16 Ocak 2008 Çarşamba

MERYEM SURESİ

بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِ


MERYEM SÛRESİ

( İslam Târihine Bakan Veçhesiyle Tefsiri. )

Mekke’nin İlk Yıllarında Nâzil Olmuştur.

19. Sûre, 98 Âyettir.


BİR GİRİŞ

Eskiden beri 19 rakamının vahiy ile ve Allah’ın İsm-i A’zâmı ile alâkadâr olduğunu âlimler keşfetmişler. Kur’anın sayısız mânevî mucizelikleri yanında 19’ lu lafız, kelime ve âyet tevâfukları da âdeta sonsuz ihtimallerden bir ihtimal olarak denk gelmiştir. 19 tevâfukları ile ilgili kitabımıza bakabilirsiniz.

Bediüzzaman Said Nursî’de, 19. Söz’ü, Hz. Muhammed’in risâletine, 19. Mektub’u O’nun ( Ahmediyet ve velâyet boyutu olan ) mûcizelerine ve 19. Lem’a’yı da O’nun ( A.S.M. ) başta iktisat olmak üzere ahlâkına ayırmıştır.

Evet, Hz. Muhammed de, vahiy de Allah’ın İsm-i A’zâmıdırlar. Yani en büyük ve en geniş olan ve evrensel aklı ve bilinci ifade eden O’nun görüntüsü ve yansımasıdırlar. Evet, Kur’anı bilenler görüyorlar ki vahyin bir ismi de “ Fadlu’l-Azîm” dir. Yani vahiy, ekstra bir yansımadır ve kâinatın bilincine ekstra bir destektir. Ve sonsuzluğa ve ebediyete doğru bir yönlendirmedir. Allah’ın güzel isimlerinden biri olan “ Zü’l-Fadli’l-Azîm” ( Büyük fazıl sahibi ) kelimesinin ebcedî değeri de 19’un katıdır. ( 2698/19 = 142 )

Bu sûrenin ana konusu vahiy ve vahyin sonsuz bilinç şekilleri olduğundan biz bütün yönlerini tefsir edemeyiz. Sadece İslam Târihi’ne ve Varoluş’un içindeki sonsuz bilince bakan mucizeliklerini göstereceğiz; o da gücümüz nisbetinde...

Fazla tefsire girişmeden önce sûrenin temel noktalarını teşkil eden beş kavramı önceden bir miktar açmamız gerekir. Ki zihin o sonsuz bilinç içinde kaybolmasın; Allah, Rahman, Rab, Kitap ve Nübüvvet…

ALLAH; kelime olarak mabud ( tapılan ) demektir. Ve ancak sonsuz olan gerçeğe tapılır ve ancak sonsuz olan varlık, sonsuz bilgi ve bilinç sahibi olabilir. İşte sûrede geçen 8 Allah isminde bu nükteye dikkat edilmiştir. Tefsir yaparken bunları açıkça göreceğiz.

RAHMAN ismi ise, o sonsuz gerçeğin ve varlığın, müşahhas yani somut olarak tecellisi ve görünmesidir. Fakat bu somutlaşma realitesi için Celal ve Cemal gibi bir dualite ve diyalektik gerekiyor.

Ki, Rahman ismi sûrede, Allah isminin iki katı olarak 16 kere, geçmiştir. ( 8’in iki katı ve diyalektiği )
Evet, dinin bazı konuları soyut ve sonsuzdurlar. Mânâ ve yazılım üretmek için o sonsuz varlık iki imkâna, iki boyuta girip diyalektik ve zıtların çarpışması sûretiyle gelişir. Ve sonsuz nümûneler üretilerek yine o soyut varlığa varır. Onun için İsra sûresinde “ İster Allah deyin, ister Rahman deyin, bütün güzel nitelikler ( o ) varlığındır ” diye buyuruluyor.

Evet, gerçekten bu diyalektik gerçek ile alakalı olan bütün âyetlerde Rahman ismi kullanılmıştır. Bu da Kur’anın kelime seçiminin dahi sonsuz bilinç ifade ettiğini gösterir. Acele etmeyin sûre içinde bunu net olarak göreceksiniz.

RABB kelimesi ise, Rahmâniyetin ve somutlaşmanın gereği olan diyalektik süreci bazen normal olarak, bazen fazıl ve ekstra olarak geliştirmek, zirveye çıkarmak, mânâ ve kemalât üretmek mânâsına gelir. Dualite ve Rahmâniyet sürecinde abes ve absürt bir şeylerin kalmaması için varlıkları daima geliştirmek ve gayb âlemine mahsulât göndermek içindir. Aslında Rabb kelime olarak sahip demektir. Evet kâinat sahipsiz ve absürt ve mânâsız değildir. Sonsuz güzellikte mânâlar ve varlıklar üretmek için kurulmuş çok denklemli bir mekanizmadır. Bu ekstra terbiye ve geliştirme genellikle vahiy gerçeği ile olduğundan bu surede Rabb ismi 23 kere geçmiştir. Hz. Muhammed’in hayatındaki vahyi, vahyin sürecini ve etkisini gösterir. Zaten Rudi Paret gibi büyük dilbilimciler, Kur’anda anlatılan peygamberlerden maksat Hz. Muhammed’dir diyorlar. Ben de o kanaatteyim. Onun için sûreyi İslam Târihi açısından tefsir ediyoruz.

KİTAP: Bu kelime, yasa, önemli yazılım, maddî ve mânevî kader kitabı, kâinatın kalbinde olan evrensel arketipler, başka bir tabir ile “ ide ” ler veya a’yân-ı sâbite demektir ki, bütün peygamberler, bütün misyonlar, bütün önemli varlık kategorileri kâinat kitabının birer ana damarları olarak daima varlar. Ve tekrar tekrar az farklarla somutlaşıp vücuda geliyorlar.

Evet, kâinat kitabı çok boyutlu ve çok renkli ve çok ana konuları içeren bir nehir gibi akmakta ve o ana konular tekrarlanmaktadırlar. Yani kâinat iki boyutlu bir sayfa gibi olmayıp çok boyutlu bir bilinç dehlizi veya bir nehir gibi gelişmektedir. Onun için âyetler kitaptan bu gerçeği ve bu misyonu ve peygamberi de “ an ” demeyip de, “ Kitap içinde onu an ” diyor. Bazı müfessirler “ Burada kitaptan maksat Kur’anın mushaf şeklidir ” demişlerse de, bu çok sağlıklı bir yorum olmaz. Çünkü sûrenin indiği zaman mushaf da, kitap da yoktu. Ve sûre içinde sûrenin dizaynından anlaşıldığı gibi, bu tâbir kâinat kitabının ana karakterleri ve ideleri olan evrensel yasalar için kullanılmıştır.

NEBİY VE NÜBÜVVET: Bu nübüvvet kelimesi terim olarak vahiy ve vahiy almak mânâsında olup o kâinatın metafizik boyutundan yani geçmiş ve geleceği içine alacak şekilde kâinat ile ilgili evrensel ve âdeta sonsuz nitelikli haber ve bilgi demektir. Kısacası Türkçede evrensel ve ebedî değişmez bilgi demektir ki, tıp, özellikle biyolojik bilgiler de bir misyon olarak bu kavramın içine girebilir. Yani metafizik olarak kâinatın geçmiş ve geleceği ile ilgili bütün müsbet bilgiler bir nübüvvet görevini görürler, bir nevi vahiy gibidirler. Zaten vahiy kâinatın bilmem kaç milyar sene öncesini ve sonrasını yansıttığı için ona İlâhî bilgi diyoruz. Ki bu bilgiler insanın DNA’sında ve beyninde kayıtlıdırlar. İhtiyacın ve sonsuz İlâhî sistemin tetiklemesiyle ortaya çıkarlar. Evet müsbet pozitif ilimler birer misyon olabilirler, yani kâinattaki ana misyonlardan biri olan bir damarı keşfedebilirler ve gösterebilirler. Onun için Hekim Lokman tıbbı nübüvvete tercih edebilmiştir.

Fakat felsefe insanda sadece üst korteksin bir faaliyeti ve düşüncesi olduğundan, ana arter sayılmaz, evrensel misyon olamaz. Çünkü üst korteks daha çok ânî ve sınırlı düşünce çerçevesinde kalır. Ve bu farktan dolayıdır ki, felsefî ekoller müsbet ilimlere ve dinlere karşı daima geride kalmışlardır. Ve genellikle, küçük-büyük, açık-kapalı, sınırlı-sonsuz gibi diyalektik karşılaştırmalarda dine karşı felsefe aciz kalmıştır.

Evet din ile felsefenin mukayeseleri için bir çok kitap ve makale var. Biz işi onlara bırakıp şurada sadece şunu deriz:

“ Felsefe, günlük düşüncelerde ve dünyanın zâhirî yapısında güzel şeyler bulmuştur. Ve bulmaya devam ediyor. İşte eğer, bu faaliyetini evrensel ve kâinatın geçmiş ve geleceği ile ilgili ontolojik temel bilgilere dayandırırsa yani Süleyman’a teslim olursa güzel neticeler ortaya çıkar. Derin bilinç ile üst korteksin güzel bir diyalektik sonucu ve çiçeği doğar. ” ( Neml, 44 )

İşte şimdi Kur’anın bu sûresinin derin okyanusuna dalıyoruz. Sonsuzluğu, realiteyi sağımıza; düşünceyi, eleştiri yeteneğimizi solumuza alıp, bir takım mücevherleri ortaya çıkarmaya çalışacağız işte…

Âyet 1) “ Kâf, Ha, Ya, Ayn, Sâd ”

İşte kadîm tefsirlerde, özellikle işârî olanlarında ve Kur’anın Evrenselliği adlı tefsir çalışmamda görüldüğü gibi, bu kesik harflerin en birinci mânâsı, vahyin ismi ve vahyin uygulama sürecinin târihi olmalarıdır. Mesela, Kâf: ( Zekeriya ); Ha ( Hârun ); Ya ( Yahyâ ); Ayn ( İsa ); Sad ( Muhammed ) olabilir.

İmam Süddî ve İmam Ali’den rivayet edildiğine göre, bu dizayn Allah’ın İsm-i A’zâmıdır. Evet, bunlar vahyin şifreleri olduklarından, Allah’ın İsm-i A’zâm’ı olurlar. Çünkü, Allah en açık ve en geniş şekilde kendini maddî-mânevî vahiylerle bize göstermiştir. Ve bu harflerin sayısal değerleri de 195’ dir. Büyük ihtimal ile bunlar bu sûrede anlatılacak gerçeklerin şifresidirler.

Âyet 2) “ Bunlar, ( bu evrensel ve târihî gerçekler, kâinatı geliştirmek için yaratan ) Rabbinin Rahmetinin abdi ( kulu ) Zekeriya’yı anmasıdır ( gerçekleştirmesidir ). ”

Âyetin Kelimeleri:

“ Zikir ”, bir şeyi anmak, bir şeye yönelmek, onu içselleştirmek, gerçekleştirmek ve yaşamak demektir.

“ Rahmet ”, bütün Kur’anda görüldüğü gibi, soyut gerçeklerin somutlaşması, başarılması ve büyük bir nimet olarak tadılması demektir.

“ Rabb ” ekstra vahiy gönderip, iman-küfür gibi diyalektik süreci geliştiren, varlığa sahip çıkan demektir ki, başta gördüğümüz gibi vahiy gerçeği ile birebir ilgilidir.

“ Abd ”, tâbi olan, tamamıyla bir şeye uyan demektir. Evet peygamberler, sistemin soyut-somut bütün gerçeklerine uyan, kendisini bu düzenden muaf tutmayan ve bu şekilde sonsuzluğu yakalayan kişiler demektir ki, Hz. Muhammed bu konuda en zirve örnektir.

“ Zekeriya ” İbrânice’deki etimolojisi itibârı ile, zikir ve mesajı tam olan, önemli bir misyon sâhibi olan demektir. Kur’anda iki yerde kıssası geçmektedir: Biri Âl-i İmran sûresinde, diğeri de burada. Birincisinde, Hıristiyanlıkla ilgili olan Zekeriya’dan; burada ise, İslam versiyonu olan Zekeriya’dan söz edilmektedir, az sonra göreceğiniz gibi...

İbn-i A’rabî Füsûsu’l-Hikem’de diyor ki; peygamberler içinde en çok “ melik ve mâlikiyet ” sıfatına mazhar Zekeriya’dır. Halbuki, târihten bildiğiniz gibi, eski Zekeriya, zâhit, sadece mâneviyâtı esas alan bir şahsiyettir. Ve yine biliyoruz ki, hiçbir peygamber, Hz. Muhammed’in dini kadar, devletleşmeyi, somutlaşmayı, dünya siyasetini eline geçirmemiştir. Demek İbn-i A’rabî’nin keşfi ve bu sûrenin dizaynı bize mealen diyor ki, burada Zekeriya’dan maksat, Hz. Muhammed’dir. Evet, insanın gelişmesi için yani Rubûbiyet; ve dinin somutlaşıp icra edilmesi için yani rahmet; ve velâyetten ziyade kulluğu esas alması yönünden yani ubûdiyet ve bu üç gerçeği kutsallık içinde bir mesaj, bir zikir, bir icraat olarak yaşaması açısından târihte Hz. Muhammed’in eşi ve benzeri bulunmaz.

Evet, 1. âyette işaret edilen sonsuz soyut gerçeklik, bu ikinci âyette diyalektik sürece girip, Hz. Muhammed’in hayatında zikre, rahmete ve ubûdiyete dönüşmüştür. Onun için metafizik âlemde, Zekeriya “ Mâlikiyet ” sıfatına mazhar olarak görünüyor.

Bu sûrede, birinci derecede Hz. Muhammed’e bakan yedi arketip ( gaybî, evrensel ) şahsiyet geçiyor. İkisi İslam Târihi’nin son dönemine bakıyor. Diğerleri ise, İslam’ın ilk ve orta dönemlerine bakıyor. Bu şekilde tefsir yapmamız, tekellüflü ve işârî bir mânâ olmayıp, 700’e yakın kelimenin ittifakla bu gerçeği dile getirmesine dayanır.

Âyet 3) “ Bir vakit Zekeriya gizli bir şekilde Rabbine yalvardı. ”

( Neden gizli? Çünkü o gün itibâriyle din, özellikle İslam olmak suç idi, ve çünkü olabilirlik içinde hiçbir imkân görünmüyordu.)

Âyet 4) “ Dedi, yâ Rabbî! Benim yapım içinde kemiklerim son derece zayıflamış ve başım beyazlık ile tutuşmuş ve ben Rabbime dua ederken hiçbir zaman bedbaht olmamışım. ” ( Duam daima kabul oldu. )

( Ontolojik bazda sembolik ve gaybî dili bilen herkes bilir ki, kemik, özgün varlık yani mânevî varlık demektir. Öyle ki Farsça’da varlık ve kemik aynı kelimeyle ifade edilir. Kabirdekilerin etine değil de kemiklerine önem verilmesi bu mânevî varlık boyutu içindir. )

Evet, bu son dönemde materyalizm ve dünyevilikten dolayı İslam âlemi son derece mâneviyâttan yoksun kalmıştır. Müslümanların çoğu materyalistlerden daha çok dünyevî olmuşlardır. Ki âyet numarası da buna işâret eder. Ve buna mukabil maddî ilimler de İslam dünyasında gelişmedi.

Yani siyah saç, ilmin, özellikle tecrübî ilimlerin sembolüdür ki, kafa içinde o ilimler oluşsun diye, Allah kafada saçı bırakmıştır.

Evet, Batı’da da mâneviyât yok. Fakat onlar ilimlerde geliştiler. İslam ise eskiden tamamıyla ilme dayalı iken bu son dönemlerde o güç de zayıflamış ve ağarmıştır. Yani bizde çifte zarar var. Biz sadece eski ilimlerin külleri üzerinde oturuyoruz. Fakat İslam, denge ve hayat dini olduğundan, bu iki açığını da kapatabilir. Ki, ne zaman bir dua, bir girişim olmuşsa daima gerçekleşmiştir. Yani İslam dünyası umûmî ve evrensel projelerinde asla başarısız olmamıştır.

Âyet 5) “ Ve gerçekten ben, arkamdan gelecek yakınlarımdan korkuyorum. ”

( Evet özellikle bu son dönemde İslam’ın yakınları olan mâneviyât tarikatları ve fikir akımlarının hepsi de holdingleştiler, mâneviyâtı unuttular. Âdeta İslam sahipsiz kalmıştır.)

“ Ve benim hanımım da ( çevrem ve altyapım da ), kısır, kırsal, kıraçtır. ”

[ Evet İslam coğrafyası ve son dönemde İslam kültürü ( yanlış anlaşılmalardan dolayı ) kıraç ve kısır olmuştur. Hiçbir ürünümüz yoktur. ]

“ Sen kendi katından ( olağanüstü bir şekilde ) bana bir veli ( sahip ve varis ) ver.”

Âyet 6) “ Bendeki bilgilere de, Yakub’daki ( çilekeş ve tabiat yasalarını yenen insanoğlundaki )[1] bilgilere de vâris olsun. Ve o bu bilgileri uygulamakla senin Rubûbiyetini gerçekleştirdiğinden, senin rızana mazhar olsun. ”

( Mehdi, hem dinî bilgilere, hem de insânî ( beşerî ) bilgilere sahip çıktığından, ona “ Halîfetü Resûlullah ” değil de “ Halîfetullah ” ( Allah’ın yeryüzündeki temsilcisi ) denilir.

Âyet 7) “ İşte yedinci asırda ey Zekeriya, sana bir gulamı ( hizmetçiyi ) müjdeliyoruz. Onun ismi Yahyâ’dır. Daha önce onun bir adaşını ( bir benzerini ) yaratmadık. ”

Bu âyetin birkaç işâreti:

a) Biz sana müjdeliyoruz. ( Yani o hizmetçinin gelmesi, velâyet ve zekâvet ürünü olmayacak. ) Sistemin ihtiyaçlarının bir doğurması, bir tetiklemesi olacak.

b) İlk önce Araplar ve Ehl-i Beyt bu hizmetkârlığı yaptılar. 1071’ de bu hizmeti Türklere devrettiler. Ki “ Gulam ” ( Hizmetçi ) kelimesinin sayısal değeri 1071’ dir.

c) Osmanlıların tükenişiyle bu hizmeti Beddiüzzaman Said Nursî, Yeni Said olarak üzerine aldı.

Evet O, Yeni Said dönemi olarak 38 sene dine ve insanlığa hizmet etti. Ki “ Yahyâ ” kelimesinin sayısal değeri 38’ dir. “ Onun ismi Yahyâ’dır ” ifadesinin de sayısal değeri 144’ tür. Ki, “ Said ” kelimesiyle eşittir.

“ Onun bir eşi, bir adaşı daha kılmadık ” cümlesi de, hem mealen Bediüzzaman ( zamanında eşsiz, benzersiz ) demektir. Hem İslam târihinde böyle bir şahsiyet görülmemiştir.

Âyet 8) Zekeriya dedi ki: “ Ey Rabbim, ben bitmişim.[2] Nereden bana bir hizmetçi olacak? Hanımım ( çevrem ve altyapı ) kısır ve kıraç… Ve ben yaşlılıktan dolayı, yıkılmaya ve harap olmaya ulaşmışım. ”

( Bu son cümlenin harfleri 19 adettir. İslam’ın 19. asırdaki hâlini gözlere gösteriyor. Bir evvelki cümlenin de harfleri 16’ dır. İslam dünyasının 16. asırdan itibaren kısırlaştığını hatırlatır. )

Âyet 9 ) Allah ( veya melek) dedi: “ Bu, yani bir İslam hizmetkârının gelmesi kesinlikle olacaktır. Rabbin diyor ki: ‘ Bu bana çok kolaydır. Sen daha önce hiç bir şey iken ben seni yarattım.’ ”

( Evet İslam’ın ortaya çıkışı ve şekillenişi esbap açısından mûcizedir. Çölden, sıfır imkânlardan böyle bir gücü ortaya çıkartan kudret Ahir Zaman’da yine Rubûbiyet gereği ona bir hizmetkâr ortaya çıkarabilir. )

Âyet 10) Zekeriya dedi ki: “ Yâ Rabbî, benim için bir belirti bir işâret kıl. ” Allah dedi: “ Senin işaretin senin üç gece istisnasız olarak insanlarla hiç konuşmamandır. ”

( Âl-i İmran sûresinde üç gün ifadesi var. Burada üç gece… Evet Hıristiyanların Zekeriyası’nın son üç dönemi aydınlıktır. Fakat İslam’ın Zekeriya’sının son üç asrı karanlıktır… Âyette geçen “ istisnasız ve düzgün olarak ” mânâsına gelen “ seviyyen ” kelimesinin sayısal değeri 77’ dir. Ömrünün 77 senesini Kur’ana adayan ve insanlardan temel hiçbir bilgiyi almayan bir Kur’an hizmetkârına işârettir.

Bu hizmetkârın en çok üzerinde durduğu bir mesele de İslam dünyasının maddî savaşı ve şiddeti bırakıp mânevî ve sonsuz değerleriyle bu asrı aydınlatarak cihad etmesidir. )

Âyet 11) Bunun üzerine Zekeriya mihraptan ( harpten, savaştan ) çıkıp kavmine karşı işâretle ( vahiy ile ) bildirdi ki: “ Sabah-akşam dâima tesbih edin! ”

Âyetin kelimeleri:

“ Mihrap ” kelime olarak kale ve surdaki savaş siperi demektir. Zekeriya kıssasının Âl-i İmran’daki versiyonunda da geçiyor ve işâret ediyor ki, Hıristiyanlar dahi İncil’e aykırı olarak din için savaşacaklar.

Camilerdeki imamın namaz kıldırdığı yere mihrap denmesinin sebebi de bu yerin bir sipere benzemesidir.

“ İşâreten söyledi ” mânâsındaki “ evhâ ileyhim ” kelimesi diyor ki, vahiyden ibaret olan dinî terminoloji o gün ancak sembol ve işâret diliyle anlaşılacaktır.

“ Tesbih ” ( Aklama, temiz görme, temizlenme ) kelimesi der ki o karanlık dönemde herkes varlığı, dini, dünyayı karanlık ve absürd olarak görecektir ki, böyle bir dalâlete karşı savaş değil de mânevî paklık ve kâinatı temiz ve mânâlı görmek esas olmalı.

“ Sabah-akşam ” ifadesi, her zaman mânâsına geldiği gibi, zıtları da hatırlatır. Yani kâinat ışığıyla-karanlığıyla, hayat ve ölümüyle, iyi ve kötüsüyle pak ve anlamlı bir kitaptır, bir düzendir. İnsanlar ancak bununla kurtuluşa erebilirler.

Âl-i İmran sûresindeki kıssa ile buradaki kıssa, bildiriyorlar ki, târihte insanlığa ( Meryem’e ) sahip çıkıp onu koruyan iki din vardır: Hıristiyanlık ve İslam.

Evet, Meryem, kelime olarak zor şartları aşıp, denizi geçip İsa gibi bir neticeyi doğuran demektir. Ki, burada Meryem, Hz. Muhammed oluyor; İsa da, Kur’an oluyor. Evet vahiy insan beynindeki bütün varlığı kuşatan bilgilerin doğmasıdır. Yani İsa ( vahiy ) insanoğlu demektir, Meryem’in doğurduğu demektir. Ona mecâzen “ Allah oğlu ” denmesinin sebebi, Allah’ın onu çok sevmesi ve onu tetikleterek yaratmasıdır. İncil’de Hz. İsa için en çok “ İnsanoğlu ” tâbiri kullanılmıştır.

Fakat hem İsa için, hem Kur’an için bir Yahyâ lazımdır. Ki, bir açıdan İsevî olsun bir açıdan Muhammedî olsun… Sakın bu yorumu yadırgamayın, İslam târihindeki bütün büyük mutasavvıflar böyle yaşamışlar. Bediüzzaman da “ Ahir Zaman’ın küfür ve dalâletini ancak Müslüman İseviler durdurabilir ” diyor.

Yine ara döneme, Yahyâ ( diriliş ) dönemine dönüyoruz.

Âyet 12 “ Biz ona ‘ Ey Yahyâ, bütün gücünle kitaba sarıl! ’ dedik ve daha çocuk iken ona bilgi ve yargı yeteneği verdik. ”

( Çünkü en güzel kitap olan Kur’andan başka kaynaklar karışmış. Ve en güzel ve faydalı silah olan Kur’anın mucizelikleridir. Son cümlenin harfleri 16 adettir. Ki, B. Said Nursî bu yaşında Van Valisi’nin evinde bu kararı almıştır. Tarihçe-i Hayat’a bakınız!

“ Ey Yahya! Kitaba sımsıkı sarıl ” mealindeki cümlenin sayısal değeri 1916 eder. Bediüzzaman Said Nursi’nin savaş cephesinde Kuran’a sımsıkı sarılıp İşaratül İ’caz tefsirini yazdığı senedir.

Ve “ Ona çocuk iken, hükmü verdik. ” Cümlesi de 16 harftir. Bediüzzaman’ın 16 yaşında, Van valisinin evinde eriştiği bilgi ve yetkinlik dönemine bir ince işarettir.

Âyet 13 “ Ve kendi katımızdan ona çok ileri derecede bir şefkat verdik ve temiz sağlıklı bir yapı verdik. O da dâima kendini ( günahlardan ) koruyordu. ”

( B. Said Nursî, son derece celalli ve sert tabiatlı olmakla beraber, karıncalara dahi şefkat edecek kadar yufka yürekli idi. İşte bu çelişkiyi âyet şöyle gideriyor: “ Aslında o gayet celalli ve kızgın bir yapıda idi. Ama biz kendi katımızdan ( yani sıra dışı ) bir şefkat ona verdik. ” )

İbn-i A’rabî Füsûsu’l-Hikem’de bunu keşfen görmüş ki, Yahyâ İsm-i Celâl’e mazhardır, diyor.

Evet, târihî Yahyâ ise gayet mistik ve çekirgelerle geçinecek kadar gayet zahit bir insan idi.

Demek Kur’an ondan ziyade bizim Yahyâ’mıza bakıyor. Matta İncili dahi bizim Yahyâ’mıza işâret ediyor. Evet, rivâyette var ki, Zekeriya hızar ile parçalara bölündü. Ve Yahyâ’nın başı kesilerek, tepsi içinde oyun ve folklor vesilesi oldu. ( Matta, Bab 14’ e bakınız! )

Evet İslam dünyası ( Zekeriya’mız ) paramparça olduğundan bir şey yapamıyoruz. Ve Yahyâ’mızın başı ( bilgisi ) olan 7000 meseleyi, Müslümanlar bilmediklerinden yani Nurcular ilimden koptuğundan biz yine ağlar durumdayız.

Âyet 14) “ Yahyâ, babasına ( dinî değerlere ) ve anasına ( çevresine ) son derece yararlı oldu. O asla zorbalık ve isyankârlık yapmadı. ”

Bu âyet Yeni Said’in dört temel ilkesini bize anlatıyor:

a) Kutsal değerleri, imanı kurtarmak,

b) İnsanlara son derece şefkat etmek,

c) Hiçbir istibdat ve baskıda bulunmamak,

d) Müsbet hareket edip tahrik olmamak.

Âyet 15) “ O doğduğunda da, öldüğünde de, dirileceği günde de selam ve barıştır. ” ( O’nun üzerine selamlar olsun! )

( Bu âyet iki peygamber için kullanılmıştır. Yani bütün peygamberler, Rahmâniyet gereği, devlet kurmuşlar, silah ile cihat etmişler. Yahyâ ve İsa hariç. )

Âyet 16) “ Kitapta ( sonsuz bir varlık olan bu evrenin bir ana arteri olarak) Meryem’i de an! ( Yaşa, onun gibi ol ! ) Hani doğu tarafında bir yere gidip ailesinden bir nebze uzaklaşmıştı. ”

( Hz. Muhammed’in, ailesini Mekke’de bırakıp Hira mağarasına çekildiğini bildiriyor. )

Âyet 17) “ Onlarla kendi arasına bir perde ( engel ) edindi. Biz de ruhumuzu ( yani bütün evreni ilgilendiren bilinç meleğimizi ) ona gönderdik. O melek ( ruh, bilinç ) sapasağlam bir insan ( beşer ) olarak ona göründü. ”

( Yani bu bilgi, bu bilinç gayet sağlıklı ve evrensel ve insanoğlu için vazgeçilmez bir hakikattir. )

Âyet 18) “ Meryem’in nefsi dedi ki: ‘ Senden, bütün kâinatı diyalektik yasalarla yaratan Rahman olan Allah’a sığınıyorum. Bana dokunma. Eğer sende bu diyalektik yapıya karşı bir saygı ve koruma duygusu varsa...’ ”

( Rahman ismi ile ilgili baştaki izahâtı hatırlayın! )

Âyet 19) “ Melek ( Cebrâil, bilgi ve bilinç gücü ) dedi ki: ‘ Ben ancak seni vahiy ile terbiye eden Rabbinin elçisiyim. Geldim ki, sana sağlam bir oğlan, ( insanlığa hizmetçi ) hibe edeyim. ’ ”

Âyet 20) “ Meryem dedi ki: ‘ Nereden ve nasıl oğlum ( ürünüm ) olabilir. Bana hiçbir beşer dokunmadı. ( Yani hiçbir insânî bilgi almadım. ) Ve ben asla fâhişe değilim. ( Bilgi hırsızlamadım. ) ’ ”

Âyet 21) Melek dedi ki: “ Bu böyle olacak! Rabbin diyor ki: ‘ Bu benim için çok kolaydır. Bu vahiy, bu İsa ( Kelimetün minallah ) sana ( insanlığa ) hizmet edecek, onlar için bir belge ve bir bilgi olacak, ve katımızdan ( gayb âleminden) o soyut gerçeklerin bir somut şekli olacaktır. Bu çoktan yerine gelmiş uygulanmış bir gerçektir, bir bilinç ve ruhtur. ’ ” ( Emir Kavramı)

( Evet, insanoğlu dil ve medeniyeti öğrendiğinden beri bu bilinç ve bu vahiy yasaları uygulanmaktadır. )

“ Makzî ” ( uygulanan ) kelimesinin sayısal değeri 950’ dir. İlk vahyi alan Nûh’un ümmetine ve İslam târihinin vahyin etkin olduğu dönemine bakar ve uygulandığını gözlere de gösterir.

Evet, Kur’anda da, İncil’de de, İsa vahyin, inancın, ruhaniyetin, kutsallığın ismidir. Hıristiyan dünyası bu sonsuz hakikati 2000 sene önceki şekline münhasır yaptıklarından bugün dünya din ve İsa konusunda krizler yaşıyor.

Âyet 22) “ Bunun üzerine Meryem ( insan bilinci ) o vahye, o hizmetkâra hâmile kaldı. O hamli ile uzak bir yere atıldı. ”

( Rivâyette var ki, melek, Meryem’in cebine üfledi. O da hâmile kaldı. Evet cep kelimesi insan hafızası demektir ki, insan bilgisi hafıza ile tetiklenir, sonra bütün varlığı içeren insanın bilinçaltındaki düzenli ve mûcizeli bilgiler vahiy olarak doğar.

Hz. Musa’nın elini cebinden çıkarıp mucize göstermesi de bu manadadır. )

Âyet 23) “ İşte bunun üzerine doğum sancısı Meryem’i ( ve Muhammed’i ) hurma kütüğüne dayanmağa getirdi. O dedi ki: ‘ Keşke bundan önce ölmüş olsaydım. Ve tamamıyla unutulmuş olsaydım. ’ ”

( Hz. Muhammed de, Hz. Meryem de son derece dürüst, nâmuslu ve hayatlarında asla bir laf bile işitmeyen, yetenekli fakat hassas insanlar idi. Sonra onlara deli, sihirbaz, fâhişe, şâir, uydurucu dediler. İşte bu işin ne kadar zor olduğunu siz anlayın.

Hz. Muhammed 23 sene bu sancıyı çekti ve 1441[3] senedir çekiyor.

Âyette geçen hurma kütüğü Araplardır. Evet Hz. Muhammed iftiradan çok çok çekiniyordu. Fakat Mekke’ye gelip Araplara dayanmaktan başka çaresi kalmadı.

Âyet 24) “ O vahiy veya İsa veya Melek onun altından[4] ( kalbinden ) ona seslendi.:

- Asla üzülme!

- Allah senin altında çok sağlam ve çok değerli ( tohumluk ) dâne yaratmıştır. ”

Âyet 25) “ Ve hurma kütüğünü salla! Kendine çok sağlam ve yeni hurmalar düşürürsün. ”

( Evet Hz. Muhammed, Arapları, onların soy ağacını sallamakla çok değerli ve faydalı sahâbelere sahip oldu. )

Evet kendisi de çok güzel ve taze bir hurma olduğundan “ düşürürsün ” kelimesinin sayısal değeri 570’ dir ki, o sene ana rahmine düşmüştür. ( A.S.M )

Âyet 26) “ Ve ye! İç! Gözün dinsin, aydın olsun! ”

( Evet İsa’nın doğumu da, Kur’anın doğumu da olağanüstü olduğundan, maddî zorlukları yanında mânevî çok büyük bir sorun ve sıkıntıyı da beraberinde getiriyordu. İşte insanoğlu ( Meryem ) böyle çift taraftan yük altına girince depresyona düşer. Depresyonun en büyük sebebi üzüntü ve endişedir. Mânevî ilacı üzülmemek ve endişe etmemek olduğu gibi, maddî ilacı da tatlı yemek, içmek ve mutmain olmaktır, gözün dinmesidir.)

“ İşte ey insan, endişe etme! Eğer bir bedenden ibâret olan insanlardan birini görürsen de ki: ‘ Ben varlığı diyalektik süreç üzere somutlaştıran Rahman olan Allah’a oruç adamışım. Hiçbir insan ile konuşup, herhangi insânî ( beşerî ) bir bilgi almayacağım. ’ ”

Âyet 27) “ İşte Meryem ve Muhammed o vahiy yükünü taşıyarak onunla kavmine geldi. Onlar: ‘ Ey Meryem! Sen uyduruk bir şey getirmişsin! ’ dediler.

( Evet Mekkelilerin vahye karşı ilk tepkileri böyle oldu. Tefsirlerde “ feriyyen ” kelimesi için harika, acayip diye meal verilmişse de bu kelime iftira kökünden geliyor. )

Ben bu 27. âyeti yazarken müsvedde kağıdım, 27. sayfaya geldi. Hz. İsa’nın iftiraya uğrayıp asılmasını anlatan Matta İncili’nin 27. Babını ve Hilafetin 27. senesinde iftiraya uğrayan Hz. Ali’yi ve 27 Mayıs’da iftiraya uğrayan Adnan Menderes’i ve B. Said Nursi’nin uğradığı iftiraları, 27. Lem’a’da cevaplamasını hatırladım.

Âyet 28) “ Ey Hârun’un kız kardeşi, senin baban ( dinî ilkelerin ) kötü değillerdi. Anan ( çevren ) de fâhişe değildi. ”

( Sembol ilminde insanı yetiştiren ilkeler insanın babası ( temel dayanağı ) sayılır. Anası da çevre ve altyapı imkânları demektir.

Hârun ise, velâyet, mâneviyât ve mistisizmin adıdır ki, âyet numarası bu boyutun bir işâretidir ve Yahudilikte bütün tarikatlar ona dayanır. Demek burada Hârun’un kız kardeşinden maksat budur. Dolayısıyla bu bilgi târihî bir anlatım değildir ki, müsteşrikler Muhammed târihi bilmiyordu desinler.

Âyet 29)[5] “ Meryem ona İsa’ya ( vahye) işaret etti. Onlar: ‘ Biz henüz beşikte olan biriyle nasıl konuşabiliriz? ’ dediler. ”

( Yani vahiy ve İlâhî kelam bir mûcize olduğundan İlâhî yasalarda geçerli olan evrim ve gelişmeye tâbi değiller. Onlar ilk günde de konuşurlar ve net mesajlar verirler. )

Burada dört önemli gerçeğe değinmek zorundayız. Bunlar Kanonik İncillerde yoktur. İkisi Kur’anda, ikisi de Apokrif İnciller’de vardır. Hıristiyanlık dünyası milâdî 300’ lü yıllardan sonra yorum yeteneklerini terk ettiklerinden ve İsa’nın vahiy ve kelam boyutunu ihmal ettiklerinden onu 2000 sene önceki haline hapsettiklerinden hem Kur’ana, hem de o diğer İncillere kızıyorlar.

İşte bu dört meselenin aslı ve yorumu şudur:

1) “ Mesih ( İsa ) gelmeden önce dünyada ekmek ( gelişmiş olgunlaşmış inanç ve medeniyet ) yoktu. Âdem ( İnsanoğlu), cennette ( tabiat cennetinde ) hayvanlar gibi beslenirdi. ” ( Filip İncili )

Evet, insanoğlu ( Âdem ) ancak inanç ile ve yasa ve kelam ile ve bunların iktidarı demek olan Mesih ile tam âdem oldu.

İşte âdemin ( insanoğlunun) aslî eksikliği ve günahının ancak İsa ile bağışlandığı gerçeği de hurâfe değil belki bu mânâdadır.

2) İsa, Mecdelli Meryem ile çok ilgilenince Havariler, “ Yâ Üstad, onun ( kadının ) melekûtta yeri yok! ” dediler. İsa da, “ Öyle ise onu âdem yapalım ” dedi. ( Mısır’da bulunan Apokrif İncil )

İşte bu mûcizevî bilginin üç önemli mânâsı var:

a) Her erkek bedeni itibâri ile dişi, doğurgan ve edilgen ve maddî olduğu gibi, her kadın da rûhu, imânı, ibâdeti ve hukuku itibâri ile âdemdir, melekûta ve cennete girer. Yeter ki dindar ve medenî bir âdem ( insan ) olsun!

b) Hıristiyanlık dünyanın dört köşesinde yayıldığı halde, onun asıl yerleştiği ve evlendiği yer Avrupa ve Avrupa insanıdır. Evet 2000 senedir İsa bu bölge ile evlidir. Burada Meryem’den kasıt maddî insanlardır ki, Avrupa maddeyi ve hümanizmi çokça esas alıyor. Ve Katolik nikâhı ile İsa ile evlidir. Dikkat etmemiz gereken bir nokta da bu Meryem’in Mecdelli Meryem olmasıdır. Bu kelime mücadele ve serbest rekabet alanı demektir ki; bu değerler ancak Avrupa’da var olmuştur.

Bazı din adamlarının, o Meryem fâhişe idi, demelerinin mânâsı da şudur: Avrupa, Ortaçağ’da da bugün de bazen yasal yaşamıyor, çifte standart uyguluyor.

Demek İsa ve Kelam’ın evliliği bu mânâda imiş. Yoksa İsa’da, nefis ve şehvet yoktu. O saf bir vahiy idi. Beşeriyetten fazla melekiyet yönü vardı.

c) “ İsa çamurdan kuş yapar, içine üfler, o da kuş olurdu. Ağır hastalıkları iyileştirir, ölüleri diriltir, insanların stoklarını onlara haber verirdi. ” ( Âl-i İmran, 49 )

İşte bunun da mânâsı şudur:

Hıristiyanlığın mânevî ve kollektif kişiliği olan Batı dünyası toprak elementlerinden kuş gibi uçak yapıyor. Tıpta hiç görülmedik bir şekilde ilerlemiş. Klonlama ve sinema ile insanları diriltiyor; gıda sektöründe müthiş bir teknoloji yakalamıştır.

İşte vahiy, semâvî ( gaybî ve metafizik ) olduğundan, Kur’an da, İncil yazarları da bu boyutu yazmışlar. Târihî bilgiler onları ilgilendirmemiştir. Ben Matta İncili’ni açıklarken bu meselenin binden fazla delilini yazdım. Kitap meydandadır. Evet eski insanlar dilde, mâneviyâtta, metafizik gerçeklerde bizden 10 bin kat ileri oldukları gibi, biz de maddede ve teknolojide 10 bin kat onlardan ileri olmuşuz.

3) Demek vahyin başı ve ilk günü ve ilk hali mûcize olarak, sonundan geri değildir. Allah tarafından yani sistemin sonsuz entegrasyonu ve bir noktaya kilitlenmesi mûcize olduğundan İsa da, Kur’an da daha ilk günden konuşmuşlar, insanlara doğruyu göstermişler. Kanonik İnciller İsa’nın çocukluğu üzerinde durmadıkları için bu dört mesele gibi meseleleri atlamışlardır.

Âyet 30) “ İsa ( vahiy, kelam ) dedi: ‘ Ben, Allah’ın kuluyum. ( Sonsuz sisteme bağlı ve ona göre işleyen bir hizmetkârım. ) Bana Kitabı ( yasayı, düzeni, kutsal değerleri ) verdi. Ve beni nebi yaptı. ( Evrensel ve doğru bir bilgi ve misyon sahibi yaptı. ) ’ ”

Âyet 31) “ Ve nerede olursam olayım, beni bereketli ( gelişmeye elverişli ) kıldı. Ve bana namazı ( kişisel dengeyi ) ve zekâtı ( toplumsal dengeyi ) emretti. Yaşadığım müddetçe… ”

( Demek din ve inanç nâmına olmayan hareketler ve bağışlar, dengesiz ve bereketsiz olur. Vahiy biyolojik bir bilgi olduğu gibi, onun bereketi de biyolojik tohumlar gibi bire bir milyon olur. Diğer beşerî işler ise —o da eğer meyve verirse— bire bir olur.

Âyet 32) “ Ve anama ( insanlığa ) çok hayırlı kıldı. Beni asla zorba ve bedbaht etmedi. ”

( Evet insanlık vahiy ile maddî-mânevî çok hayırlı kazanımlar elde ettiği gibi, din ve imân, insanı gerçek insan yaparak onu kölelikten, zorbalardan, eşkıyalardan kurtarmıştır. Ve din, asla baskı aracı değildir. Din, insanı mutsuz ve bedbaht etmek için inmemiştir. Demek eğer bu hastalıklar sosyal hayatta varsa artık O ( İsa, vahiy ) ölmüştür… İnsanlar ölü değerleri değil de, metafiziğe karışan o rûhu, o bilinci geri getirmeye çalışmalıdır.

Âyet 33) “ Doğduğum günde de, öldüğüm günde de ve diri olarak haşrolacağım günde de bana selam ve barış olsun! ”

( Yani vahiy, o zıtları barıştırarak onları birlik potasında canlandırmakla barış ve esenlik sebebidir. Her halükârda, rahmeti ve ruhaniliği yani sonsuzluğu kazandırır. Bu âyetin 33. âyet olması ve harflerinin de 36 adet olması Hz. İsa’nın biyolojik yaşına ve onun 36 bin senede evrende yenilenme yaşına işaret ediyor. )

Âyet 34) “ İşte Meryemoğlu ( insanoğlu ) olan İsa budur, insanların onda şüphe ettikleri hakkın sözü ( ve yasası ) olarak... ”

Âyet 35 ) “ Allah sınırlı ve maddî bir varlık değildir ki, evlat edinsin. O sonsuz bir varlık ve bilinç ve yasadır. Bir işi yapmak istediğinde “ Ol ” der. O iş de sonsuza dek yasa olarak oluverir. ”

( Yani bütün varlığı entegre edip bir noktaya yönlendirir. Yeni bir tür ve yeni bir yasa ortaya çıkarır. )

Fakat bu işlem iki tarzda olur: Biri yasal ve umûmî; diğeri bireysel ve mûcizevî. Onun için İsa şöyle diyor:

Âyet 36) “ Allah ( Sonsuz Mutlak Hak Varlık ) benim Rabbimdir. ( Yani mûcizevî iş yapmıştır. ) Ve sizin Rabbinizdir. ( Yani sizi yasal olarak yaratmıştır. ) Siz sadece ona kulluk edin. ( Sadece O Sonsuzdur. Ve her nevi imkâna sahiptir. )

Doğru, müstakim ve orta yol budur. ( Yani doğru olan sizin yasa ile mûcizeyi beraber ve bir görmenizdir. ) ”

Âyet 37) “ Fakat insanlar hizip hizip olduklarından ( yani küçük ve sınırlı düşündüklerinden bu sonsuzluğu göremediler ), aralarında ihtilafa girdiler.

İşte böyle büyük bir günden dolayı bu tevhidi ve sonsuzluğu göremeyen bu kâfirlere yazıklar olsun! ”

Âyet 38) “ Onlar bize ( sonsuzluğun anlaşıldığı metafizik âleme ) geldikleri gün, çok net işitecekler ve görecekler. Fakat bugün o zâlimler ( dengesizler ) çok büyük bir kayıp içindedirler. ”

Âyet 39) “ Onlar gaflette iken ve inanmaz iken işlerinin görüldüğü gün onların hasret çektiği zaman ile onları uyar. ”

Âyet 40) “ Biz yere ve yerin üzerindekilere vâris olacağız. ( Onları elimize alacağız. ) Onlar bize ( metafizik âleme ) dönecekler. ”

* * *

Âyet 41) “ Ve kâinat kitabı içinde bir değer, bir model olarak İbrahim’i de an! ( Sen Meryem benzeri Kur’anı doğurduğun gibi, İbrahim gibi de tevhidi anlatmak zorundasın. ) O çok doğru ve nebi idi. ”

( Evet bir peygamber için, çok doğru ve bir daha peygamber demek anlamlı gelmiyor. Demek burada başka bir mânâ var:

1) İbrahim, bütün zıtları barıştırıp, ilk Müslüman ismini alıp tevhidin zirvesine çıkınca, bütün işleri hedefe varmıştır, hiçbir girişimi hedeften sapmamıştır. Ki, doğruluk ( sıdk ) sözlükte, sözün mânâsına, gerçeğine tam isâbet etmesi demektir.

2) Demek kim başarı ve reel mânâda doğrulanmayı istiyorsa zıtları barıştırıp tevhidi yaşaması lazımdır.

3) İşte bu hayat biçimi gerçektir, geçmiş ve geleceği, fizik ve metafiziği içine aldığından İbrahim büyük bir misyon sahibi olmuştur. Ve bu misyonu tam doğru ve evrensel olduğundan nübüvvet sahibi de sayılmıştır.

4) Yahudi ve Hıristiyanlar onun bu misyonunu bilmediklerinden, ve aldığı vahiy bilgileri ile yaptığı ibâdetler sadece İsmâil ( Arap kolu ) tarafından gelenek olarak geldiğinden ve Yahudiler Mısır’da bu geleneği kaybettiklerinden bir kısım Ehl-i Kitap, İbrahim peygamber mi idi, değil miydi diye şüphelenmişler.

5) Fakat İlâhî sonsuz bilinç Meryem’in misyonunu Hz. Muhammed ile yeniledi, İbrahim’in misyonunu ve geleneğini de yine onunla yenilemiştir. ( Bakınız, Hacc; 78 )

Âyet 42) “ O geçmişte babasına şöyle dedi: ‘ Ey babacığım, hiç işitmeyen, görmeyen ve asla sana faydası olmayan bir cansız şeye neden tapıyorsun ! ’ ”

( Târihte Hz. İbrahim babasına böyle dediği gibi, Hz. Muhammed de amcası Ebû Leheb’e böyle demiştir. Çünkü Arapçada amcaya da baba denilir. )

( Ve Zekeriya ile Yahyâ İslam Târihi’nin sonunu gösterirken, Meryem vahyin ilk geldiği günleri, İbrahim de ilk tebliği ve tevhidi emretme dönemini temsil ediyorlar. )

Âyet 43) “ Ey babacığım, sana gelmeyen bir bilgi kesinlikle bana gelmiştir. Sen bana uy, ben seni sapasağlam bir yola iletirim. ”

( Bu âyette iki önemli nükte vardır:

a) Vahye, ilim ve kesin bilgi diyor. Evet vahiy bilgileri, pozitif bilimler gibi kesin ve evrensel ve meşhûddurlar. Peygamberler onun şâhididirler. Hatta İngilizce’de maddî meşhûd ilim adamlarına profesör denildiği gibi, peygamberlere de prophet denilir.

b) Sapasağlam yoldan maksat sonsuz, ebedî ve gidilmesi gayet kolay olan yol demektir. Yani insanoğlu sınırlı, fânî, âciz şeylere tapmamalı, onlara yaslanmamalı!... Yoksa dümdüz bir yol demek pek mânâlı olmuyor.

Âyet 44 ) “ Ey babacığım, şeytana tapma! Şeytan kâinatı dualite ve diyalektik yasası üzere yaratan Rahman’ın sisteminin dışında kalmakla ona isyankâr oldu. ( Yokluğu seçti. ) ”

Âyet 45) “ Ey babacığım, ben kâinatı diyalektik düzen üzere yaratan yani Rahman olan Allah’ın azâbının sana dokunmasından korkarım. Çünkü böyle bir azap seni sistem dışına atar. Sen şeytan ve yokluk cehenneminin arkadaşı olursun. ”

Âyet 46 ) “ Babası dedi ki: ‘ Ey İbrahim, sen ilahlarım dışında başka bir değere mi tapıyorsun? Eğer bu yaptığına son vermezsen seni taşlayacağım, ve sen kızgın olarak benden uzaklaş! ’ ”

Âyet 47) “ İbrahim dedi ki: ‘ Sana selâm olsun! Senin için Rabbimden bağışlanma dileyeceğim. O, beni kuşatarak koruyor. ’ ”

Âyet 48) “ Sizi de taptıklarınızı da bırakacağım ve Rabbime dua edeceğim. Umarım ki ben bu dua ile bedbaht olmam. ”

İbrahim’in bu duasının iki yönü var:

a) Diyalektik sürecin keskinliğine rağmen sonsuz bir şefkati gösteriyor.

b) Diyalektik ve imtihan realitesini sonuna kadar işletmek istemesi ve hiçbir mazeret kapısını bırakmamasıdır.

Âyet 49) “ İbrahim onları da, Allah’ın dışında taptıklarını da terk ettiğinde biz ona İshak’ı ( maddî mutluluğu ) ve Yakub’u ( ilmi, mâneviyâtı ve çilekeşliği ) verdik. ”

[ Yani diyalektik yapı tevhid ile şirk arasından çekilince; bu sefer madde-mânâ, mutluluk ve çile ( Osman-Ali ) olarak devam etti. ]

“ Ve biz ( sistemimiz ) bu iki kolu nübüvvet ( evrensel misyon ) sahibi yaptık. ”

Âyet 50) “ Ve Rahmetimizden onlara bağışta bulunduk. ( Onları somut başarılar olarak da gerçekleştirdik. ) Ve onlara dünya milletleri içinde yüksek lisân-ı sıdk ( güzel ve doğru bir ün ) verdik. ”

( Evet İbrahimî gelenek Yahudi ve Arap kültürü şeklinde bu âyeti gösterdiği gibi, çağdaş bir İbrahim olan Hz. Muhammed’in de, hilâfet ve saltanat, din ve devlet, Ali ve Osman olarak devam etti. Fakat Araplar ile Yahudilerin ihtilafından nasıl insanlık zarar görüyor, Sünni-Şii ihtilafından da öyle zarar görüyor. )

Âyet 51) “ Ve Kitapta ( evrensel arketip kavramlar içinde ) Musa’yı ( yasayı, şeriatı da ) an! ( Yaşa, uygula! ) ”

“ O halis ( hiçbir nefsânî boyut içine karışmamış ) tır. O bir elçilik ve misyondur. ( Yani İlâhî bir temsildir ve doğal olduğundan evrensel bir misyondur. ) ”

Ve uygulanması için de ona şöyle seslendik:

Âyet 52) “ Tûr dağının ( devletin ) sağ tarafından ( serbestçe ve zorlama olmadan) ona seslendik.

( O yasaları uygulamaya koyduk. ) ( Ve eğer bir tıkanma olursa ) onunla gizli bir şûra yaparak onu kendimize yakın kıldık. ( O yeryüzünde Allah’ın eli-kolu oldu. ) ”

Âyet 53) “ Ve rahatça istekli bir şekilde uyulması için, rahmetimizden onun kardeşi olan Hârun’u ( mâneviyâtı ) ona bağışladık. ”

( Rahmetimden demek, dinin başarısı ve somut hale gelmesidir. Evet din, kutsal olarak daha çok ve daha güzel bir şekilde uygulanır. Bu durum, devletin yasalarının tam uygulanması için İlâhî bir hibe ve bağıştır. )

“ Ve onu Nebi yaptık. ” ( Evet velâyet de şeriat gibi bir misyondur. Evrensel bir bilgi ve uygulama aracıdır. Peygamberlerin mûcizeleri ve kerâmetleri onların bu boyutundan kaynaklanır. Hz. Muhammed, Ali’ye: “ Hârun’un Musa’ya desteği gibi sen de benim desteğimsin ” demiştir. )

Hz. Muhammed’in İbrahimî misyonundan sonra Musa misyonunu gördük. Şimdi Arap bir peygamber olarak onun misyonunu Arapların atası olan İsmâil’de görüyoruz.. İşte:

Âyet 54) “ Ve kitapta İsmâil’i de an! ( Yaşa, uygula! ) O asla yalan söz vermedi. ( Sana da Arapların Muhammedü’l-Emin dedikleri gibi... ) Ve o Allah’ın elçisi idi ve peygamber idi. ”

Âyet 55) “ Ailesine namaz ve zekâtı emrediyordu. Ve o bu İslamî pratikleri uygulamakla Allah katında kendisinden râzı olunmuş bir hale sahipti. ”

Bu iki âyet Hz. Muhammed’in hayat biçimini tamamıyla gösterir.

“ Ve İslamî pratikler, Allah’ın marziyâtıdır ” olan Bediüzzaman’ın sözünün bu âyetin tefsiri olduğunu görüyoruz. Namaz kişisel dengeyi; zekât, sosyal dengeyi; doğruluk ruhî dengeyi sağlar. Allah da dengeli olanları çok çok sever. Yani onları başarılı kılar.
Âyet 56) “ Ve evrensel değerler ( kitap ) içinde İdris’i de ( pozitif ilmi de ) an! ( Yaşa ve uygula! ) ”

“ O çok doğrudur ve nebidir. ”

( Evet pozitif ilimler yüzde yüze yakın oranda isâbet ettiklerinden âyet, çok çok bilgili olan İdris’i, isâbet ve doğruluk ile nitelendirmiştir. Ve pozitif ilimler de, diğer bilgiler gibi evrenseldirler, geçmiş ve geleceği de keşfedebilirler diye bu misyona da âyet “ nebi ” demiştir. )

Âyet 57) “ Ve onu ( İdris’i ) çok yüce bir mekâna yükselttik. ” ( 19’un üçüncü katı, matematiksel verilere işarettir. )

Bu ifadenin iki mânâsı var:

a) İdris’in bildiği eski ve kadim ve metafizik bilgiler, gayb âlemine ( cennete ) kaldırılmıştır.

b) Ve dünyada en yüksek konum ve güç maddî bilimlerindir, ve ilmindir diye anlaşılabilir.

Âyet 58) “ İşte Allah’ın ( sonsuz sistemin ) somutlaştırarak gerçekleştirdiği peygamberler ve evrensel misyonları, Âdemin ( medeniyet ve insanlığın ) zürriyeti ( neticesi ) ve Nuh ile beraber gemiye yüklediklerimizin ( din gemisine binen büyük insanların ) zürriyeti ( neticesi ), İbrahim’in ( birlik ve tevhid misyonunun) zürriyeti ( neticesi ) ve İsrâil’in ( tabiatın ve maddenin zor şartlarını yenen misyonun ) zürriyeti ( neticesi ) ve hidâyet ile başarı verdiklerimizin ve seçtiklerimizin zürriyetidirler ( neticesidirler ). Bu misyon sahiplerine, Rahman’ın ( kâinatı dualite ve diyalektik düzenle somutlaştırıp geliştiren Allah’ın ) âyetleri okunduğunda, secde ederek ve ağlayarak yere kapanırlar. ”

a) Yani o ayetlere secde etmek demek onların gereğini aklen yapıyorlar.

b) Ve kalben de o düzenin güzelliğini görüp duygusal olarak ağlıyorlar.

Âyet 59) “ İşte bunlardan sonra yeni, türedi bir nesil geldi. Namazı ( kişisel dengeyi ) kaybettiler. Şehvet ve arzularına uydular. ( Aşırı gittiler. ) İşte bunlar sistemin dışına çıkıp kayıp ve helak olacaklar. ”

Âyet 60) “ İmân edip, yararlı iş yapanlar hariç… İşte bunlar cennete girecekler. ( Yani sisteme, derin bilince entegre edilecekler. ) Ve asla kendilerine dengesizlik ve zulüm yapılmayacaktır. ”

Âyet 61) “ Öyle ikamet ve mutluluk cennetleri ki, kâinatı bu diyalektik ve somut sistem içinde yaratan, geliştiren Rahman olan Allah, onları gıyâben kullarına vaat etmiştir. Gerçekten onun vaat ettiği şeye mutlaka varılır. ”

( Bu son cümle ve “ gıyâben ” kelimesi bize şöyle bir mânâyı da hatırlatıyor: “ Cennet dediğimiz realite Rahmâniyet realitesi içinde saklıdır. ” Ve bize göre gıyâbî kalıyor. Biz eğer bu dualite ve somut realiteler içindeki sonsuz soyut bilinci görebilsek ve zamanüstüne çıkıp geçmiş ve geleceğiyle evrenin etkileşim bilincini ve hikmetlerini ve güzelliklerini hissedebilsek, şimdiden bile o cenneti yaşayabiliriz. “ ADN ” kelimesinin sayısal değeri 124’ tür. İşâreten bize diyor ki 124 bin peygamber ve misyon sahibi bu vaadi gördüler ve yaşadılar. Onun saf ve temiz bir bilinç ve güzellik olduğunu söylediler. )

Âyet 62) “ Evet o cennet, Rahmâniyet gereği olarak diyalektik bir yapı içinde de olsa, orada insanlar asla boş ve nâhoş bir şey işitmezler. Oranın zıtları dengeli ve tevhide dayalı olduğundan onlar sadece selam ve barışı duyarlar. Orada gece-gündüz, tokluk-açlık olsa da, sabah-akşam ve her zaman rızıkları onlara ikram edilir. ”

Âyet 63) “ Biz bu cenneti kullarımızdan, zihnini, kalbini, iradesini, duygusunu bizim yolumuzda kullanan muttaki kullarımıza miras bırakırız. ”

( Âyette bu, miras bırakırız deyimi, bütün inançlı insanların oraya gireceğini bildirdiği gibi, bu cennetlerin muttakilerin mirası olduğu halde diğer kulların da ondan istifade edebildiği mânâsına da gelebilir. ( Evet Hz. Muhammed bir muttaki olarak 63 yaşında bu cennete girdi. ) Onun daha sağ iken cenneti ise, vahiy bilinci vasıtası ile kâinattaki sonsuz bilinç ile entegre olması, o sonsuzluk içinde nefes alması idi. Fakat vahiy meleği bir kere gecikti. O da merak ediyordu. İşte Melek gelip, kâinattaki bilinç cennetini ona şöyle anlattı:

Âyet 64) “ Biz melekler, birer küçük bilinç dosyası da olsak, seni bu vahiy ile terbiye eden Rabbinin sonsuz bilinci ve emriyle ancak ineriz. Gerçek ve Sonsuz Bilinç ancak Onundur. Evet önümüzdeki varlık da arkamıza geçen geçmiş de ve hâlihazır durum da ancak Onundur. Seni vahiylerle terbiye eden Rabbin unutkan değildir. Çünkü O Sonsuzdur. Vahiy de, Cennet de sadece Onundur. ”

Âyet 65) “ O, göklerin ( metafiziğin ) ve yerin ( fiziğin ) ve aralarındaki ( hayat ve biyoloji ve vahyin ) Rabbidir. ( Yani O, Sonsuzdur fakat böyle bölerek çalıştırıyor ki mânâ üretsin. ) İşte madem O Sonsuzdur ve gaye mânâ üretmektir. Sen Ona tam kul ve bağlı ol! ( Evet bir insanın benliğini tamamıyla bırakıp başka bir Büyük Ben’e uyması zordur. ) Fakat sen bu ibadet ve uymada sabret! ( Çünkü Ondan başka Sonsuz ve çıkış olacak bir şey yok. ) Acaba var mı onun bir adaşı, bir benzeri! ”

Âyet 66) “ İşte insan; vahiy, melek ve Hakk Varlık gibi sonsuz değerleri ve bilinci bilmeyince ‘ Nasıl olur, ben öldükten çok çok sonra dirilecek imişim ’ der. ”

Âyet 67) “ O insan hatırlamıyor mu ( bilmiyor mu? ) o, daha önce hiçbir şey değilken, biz onu yarattık. ”

( Âyette bilgi mânâsındaki zikir kelimesinin kullanılması teknik bir yönteme işarettir. Yani insan isterse, eski geçmiş yaratılışını aynen bir daha yaşayabilir ve hatırlayabilir. )

Âyet 68) “ Seni bu şekilde geliştiren Rabbine and olsun! Biz onları da, bütün şeytanları da toplayacağız. Ve onları dizüstü cehennem etrafında hazır bulunduracağız. ”

Âyet 69) “ Sonra BİZ her bir gruptan hangisinin Rahman olan Allah’ın o diyalektik sistemine tahribât yaptığını ayıracağız. ”

Âyet 70) “ Ve BİZ yani sistemimiz, onlardan hangisinin daha çok çürüdüğünü ve cehenneme dayatılacağını daha iyi biliriz. ”

Âyet 71) “ ( Evet cennet de, cehennem de evrenseldirler. ) Sizden hiçbiri yoktur ki, onun içinden geçiyor olmasın! Bu geçiş emri seni zıtlarla terbiye eden Rabbin üzerine yerine getirilmiş kesin bir karardır. ”

Âyet 72) “ Sonra biz muttaki olanları içinden kurtarırız. Ve zâlim ( dengesiz, bilinçsiz ) olanları, içinde diz çökmüş olarak bırakırız. ”


ÖNEMLİ BİR HATIRLATMA

Eski müfessirler, sûrenin ana konusunun vahiy ve bilinç olduğunu göremedikleri için, cennet ve cehennemin evrensel olup dünyada dahi başladığını bilmedikleri için, 64. âyetin bağlantısı hakkında ve bu 71. âyetin mefhumu konusunda çok çok tartışmalar yapmışlardır. İşte sûrenin dizaynı ( nazm-ı maânîsi ) ve Kur’anî bilgilerin evrenselliği bilinmediğinden net bir cevaba ulaşılamamıştır.

Âyet 73) “ Evet bu bir zulüm ve işkence değildir. Çünkü mûcizeli ve sonsuz âyetlerimiz onlara okunduğunda ‘ Hangi grubun ( inananların mı, inanmayanların mı ) konumu daha yararlı ve çevresi daha güzeldir? ’ diyorlar. ”

( Yani kâinattaki sonsuz güzellikleri görmeyip maddî ve kısa bir hayata bağlandılar. Her şeyi abes ve absürd gördüler. Onun için onlar, o cehenneme layıktırlar. )

Âyet 74) “ Ve çok bedihî bir gerçek olan Bizim, konfor, mekân ve gösteriş olarak onlardan çok daha güzelleri helak ettiğimizi anlamadılar. ”

Âyet 75) “ Sen vahiy diliyle de ki: ‘ İşte kim böyle büyük bir sapıklık içinde olsa, Rahman olan Allah’ın imtihan ve gelişme sistemi, onun kaybını ve sapmasını kesinlikle artıracaktır. ’ ”

( Âyette geçen emir kipi kesinlik içindir; emir kipi değildir. )

“ Evet onlar, vaat edildikleri azâbı veya kıyâmeti gördüklerinde anlayacaklardır, kimin yeri daha kötü ve kimin ordusu daha zayıf imiş? ”

( Yukarıdaki âyette ( âyet 73) ifade edilen arkadaş ve çevre kelimesinin bu âyette asker ve ordu ile değiştirilmesi işâret ediyor ki, kâfirlerin arkadaşı ve çevresi olmaz. Onların arkadaş ve çevre dedikleri kişiler aslında onların emirber askerleridir. Çünkü kâfir kişi kendisinden başka kimseyi sevemez. )

Âyet 76) “ Ve Allah, sonsuz sistemi ile doğru yolda olanların hidâyetini ve başarısını artırır. Evet kalıcı ve yararlı değerler, ödül olarak da, sonuç olarak da bu geçici dünyadan daha üstündürler. ”

( Âyet, kalıcı ve yararlı deyimini genel bırakmakla bu çeşit şeylerin çokluğuna ve çeşitliliğine işaret ediyor.)

Âyet 77) “ Görmedin mi o kişiyi ki, bu kalıcı ve yararlı değerlere karşı, ‘ Ben kesinlikle mal ve evlatlar kazanacağım ’ dedi. ”

( Yani ebediyet duygusunu yemekte ve cinsellikte gördü. Sonsuzluğu anlamadı. )

Âyet 78) “ Acaba varlığın geçmiş ve geleceğini ( gaybi ) mi gördü? Yoksa bu diyalektik düzenin idarecisi Rahman olan Allah’ın yanından bir söz mü aldı? ”

( Demek sosyal konumu ne olursa olsun, eğer kalbindeki ebediyet duygusunu başka bir tâbir ile aşk-ı bekayı, yemekle ( kişisel bedenle ) ve çocuklarla ( türsel varlıklarla ) tatmin etmeye çalışan ve sonsuz ihtimaller içeren bu evren içinde “ Ben kesinlikle bu şeyi kazanacağım ” diyen insan, gayet ahmak biridir. Ve evren büyüklüğünde bir suç işliyor demektir. Çünkü sonsuz bir değeri, geçici ve fânî bir değer ile değiştiriyor. Ve açık model üzere olan yani emir ile yönetilen kâinatı şuursuz, bilinçsiz bir düzen olarak görüyor. )

Âyet 79) “ Hayır, kesinlikle o böyle bir şeyi elde edemeyecek. Biz de onun o arzusunu bir yazılım olarak kaydedeceğiz. Ve o bu arzu peşinde koştukça ona azâbı ( başarısızlık azâbını ) uzatacağız. ”

Âyet 80) “ Ve onun bu arzusunu ve isteğini bir yazılım, bir kalıtım olarak ona miras bırakacağız. Ve bunları elde etmeden Bize, yalnız olarak gelecektir. ”

Âyet 81) “ Evet onlar, Sonsuz bir Allah’a ibâdet edeceklerine, kendileri için bir değer olsun diye putlar edindiler. ” ( İşte bilinçsizliğin daniskası! )

Âyet 82) “ Kesinlikle onlar bir değer bulamayacaklar. O putları da, onların ibâdetini reddedecekler. Ve onlara böyle bir suçu işledikleri için düşman olacaklar. ”

Âyet 83) “ Görmüyor musun? Biz şeytanları kâfirlerin üzerine gönderiyoruz. O şeytanlar onları sarsıp onlara sıkıntı veriyorlar. ” ( Sarsıp sıkıntı vermek manasına gelen “ ezze ” kelimesi Türkçe’de “ ezmek ” manasını da çağrıştırır. )

Âyet 84) “ Sen onlar için acele etme! Biz onlar için sadece azap hazırlığı yapıyoruz! ”

Âyet 85) “ Öyle bir azap ki, muttakileri Rahmâniyetin bütün somut ve soyut nimetlerini almak için kafileler olarak topladığımızda… ”

Âyet 86) “ Mücrimleri de susamış develer gibi cehenneme yönlendiririz. ”

Âyet 87) “ Onlar asla şefaat ( destek ) alamazlar. Meğer Rahmâniyetin sistemi içinde bir söz ( bir katkı ) almışsa… ” ( Hayırlı bir şey yapmışsa! )

( Evet bunlar, sosyal ve bireysel hayatta böyle binlerce suç işledikleri gibi, Sonsuz Olan Allah’ı da sınırlı maddî bir nesne olarak algılıyorlar. )

Âyet 88) “ ‘ Ve Rahman olan Allah evlat edinmiştir ’ dediler. ”

Âyet 89) “ İşte ey kâfirler, siz çok iğrenç ve suçu çok büyük bir şeyi ortaya attınız! ”

Âyet 90) “ Siz varlığı böyle maddî, katı ve bilinçsiz olarak gördüğünüzden nerede ise gökler parçalanacak. Yer ikiye bölünecek. Ve dağlar yerle bir olacak. ”

( Ahzâb 73’ ün işaret ettiği gibi bu üç varlık çeşidi kâinat kitabı içinde emâneti yüklenmekten çekinen üç “ Büyük Ben ” dir. Şirk ve bölücülük ise bunların bilincini bozuyor. )

Âyet 91) “ ‘ Onlar Rahman’a evlat isnat ettiler ’ diye! ”

Âyet 92) “ Halbuki, soyut ve sonsuz olan, sonra Rahmâniyetiyle somutlaşan, Rahman olan Allah’ın evlat edinmesi ona asla yakışmaz. ”

( Evet, şirk, materyalizm, bölücülük ve sınırlı düşünce kâinattaki sonsuz bilince vurulmuş çok çirkin ve kaba bir cinayettirler. Çünkü varlık maddesiyle mânâsıyla, Allah olarak ve Rahman olarak sonsuz bir bilinçtir, ebedîdir, kesintisizdir. )

Âyet 93) “ Evet metafizik âlemlerdeki ve fizik âlemdeki bilinçli bütün kişilikler Rahman olan Allah’ın birer kuludurlar. Ve kıyâmette onların bu kulluğu ve ana dosyaya bağlılığı net olarak görünecektir. Rahmâniyetin bir yansıması olan cennete ve cehenneme gireceklerdir. ”

Âyet 94) “ Çünkü O Rahman olan Allah hepsini kuşatmıştır ve tek tek saymıştır. ” ( Bilgisayarın sayması gibi, teşbihte hata olmasın! )

Âyet 95) “ Onlar bu âlemde birbiriyle ilgili dosyalar olsa da, kıyâmet günü her bir dosya ayrı ayrı Rahman olan Allah’a gelecektir. ”

Âyet 96) “ İman edip yararlı işler yapanların ise, hem kendi aralarında, hem onlarla Rahman olan Allah arasında şiddetli bir bağ ve sevgi olacak. ” ( Onlardaki bilinç daha da artacak ve güçlenecek ve sonsuz olacak. )

Âyet 97) “ İşte varlığı, ölümü, hayatı anlatan bu bilinç ve vahiy gerçeğinin izâhını biz ancak senin lisanınla kolaylaştırdık ki, onunla muttakileri müjdeleyesin. Ve onunla inatçı bir kavmi uyarasın! ”

Âyet 98) “ Biz onlardan önce nice güçlü çağları helak ettik. Acaba sen ( beşer olarak ) hiçbirini hissediyor musun? Veya onlardan en ufak bir ses işitiyor musun? ”


SON BİR ÖLÇÜ

Görünen âlem ve yaşanan zaman sadece bir andır. Metafizik âlem sadece üç boyutlu yapısıyla 20 milyar sene yaşama sahiptir. Ve daha başka binler, milyarlar boyut ve katmanlar var. Mesela, insan beyninin kapsadığı bilgileri bir bilgisayara nakletsek, bütün Asya toprakları kadar bir yer ve bütün okyanuslar kadar silikon gerekecektir. Hayat, dinsizlerin dediği gibi körü körüne bir değişim değildir. Sonsuz ve soyut ve somut olarak sürekli gelişmektedir. İşte bu Meryem Sûresi’nde evrensel bilinçten 5-6 tanesini gördünüz. Siz de bu sonsuz değerlerden birine yapışın, sonsuzluk cennetine girin. Bedene kanmayın. Bedeniniz kısa bir zaman sonra ne görünebilen, ne işitilebilen, ne de manevi bir varlığı kalan bir şey olacaktır. Uyanın, çünkü ölmeden telâfi imkânınız hâlâ vardır.

28. 09. 2007
Bahaeddin SAĞLAM
[1] Bu kavram için Tevrat ile ilgili kitabıma bakınız!
[2] “ Ben ” manasına gelen zamirin giderilmesi, bu işâreti verir.
[3] Bu sayı, “ doğum sancısı ” kelimesinin sayısal değeridir.
[4] İnsanın ve kürenin altı, içi ve kalbi demektir.
[5] Belki siz bu satırları yazıyorum diye bana kızıyor olabilirsiniz. Fakat işte 29. ayete gelince müsvedde sayfası da 29 oldu.

Hiç yorum yok: