir daha yaşanılmış gibi oluyor. Özellikle namaz bahsi mesela var. Namaz miracın küçük bir modeli ve üst bilince geçmenin tipik bir yaşantısı olduğu için bu namaz bahsi özellikle vurgulanıyor. Aslında oruç da bir daha farz edilmiş, zekat da farz edilmiş. Üstad miracın meyvelerinde diyor erkan-ı imaniyenin hepsini getirdi. Yani sırf namazı getirmemiş. Orucu da getirmiş, zekatı da getirmiş, haccı da getirmiş. Daha önce de bunlar vardı? Ha daha önce şeriat bazında vardı. Alem-i şehadet bazında vardı, Mekke ortamı içinde vardı. Peygamber bilgisi olarak vardı. Peki şimdi nasıl yaşadı? Onların gayb alemindeki hakikatlerini gördü yaşadı. Ve gayb aleminde geçmiş ve gelecek birden yaşanıldığı için sanki o gece her şey farz edildi her şey bildirildi, her şey oldu bitti. Bunu özellikle vurguluyorum; kâinatın sonsuzluğu geçmiş ve gelecektedir. Uzayın üç boyutlu boşluğunda değil. Zaten uzay dediğimiz alan da aslında bir kısmı geçmiştir bir kısmı gelecektir. Yani bizim sonsuzluk dediğimiz geçmiş ve gelecek ezel değil mi? Ezel ve ebed. Zaten üstad bütün risalelerinde ezel ve ebed kavramını kullanıyor. Sultan-ı ezel ve ebed.
Ve burda namaz önce 50 vakit farz oluyor. Sonra Hz. Musa onu 5’e indirtiyor. Birkaç kere Hz. Peygamber gidiyor geliyor. Biz ve bazı muhaddisler o hadisi başta mevzu sandık, çünkü senedi çok kuvvetli değil. Sonra üstadın bir ifadesi miraç risalesinde ve diğer risalelerde “velayet bir hüccet-i risalettir” diyor. Yani Peygambere vahiy geliyor ama o da tam kuşatmıyor kâinatı, sonsuzluğu, gaybı. Evet Cebrail vahiy getiriyor ama perdeli kalıyor bazı şeyler. Ne zaman gayb alemine karıştı; cenneti gördü, cehennemi gördü, Allah’ın cilve-i ehadiyetini gördü bütün işlerin mahiyetini, özünü gerçeğini gördü, işte o zaman şeriatın da Kur’an’ın da yüzde bir trilyon hak olduğunu sonsuza dayandığını anladı. Ve zaten tarikatlarda de odur. Mesela Kur’an diyor ki, abdest alın namaz kılın. Nerden bileceğiz doğru olduğunu. Ha bir veli gelir bir peygamber gelir, miraç gibi bir mucize gösterir, veya bazı mucizeler gösterir velayetiyle işte o velayet peygamberliğin delili olur. Üstadın bu cümlesinden yani “velayet bir hüccet-i risalettir” cümlesinden şunu çıkardık. Velilik peygamberliğin bir delilidir. Şimdi Peygamber efendimiz miraca veli olarak gitmiş. Veli olarak kalırsan, gaybî sırları yaşarsan, eşyanın içyüzünü bilirsen aslında günde 50 farz namaz kılsan bile azdır. Bu, İsa olarak. Zaten İsa hep namazda, yani secdede çoğu zaman. Musa şeriatı temsil eder. “Musa” kelime olarak şeriat sahibi. Su yolu demek, su yolu da şeriat demek kelime olarak. Şeriat diyor ki, ümmetin kaldıramaz. Yiyecekler, içecekler, yatacaklar, dolayısıyla birkaç kere indirimden sonra şeriatın dediği oldu. Velayet geniştir, haktır, daha tatlıdır, daha güzeldir, fakat bu dünya, imtihan dünyası olduğu için şeriatın hükmü geçerli oluyor. Onunla çerçevelemek lazım. Ve eğer şeriat dairesinde, bir insan bu beş vakti düzenli kılarsa, o miraç bilinci gibi namazlarını bilinçli bir şekilde kılarsa yine o 50 vaktin bire on mükafatını feyzini alır.
Şimdi gelelim Amenerrasulü niye özellikle. Kur’an’da altı bin küsur ayet var. Niye Amenerresulü özellikle sadece bu iki ayet. Halbuki biz biliriz ki; Kur’an da o gece hepsi kalbine gösterildi, yaşatıldı. Amenerresulü, özeti şudur: 3 ayettir. Bir ayet diyor ki; kalbinizden geçen herşeyden sorumlusunuz. Halbuki şeriata bakıyoruz, şeriat diyor ki; bir şey yapmadıktan sonra kalbinden geçmesinden sorumlu değilsin. Ama bu miraçta nazil olmuş diye bakarsak, miracı yaşamış bir insan veya namazları miraç gibi kılan bir insan artık kalbinin hatıratlarından da sorumludur. O sıradan zahirî bir mümin değildir ki şeriatın çerçevesiyle yargılansın. O kalbinden geçen her şeyden sorumludur. Amenerrasulü’nün 2. ayeti erkan-ı imaniyenin beşini ispat eder. Allah’a iman, peygamberlere iman, meleklere iman, kitaplara iman, işte beş tane ruknu. Biri ahiret. Beşi bir ayette. Ne demek yani bu ayet miraçta nazil olunmuş, bizim hadislerde ısrarla bu söylenir. Yani Peygamber efendimiz, miraca metafizik aleme geçince o sonsuz mertebeleri aşıp sonsuza yakın bir mesafeye gelince ahiretin de haklılığını, netliğini, gerçeğini gördü, peygamberlerin de haklılığını, gerçekliğini gördü, kitapların da haklılığını, gerçekliğini gördü. Allah’ın da cilve-i ehadiyetle varlığını gördü, yaşadı, sohbet etti. Miraçta nazil olması bu demek. Fiilen yaşadı. Zaten peygamber inandı diyor “amenerrasulü”. Sanki peygamber daha önce inanmıyormuş gibi bir şey anlatıyor, Medine’de inanmış gibi. Yani Peygamber gözüyle kalbiyle gördü yaşadı demektir. “Amene” orada o demek. Fiilî iman, pratik iman, gerçek iman. Son ayet ise kadere ayrılmış. Kader çok ince bir iman rüknudur. Bir ayet kısa olmasına rağmen beş rükna ayrılmış, bir ayet de kadere işte; ya Rabbi eğer hata etmişsek Sen bizi affet, irademiz var ama Senin iraden geçerli, Sen günahlarımızı affet bizi sorumlu tutma. Eğer gelişememişsek tekamül gösterememişsek Sen bizi ağır imtihanlarla kaderimizi zorlaştırma. Hadi ağır imtihanlara da bizi soktu gelişmedik ne yapalım? Bari Sen bizi kafirlere yenik düşürme. Çünkü en çok imtihanı Allah’ın müminleri kafirlerle çarpıştırmasıdır. “Fensurnâ ale’l kavmi’l kafirin” diyor. Yani Allah aslında musibetleri sıkıntıları, imtihanları sırf insanlar gelişsin diye. Zaten bu 31. Sözün 1. esası; sırr-ı lüzumu miraç. Miraç nedir? Kâinatı geliştirme gerekliliğidir. Yani Peygamber miraca çıkmasa yaşamasa onun peşinde 17. surede açıkça anlatılan ve Bakara suresinin son ayetinde vurgulanan yani işte cihadla sizi miraca çıkartır, yükseltir; ayetin açıkça hatırlattığı gibi miracın lüzumu gerekli, insanlar yoksa yerinde durur geri kalır. Allah istiyor ki her şey yükselsin. Miraç yükselme yolu demek kelime olarak. Her şey yükselsin.

Biz sonra Risalenin başında bazı temel kavramlara ayrıca döneceğiz de. Şimdi ön kavramları anlatıyorum. Bu miraç risalesinde ve diğer risalelerinde üstad hazretleri Allah’ı bazen güneşe “şems-i ezel” diyor, bazen de padişaha benzetir. Biraz önce devlet misali de verdim ya. İkisi de doğrudur, birbirine aykırı da değil. Mülk itibarıyla, şehadet itibarıyla Allah tecelli edince güneş gibi tecelli ediyor ki üç boyutlu uzayda hep yıldızlar güneşler olarak tecelli etmiş. Ve rüyada da insan O’nu güneş olarak görüyor. Arketipimizde, gaybî kalbimizde ruhumuzun derinliklerinde, genlerimizde Allah güneş olarak kaydedilmiş zaten, var içimizde. İçimizde de var, ki rüyalarımıza da yansıyor. Ben O’nu güneş olarak gördüm. Ama renkli bir güneş. Bazen de padişah olarak görüyorsun. Gayb aleminde bazı veliler. Biz alem-i mülkte mahsur kaldığımız için güneş gibi görüyoruz. Ama gayb alemine karışmış insanlar, metafizik alemi yaşamış insanlar o esma-i ilahiyenin sonsuz engin tecellilerini yaşamış insanlar Onu padişah gibi görür. Ve zaten Kur’an Onu “Rabbü’l arşi’l azim” diyor; büyük tahtın sahibi. Büyük tahtın sahibini Türkçe’ye çevirirsek ne çıkar; padişah, padişah çıkar. Arketip olarak insan rüyada Allah’ı bazen bir padişah gibi görür, bazen güneş gibi. Yani bu, doğru ve bilimsel bir şeydir. İçimize kaydedilmiştir. Ve kâinat da öyledir. Üç boyutlu uzay alanı olarak güneş olarak her şey dönüyor. Ama geçmiş ve gelecekle beraber. Ki gayb, geçmiş ve gelecek demektir. Muhtelif konularda biz bunu anlattık. Geçmiş ve gelecek olarak her şeyi her şeyle ilişkilendiren bir devlet organizasyonu gibidir. Gerçi devlet derken, Allah orda melek memurlarını kullanır ama ihtiyacı yok. Çoğu yerde cilve-i ehadiyetiyle. Yani bazı büyük melekler de Allah’ın cilve-i ehadiyetidir. Bazı büyük peygamberler de Allah’ın cilve-i ehadiyetidir. Veya cilve-i ehadiyete mazhardırlar. Allah sonsuzdur ama birim olarak küçük küçük alanlarda veya geniş geniş alanlarda ehadiyet cilvesiyle tecelli eder. Orayı bir alan yapar.
Kab-ı kavseyni konuşmuştuk. Kab-ı kavseyn iki eğri çizgi demek, iki eğri yay demek. Birisi vücub aleminden. Fakat vücub dediğimiz belli bir alan değil yani uzayın sonunda vücub gerisi burası değil. Bir kısmı da imkan. Sınırlı ve şekli belli şeyler imkandır. Sonsuz ve ebedî ezelî olan şeyler vücubdur. İkisi de eğri, çünkü kâinatta düz çizgi yok derler ya. Öyle fizikte bir kaide var. Her şey hafif bir eğridir. Eğrilik sonsuzluğun işareti. Aslında küçük şeylerde de sonsuzluk yakalanabilir. Sonsuzda da sınırlılık cilve-i ehadiyetle yakalanabilir.
Bu temel anahtarlardan bir tanesi de semavat bahsidir. Üstad burada (Allah ondan ebediyen razı olsun mertebesini daha âli etsin) üç tane görevle mükellef. Bir dinsizlere karşı hakaik-i imaniyeyi ispat eder. Bir tanesi; bigi verir Kur'an'ı tefsir eder ayrıca. Bir tanesi de aynı bir mürşid gibi o imani hakikatleri okuyucularına talebelerine yaşattırmak ister. Şimdi her risalede bu üç görev içi içe geçtiği için ayrıştıramıyoruz bazı bilgileri yanlış değerlendiriyoruz. Mesela; semavatla ilgili yedi tane görüş anlatır burada 12. lem'a'da. Hepsi de bir açıdan doğru. Ama üstadın kabinden geçen bir gerçek mana var ki o en sonuna bırakmış. Diyor ki; bütün bu üç boyutlu uzay bir semavattır, başka altı semavat daha gayb aleminde vardır. Ahiret, berzah, misal başka adını bilmediğimiz alemler. Üstadın tercihi bu. Biz de hakikatleri bilirken yaşarken üstadın tercihine dikkat etmemiz lazım. Yoksa bir dinsizi materyalist bir insanı sustururken atmosfer tabakalarıyla da susturmuş. Ama üstadın gayesi o değil. varlık sırf atmosfer tabakalarından veya güneş sisteminin tabakalarından ibaret değil. Semavatı da bilmemiz lazım. Semavat yüksek yer demek kelime olarak. Biz hep sanırız ki yedi semavat var gerisi arştır... hep üç boyutlu düşünürüz ve hep yanlış yaparız. Halbuki semavat da külli bir kavramdır. Özeti şudur; yedi çok demek zaten Arapça'da. Kainattaki bütün alemler alemciklerin bir seması var. Yani yönetildiği nokta. Mesela; hücrenin arşı DNA'dır oradan yönetilir. İnsanın arşı beynidir, dünyanın arşı atmosferdir. Yani nerede bir organizasyon varsa orayı yönetecek bir idare merkezi olur. Peygamber'in miraca çıkması demek; bütün alemleri gördü ve bütün alemlerin idare merkezlerini de gördü. Peygamber göklere çıktı ne demek; bu demek. Zaten üstad burada kelimeler içinde açıklıyor. Bütün mertebeleri gördü, bütün alemleri alemcikleri gördü. Yani hem manevi hem maddi alanlarını gördü. ve bir noktada Cebrail melek olduğu için onun gücü kainattaki bilgilerle sınırlı. fakat insan öyle bir yaratık ki kainattan daha büyük. Cebrail’in çıkamadığı yere Peygamber çıktı, daha ilerisine gitti., sonsuza. Cebrail dahi sınırlı kaldı. peygamber efendimiz daha öteye sonsuza uzandı. mesela biz meleklerde bazı konularda üstünüz. melekler bizim gibi yemez içmez, bazı şeyleri tartamaz. Ama insan daha sonsuza gidebilir ki, hani rivayetlerde öyle anlatılır. İşte bu noktadan sonra Cebrail dedi daha çıkamam sınırım bitti Peygamber çıktı. İnsan meleklerden üstündür.
Bu temel kavramlardan bir tanesi de; her semada bir peygamberle görüştü. Biz yine bu işi tersine çeviriyoruz, sanki bir galakside İsa varmış, bir galakside Musa varmış, birisinde Nuh varmış, birisinde Adem varmış. Bu böyle fizikî bilgi değil. Her peygamber bir sahs-ı küllidir, bir manadır, şahs-ı manevidir. Hakaik-i kainatın temel hakikatlerinden birisini temsil eder. mesela İsa vahyi, Yusuf Arap kültürünü İslam kültürünü, İdris ilmi, Nuh peygamberliği, Adem medeniyeti, Musa şeriatı, Harun velayeti. Tevrat'ta Kur'an'da hep işaretleri var bu kavramların, hadislerde de var. Yani Peygamber efendimiz miraca çıkarken o gaybi metafizik alemlere bütün bu külli şahısları da görü. Niye yedidir, yüz yirmi dört bin peygamberi görmedi. Temel kavramlar yedidir çünkü ondan. Yoksa bütün peygamberleri görürdü. Bu üç boyutlu bir bilgi değil. Metafizik alemde sonsuz hakikatler kavramlar var. Mesela ilim hakikati kainatın bir gözü kulağı gibidir. Kainatın ruhunun bir parçasıdır, her yerde var. Medeniyet kainatın bir realitesidir, bir hakikatidir. İslam kültürü Yusufla temsil edilir, bir hakikattir, bir küllidir. İşte peygamberli de öyle. Peygamber her semada bir peygamberi gördü, neden? Çok ilginçtir ki ilk önce Adem'i görüyor, halbuki Adem ilk peygamber. Yani o arketip olarak, gaybî olarak. Çünkü en alt katmanda medeniyet medeni bilgi gelir. Sonra kelam gelir sonra şeriat gelir, sırasıyla şimdi ben tam hatırlamıyorum. Diyelim ki İbrahim tevhidi temsil eder, 7. gökte. Tevhid hepsinin üstünde. Yusuf dengeden ibaret İslam denge dinidir, 4. semada. Böyle değişik rivayetler var zaten. peygamber'in miracı şu; bütün metafizik semaları alemleri gördü, hakikat-i ilmi, hakikat-i dini, hakikat-i nübüvveti, hakikat-i tevhidi, hakikat-i İslam'ı hakikat-i medeniyeti hepsini gördü. ve hepsini temsil eden o peygamberlerden bir peygamberin arketipiyle şahs-ı manevisiyle görüştü. İşte o şahs-ı manevidir Musa'dır Peygamber'e akıl veriyor şeriattır. Diyor ki sen veli olarak geldin 50 vakit aldın ama olmuyor işte. Yoksa Yahudilerin peygamberi bizim peygamberden üstün olduğu için ona akıl verdi gibi bir milliyetçilik payı yok yani. şeriat velayetten üstün, Musa orda akıl verdi.
Bizim ön notlarımız bitti, şimdi Risale üzerinde bir seyr-u seyahat yapacaz ki inşaallah bu mirac hakikati iyice anlaşılsın. Miraç erkan-ı imaniyenin usulünden sonra terettüb eden bir neticedir. Yani sen Allah'a tam inanırsan, meleklere tam inanırsan, ahirete tam inanırsan, kitaplara tam inanırsan, peygamberlere, kadere tam inanırsan otomatikman sen de o yola çıkarsın. Otomatik bir netice. Terettüb eder; terettüb otomatik sonuç demek. İşte sen bunları tam yerine getir, sen de o yola çıkarsın. Bu cümle çok önemli. Ve o erkan-ı imaniyenin nurundan feyiz alan bir nurdur. Yani miraç maddi fizikî, üç boyutlu bir seyahat değil. İlmî ve nurani bir hakikattir. İlmî ve ruhani, ruhani diyorum çünkü bedeni de ruhlaştı. Bedniyle gitti ama bedeni de ruhlaştı. Burada izahı gelecek. Bir seyahattir, ilmî ve nurani bir seyahattir. Üstadın kendi cümlesi, ben kendim okuyorum. Şimdi gelelim Üstad bu miraçla ilgili ayetleri ne kadar güzel tefsir etmiş. Mealen, sübhanellezi esraa abdihi leylen minel mescidil harami; geceleyin mescidü'l haramdan kulunu mescidü'l aksaya yürüten Allah sübhandır. Neden sübhandır. Çünkü dünyada her şey karışık karmaşık görünüyor, çetrefilli, anlamsız gözüküyor. Miraçla bu kutsallık sübhaniyet tecelli etmiş. Allah'ın hiçbir kusuru olmadığını herşeyi yerli yerinde yarattığını, her şey anlamlı dengeli güzel olduğunu göstermiş. Onun için surenin başında "sübhane" geliyor. Ha bu zıtlar var harpler var darplar var bu, dünya için. Çık metafizik aleme gayb alemine, engin bir alem güzel bir alem sonsuz bir cemal var. "Abd" diyor; eğer sen de abd olursan sen de küçük bir miraca çıkarsın. "Gece" diyor; çünkü gece dış duyular kapanır iç duyular açılır. İşte miraç iç duyuların açılımıdır. "Mescidü'l haram'dan" mescidü'l haram dört köşedir, maddi dünyayı sembolize ediyor. Mescidü'l aksa yuvarlaktır metafizik alemi temsil ediyor. Maddi dünyada bereket yok mu, bak Kudüs'e bereketli yer diyor, yuvarlak kubbe. Sanki Kabe'de bereket yok. Hayır Kabe'de de bereketler var ama yuvarlağın yani sonsuzun bereketleri sınırlı dünyanın bereketlerinden fazladır. Onun için Kudüs'e bereketli yer dedi. Niye çıkarttı? Ki bazı ayetlerimizi gösterelim ona. Yani varlığa varlık katmak, aydınlatmak her şeyin özünü anlatmak için. Burada kullanılan duygu nedir? Semi ve basirdir. Çünkü Allah semi ve basirdir. İnsanlara da bunu yaşatır gösterir, işittirir. Ve Peygamber de cilve-i ehadiyetle sonsuz bir gözle kulakla bütün bu kainatı okudu dinledi işitti. Sonra imtihan dünyası geliyor. Necm suresine geçiyor. Kur'an vahiyden başka bir söz değildir diyor. Aslında diyorya miraç velayet-i Ahmediye’dir yani. Velayet ta küçüklüğünde başlamış Peygamberimizin ayrı bir istisna kişiliği var. Günahlardan arındırılmış, mucizeler yaşattırılmış, irhasatlar yaşattırılmış. Sonra Kur’an’la müşerref edilmiş. Yani onun bütün ömrü seyr-u süluktür zaten bir velayettir. Bir kısa dönem de gayb alemine karıştırılmış yaşattırılmış bir daha şehadete geçmiş. "Allemehü şedîdül kuva" çok güçlü, bütün kuvvetlerin sahibi olan Allah ona öğretti. bak küllidir. Üstad diyor her veli miraca çıkar fakat Hz. Muhammed'in velayeti küllidir. O vahyedilen bir vahiydir. Yani bütün kainattan geliyor o vahiy. Küllidir, bütün esmadan süzülüyor geliyor o vahiy. Kim öğretmiş?

Hiç yorum yok: